Nutuk/4. bölüm/Yeni mebuslarla Ankara'da görüşmek teşebbüsü

Efendiler, bundan evvel bahsettiğim vechile bir iki günlük bir ictimâ ve müzakere maksadıyla, mebusları davet için ilk yazdığımız telgrafta –ki bu telgraf suretini matbû olarak tahrîrât halinde posta ile göndermiştik– maksattan bahsettikten sonra “Heyet-i Temsiliye’nin bulunacağı mahalde zaman-ı ictimâ, gönderilecek mebusların isim ve adresleri ma’lûm olduktan sonra bi’l-muhabere kararlaştırılacaktır. Heyet-i Temsiliye, karîben İstanbul’da yakın bir mahalle nakledecektir.” denmişti (Vesika: 213).

Ankara’ya muvâsalatımızda, Ankara-Eskişehir hattı işlemeye başlamış olduğundan evvelki tebliğimize 29 Kânunuevvel 335 tarihinde yaptığımız bir zeyl ile mebuslarla mahall-i mülâkat olmak üzere Ankara’yı tesbit ve ta’mîmen tebliğ ettik. Bu ta’mîmin bir maddesi de diğer mebuslardan mümkün olduğu kadar fazla zevâtın müzakereye iştiraki son derece arzu edilmekte olduğu kaydından ibaretti (Vesika: 214).

Efendiler, neticesinden pek ziyade faide me’mul ettiğimiz bu teşebbüs-i hayırhâhâne ve vatanperverânenin dahi İstanbul ricâli tarafından önüne çıkıldığını arz edersem hayret etmezsiniz zannederim.

Müsaade buyurursanız, bu ciheti biraz izah edeyim. Biz mebusları, Ankara’ya davet ederken, birtakım zevât da bu daveti hükümsüz, mutasavver ictimâı akîm bırakmak için mukabil tedbir ve teşebbüs alıyorlarmış... Bazı mebusların verdikleri telgraflarla, bu hususa muttali olduk. Meselâ, Burdur Mebusu Hüseyin Bâki imzalı ve 29 Kânunuevvel 335 tarihli şöyle bir telgraf vürûd etti:

İstanbul’da ictimâ eden mebuslar namına Aydın Mebusu Hüseyin Kâzım imzasıyla Heyet-i Teftişiye Riyâseti’ne gelen telgrafta, en serî vasıta ile Darü’l-hilâfet’e gelmekliğim elzemiyeti iş’âr edilmekte ve bugün de Dahiliye Nezareti’nden mevrûd telgrafta dahi azîmetim bildirilmekte.

Mukaddema Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal Paşa Hazretleri tarafından vâki olan emir ve iş’âr üzerine nokta-i nazarım arz ve izah kılındığı halde henüz bu bâbda bir emir telâkki edilemediğinden iş’âr-ı devletlerine kemâl-i ehemmiyetle muntazırım efendim.

Akdağmadenî Mebusu Bahri imzalı Ve aynı tarihli bir telgrafta da:

Aydın Mebusu Hüseyin Kâzım imzasıyla vürûd eden telgrafta, mebusların en serî vasıta ile Dersaadet’e gelmeleri bildiriliyorsa da Heyet-i Temsiliye’ye aza intihap olunan mebuslar mı yoksa bi’l-umûm mebuslar mı davet olunduğunda tereddüt edilmiştir. Lütfen hatt-ı hareketimin tayinine müsaadeleri müsterhamdır ferman.

Efendiler, buna mümâsil telgraflar tevali etti. Bu iş’ârâttan sühûletle müstebân olmakta idi ki mebus arkadaşlar, Heyet-i Temsiliye ile hükümeti ve İstanbul’dan bütün mebusları davet etmek salâhiyetini kendinde görebilen zevâtı, maksad-ı müşterekte hem-fikir ve hem-ahenk telâkki ediyorlardı. Hükümetin ve mebhus zevâtın menfî muzmerrâtını hâtır u hayallerine bile getiremiyorlardı. Olsa olsa, bizimle İstanbul’daki zevât arasında, yeni takarrür etmiş bir vaziyet bulunduğunu veyahut arada tertip noktasından bir yanlışlık olabileceğini zan ve farz eylemiş oldukları, iş’ârlarındaki saffet ve samimiyetten anlaşılmakta idi.

