“Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her cüz’-i tâm, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her cüz’-i tâm, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki cüz’-i tâmın çekilmeye mecbur olduğunu gören cüz’-i tâmlar, ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur.”
İşte, ordumuzun her ferdi, bu sistem dahilinde, her hatvede azamî fedakârlığını göstermek suretiyle, düşmanın fâik kuvvetlerini imhâ ederek, yıpratarak nihayet onu, taarruzuna devam kabiliyet ve kudretinden mahrum bir hale getirdi.
Muharebe vaziyetinin bu safhasını ihtisâs eder etmez, derhal bilhassa sağ cenahımızla Sakarya Nehri şarkında, düşman ordusunun sol cenahına ve müteakiben cephenin mühim aksâmında mukabil taarruza geçtik. Yunan ordusu mağlûp ve ricâta mecbur oldu. 13 Eylül 37 günü Sakarya Nehri’nin şarkında düşman ordusundan eser kalmadı. Bu suretle 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bugünler de dahil olmak üzere, yirmi iki gün ve yirmi iki gece bilâ-fasıla devam eden, Sakarya melhame-i kübrası, yeni Türk Devleti’nin tarihinde, cihan tarihinde ender olan büyük bir meydan muharebesi misâli kaydetti.
Muhterem Efendiler, Başkumandanlık vazifesini fiilen deruhde ettiğim zaman, Meclis’e ve millete behemehâl muvaffak olacağımıza dair kat’î olan kanaatimi arz ve ilân etmekle ve bu kanaatimi bütün haysiyet-i mevcudiyetimi ortaya atarak teyid eylemekle, ilk manevî vazifemi yapmış olduğumu zannederim. Ondan sonra maddî, mühim vazifelerim de vardı. Onlardan biri, harp ve muharebe karşısında millete aldırmaya mecbur olduğum vaziyet idi.