Mürâcaat eden mebuslara, verdiğim cevap şu idi:

Hüseyin Kâzım Bey’in iş’ârı ile bizim bir gûnâ alâkamız yoktur. Mûmâileyhin vaziyete tamamen âgâh olmadığı anlaşılıyor. 17 ve 29.12.335 tarihli telgrafnamelerimiz ahkâmınca hareket, menâfi-i milliye ve vataniyemize daha muvâfık olduğu cihetle onların tesrî’-i icabını ve Kâzım Bey’in hôd-be-hôd vuku bulmuş olan iş’ârına münasip cevap itasını ve keyfiyetin iş’ârını ricâ ve takdim-i ihtirâmât eyleriz efendim.

Heyet-i Temsiliye namına
Mustafa Kemal

Umum mebuslara da şu ta’mîmi yazdık:

Ankara, 30 Kânunuevvel 335

Aydın Mebusu Hüseyin Kâzım Beyefendi’nin mebusîn-i kirâmdan bazılarına, Dersaadet’e sür’at-i hareketlerine dair telgrafnameler keşîde eylediği anlaşıldı. Bu teşebbüs, mîr-i mûmâileyhin vaziyete tamamen âgâh olmadığını gösterdiğinden kendisine vaziyet ifhâm ve . . . . tarih . . . . numaralı tebligata dair ma’lumât ita ettirildi. Binâenaleyh, Heyet-i Temsiliye’ce istirham olunduğu vechile Heyet-i Temsiliye azası olarak intihap olunmuş mebusîn-i kirâmla diğer mebusînden müzâkerâtta hazır bulunmak isteyen zevât-ı muhteremenin, Kânunusani’nin beşinden itibaren Ankara’ya teşrifleri tavzîhan istirham olunur.

Heyet-i Temsiliye namına
Mustafa Kemal

30 Kânunuevvel 35 tarihli bir şifre ile de İstanbul’daki teşkilâtımıza: “Hüseyin Kâzım Bey’in teşebbüsünden bahsettikten sonra, kendisinin bizim tebligatımızdan haberdâr edilmesini ve müzâkerâtta hazır bulunmak arzu buyuruyorlarsa lütfen ve serian Ankara’ya teşrifleri lüzumunun ifhâmını” bildirdik (Vesika: 215).

Efendiler, biz İstanbul’daki teşkilâtımızdan haber beklerken, karşımıza bir zat çıktı. Bunun kim olabileceğini tahminde güçlük çekmezsiniz zannederim. Ma’lûm ya bizim İstanbul’da hem murahhasımız ve hem de nâzır olan zat... Cemal Paşa... Evet; 1 Kânunusani 336 tarihli şu telgraf Harbiye Nâzırı Cemal Paşa imzasıyla geliyordu:

K. O. 20 Kumandanlığı’na

Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine:

Dersaadet’te bulunan mebusandan bir grup mürâcaatla, ita eyledikleri tahrirî metâlibini aynen ber-vech-i atî arz eylerim:

1– Meclis-i Mebusan’ın bir an evvel ictimâı elzemdir. Şu sırada bazı mebusların Ankara’ya davet edilmeleri, Meclis’in müsâraaten açılmasına mâni olacaktır.

2– Bu halin ve davet keyfiyetinin meydan vereceği su-i tefsir arasında en ziyade câlib-i dikkat-i ağyâr olan, kuvve-i teşriiyenin başka kuvvetlerin taht-ı tesirinde hareket etmekte olması zannıdır. Bunun dahilde ve hariçte pek büyük bir itimatsızlık tevlîd edeceği muhakkaktır.

3– Böyle bir hal ve vaz’da, Meclis’in kendisinden beklenilen hidemâtı ifa edebilmesi mümkün değildir.

4– Evvelce yapıldığı gibi mebuslarla temas ve münasebette bulunmak üzere salâhiyet-i vâsiayı hâiz bir zatın murahhas sıfatıyla İstanbul’a i’zâmı temîn-i maksada kâfidir.

5– Ankara’ya davet edilen mebusların tehir-i azîmetleri ve orada toplanan zevâtın da hemen İstanbul’a hareketleri hakkında yeniden tebligat-ı seria ifasına intizâr edilmektedir.

Harbiye Nâzırı
Cemal

Efendiler, bu tarz-ı hareket ve iş’ârda bir samimiyet ve necâbet görüyor musunuz? Evvelâ, bizim, mebuslarla ictimâ akdi kararımız ve bu bâbdaki tebligatımız, bundan bir buçuk ay evvelinden beri ma’lûm idi. Eğer bu hareketimiz menâfi-i vataniyeye cidden gayr-i muvâfık ve mahzurlu görülmüş idiyse, bizimle aynı gaye-i milliyeyi takip ettiklerini iddia etmekte bulunan efendilerin ve hükümetin, bizim davet ettiğimiz mebuslara, İstanbul’a celp telgrafları yazmadan evvel bizimle anlaşması, hiç olmazsa nokta-i nazar ve teşebbüslerinden bizi haberdâr eylemeleri iktiza eylemez miydi? Böyle yapmayıp da doğrudan doğruya Darü’l-hilâfe’ye hareketlerini tesrî’ ettirmek için heyet-i teftişiye riyâsetleri vasıtasıyla, Şeyh Muhsin-i Fâni’nin ve Dahiliye Nâzırı’nın imzalarıyla, taşradaki mebusları sıkıştırıp şaşırtmak ve emr-i vâki ihdâsıyla bizim teşebbüsümüzü akamete uğratmaya kalkışmak doğru muydu?

Saniyen efendiler, tecdîd-i intihap aylarca ve aylarca icrâ olunmayıp müddet-i muayyene-i kanuniye çoktan geçirilmiş olduğu tarihlerde, hiç de istical göstermeyi tahattur etmiyen bu efendiler, bizim Erzurum’dan, Sivas’tan beri namütenahi teşebbüsât ve faaliyetimizin bir eser-i muvaffakiyeti olarak, temîn edilebilen tecdîd-i intihaptan sonra ve her birerlerinin mebusluklarını ayrıca tavassut ve takip ile temînden sonra nihayet üç-beş gün gibi kalil bir teehhür ve bâ-husûs bu teehhür büyük bir gayenin ve bâ-husûs İstanbul’da toplanmak gafletini gösterenlerin şahıslarının dahi masûniyetine müteallik tedâbîrin temîni esbâbını tezekkür maksadıyla olduğuna göre, bu efendileri bu kadar isticale sevk etmeli miydi? Hiçbir tedbir ve karar almadan, bir an evvel, maruz-ı hakaret ve rezalet olmakta istical, neden ileri geliyordu?

Salisen efendiler, saf ve nezih arkadaşlarını bi’l-iğfal İstanbul’da, kendilerinin dahil oldukları tehlike ve hakaret çemberine, sür’at-i serîa ile sokmak istiyen bu efendiler, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne mensup değiller miydi? Bu millî cemiyetin azası bulunmuyorlar mıydı? Bir cemiyetin efrâd ve azası, mebus oldukları halde dahi cemiyetin liderleriyle müdâvele-i efkâr ederek en nihayet, tesbit olunacak program dahilinde harekete mecbur değil midirler? Dünyanın her tarafında, bütün medenî hey’ât-ı ictimâiyede bu böyle değil midir?

Bir grubun, bir fırkanın liderleriyle temas ve münasebete gelmesinden, kuvve-i teşriiyenin başka kuvvetlerin taht-ı tesirinde hareket etmiş olduğu zannının tevellüd edeceği vahimesinden ve bunun enzâr-ı ağyârın câlib-i dikkati olacağından, neden havf ediliyordu? Bu efendiler, tecdîd-i intihâbı ve mebusların intihâbını temîn etmiş olan teşkilât kuvvetinin taht-ı tesirinde görülmeyi, mutena şeref ve haysiyetlerine münâfi mi buluyorlardı?

Mebusların, memleket dahilinde kuvvetli bir millî teşkilâta mensup olduklarını ve o teşkilât-ı şâmilenin tesbit eylediği muayyen gayelerden ayrılmayacağını ve her ihtimale karşı, o teşkilât kuvvetinin taht-ı tesirinde bulunduklarını, açık bir vicdan ve alınla ilân etmenin, asıl bunun dahilde ve hariçte en büyük itimat ve saygıyı temîn edebileceğini bu efendiler takdir edemiyorlar mıydı?

Ve asıl bu salâbet-i vicdan ve kanaatte bulunup muayyen gaye-i milliyeyi temîn yolunda her tehlikeyi iktihâma hazır bir hal ve vaziyet alınmadıkça, Meclis’in kendisinden beklenilen hidemâtı ifa edebilmesine imkân olamayacağını anlamak, kehanete mi yoksa vâki olduğu gibi tecavüz ve hakarete miskince mutavaata mı vâbeste idi?

Bu efendiler, benim şahsen mebuslarla temasta bulunmamı arzu etmiyorlar ve yine hükümet ve bazı efendiler, benim İstanbul’a da gitmemi câiz görmüyorlar. Ancak, salâhiyet-i vâsia ile bir murahhasın gönderilmesini tavsiye ediyorlar. Doğrusu bu noktadaki akıl ve ferasetlerine diyecek yok! Gönderdiğimiz murahhaslar değil miydi ki milletvekillerinin düşman pençesine girmesine birinci derecede müessir olmuşlar ve en nihayet, kendi şahıslarını bile müdafaa tedbir ve çaresini tatbikten âciz olduklarını isbât eylemişlerdir.

Mebusların, hôd-be-hôd davetlerinde, iğfal ve emr-i vâki ihdâsına muvaffak olamadıktan sonra, bizim tarafımızdan tebligat icrâ ettirmeyi talepte de gösterilen nezaket pek ince değil midir? Efendiler.

Muhterem Efendiler, bu bahsettiğim telgrafa cevâben, evvelâ şu kısa şifreyi yazdım:

5 Kânunusani 336
Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Hazretlerine

C: Sahib-i takrir mebusların isimlerinin ve bu takriri kime hitaben verdiklerinin iş’ârına muntazırız efendim.

Heyet-i Temsiliye namına
Mustafa Kemal
Harbiye, 6 Kânunusani 336
Ankara’da: K.O. 20 Kumandanlığı’na

C: 5 Kânunusani 1920.

Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine:

Mebusların esâmisi şunlardır: Hüseyin Kâzım, Tahsin, Celâlettin Arif, Hâmit... ilh. dir. Bana getirenler baştaki iki zattır.

Harbiye Nâzırı
Cemal

Efendiler, bi’l-âhire bize verilen ma’lumâta nazaran bana telgraf yazan zevât, mebuslardan mürekkeb bir grup değildi. Sadrazam, şahsen tanıdığı Hakkı Bey namında bir zatı –Siverek mebusu olduğu ma’lumâtı üzerine– ve Hüseyin Kâzım Bey’i nezdine davet ederek, bana hitaben kısa bir telgraf yazdırmış. Bu telgrafı, elden bazı zevâta imza ettirmişler. Şifre gönderilmek üzere Hakkı ve Hüseyin Kâzım Beyler Cemal Paşa’ya götürmüşlerdir.

O halde, beş maddelik ve takrir namı verilen telgrafname bi’l-âhire uydurulmuştur. Zaten, takrirden bahsolunduğu halde, bunun takdim olunduğu makamın henüz mevcut olmaması da meselede hile ve maksad-ı mahsus olduğunu irâeye kâfidi. Henüz Meclis açılmış ve Meclis Riyâseti vazifeye başlamış değildi. Maahaza Cemal Paşa’nın bu telgrafını aldıktan sonra, şu şifre telgrafı yazdım:

Ankara, 9.1.336
Harbiye Nazın Cemal Paşa Hazretlerine

Hüseyin Kâzım, Tahsin, Celâlettin Arif, Hâmit Beyefendilere:

Ankara’ya gelmenin su-i tefsirata uğrayacağına dair, Harbiye Nâzırı Paşa Hazretleri vasıtasıyla iblâğ buyurulan mütâlaalarına vâkıf olduk. Mesele, vatan ve milletin hayatıyla alâkadardır. Meclis-i Millî’de, teşkilât-ı milliye üzerine müstenid, kuvvetli bir grup husûle gelmez ve Sivas Umumî Kongresi’yle milletin cihana ilân eylediği mukarrerât, ekseriyet-i azîme tarafından bir akide ve düstûr ittihâz kılınamazsa, vahdet-i milliyemizin temîn edeceği muvaffakiyet heba olur. Memleket bir felâkete ma’rûz kalabilir. Binâenaleyh, birtakım vatansız ve dinsizlerin propagandaları bizim için düstûrü’l-amel olamaz. Gaye, milletin necât ve vatanın halâsıdır. Bir iki gün için teşrifleriyle müdâvele-i efkâr ve tevhîd-i âmâl edilmek bizce pek mühimdir. Buna nazaran tarz-ı hareketin tayini menût-ı rey-i âlileridir. Arz-ı ihtirâmât eyleriz efendim.

Heyet-i Temsiliye namına
Mustafa Kemal