Rauf Bey, söz söylerken, Meclis’e karşı çok hürmetkâr olduğunu göstermek için de vesile aramaya ehemmiyet veriyordu. Bir münasebet getirerek dedi ki:
“Bu Meclis-i Âli’nin vaz’ ettiği kanunlara, bazı sıfat tevcîh edilmiştir. (Koridor Kanunları) denilmiştir.”
Rauf Bey, Meclis-i Âli’ye hürmet talep ediyordu.
Rauf Bey, Meclis-i Âli’nin Cumhuriyet’i ilân eden kanunu üzerine aldığı saygısız vaziyetin unutulduğunu zannetmiş olacak!
Mazhar Müfit Bey (Denizli Mebusu): “Onu ilk önce, refîk-i muhtereminiz Muhtar Beyefendi söylemiştir.” dedi. Bu söz, Rauf Bey’e istikamet-i kelâmını değiştirtti. Fakat Muhtar Bey alındı.
Saip Bey (Kozan) söze karıştı. Nihayet, makam-ı riyâsetin müdahale ve ihtarıyla Rauf Bey sözüne devam ettirildi.
Rauf Bey, döndü dolaştı, nihayet prensip meselesine dayandı. “Şiarımız, mesleğimiz, bilâ-kayd ü şart, hâkimiyet-i milliye esasıdır.” dedi.
Yunus Nadi Bey’in sedası işitildi: “Cumhuriyet!...”
Rauf Bey cevap vermedi. Başladığı cümleyi şu suretle ikmâl etti: “Hâkimiyet-i milliyenin, yegâne tecelligâhı olan Büyük Millet Meclisi’dir.”
“Cumhuriyet” sesleri bütün Meclis salonunu doldurdu.
Ali Saip Bey (Kozan): “Cumhuriyet!...” dedi.
Rauf Bey, Ali Saip Bey’le konuşmaya başladı. İhsan Bey müdahale etti: “İfade-i âliniz sarîh değildir Rauf Beyefendi.” dedi.
Rauf Bey: “Sarîhtir. Çok ricâ ederim İhsan Beyefendi.” İhsan Bey: “O kadar sarîh değildir. Uzun zamandan beri zât-ı âlinizle anlaşamadık!” Rauf Bey, İhsan Bey’in yüksek adâlet hissiyle mütehassis bulunduğundan, hâkimlik etmiş olduğundan bahsederek ona dedi ki: “Beraat-i zimmet asıldır. Aksini isbât edemedikçe, bir tarafı su-i zan altında bulundurmak ve böyle ifade etmek doğru değildir.” İhsan Bey cevap verdi: “Hakikati ifade etmeyen maznundan şüphe etmekte, hâkim haklıdır.” dedi.
Rauf Bey’le, İhsan Bey arasındaki bu muhavere biraz uzadı. Reis müdahale etti. Rauf Bey devam etti ve: “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda, vekillerin vazife ve salâhiyeti hakkında bir kanun tedvini mevzu-i bahis idi. Bu tedvin edildi mi? Bunu sual ederim.” dedi.
Efendiler, kanunların Meclis tarafından tedvin olunması tabii bulunduğuna nazaran, Rauf Bey, Hükümet’ten değil, kendisinin de aza olarak dahil bulunduğu Meclis’ten sual soruyordu.
Rauf Bey, Şûrâ-yı Devlet teşkilâtına temas ettikten sonra, “Men’-i Şekavet Kanunu tatbik edilmiş midir? Köy Kanunu tatbik edilmiş midir?” tarzında, Dahiliye Vekili’nden başlayarak, Nafia, Ticaret, Ziraat, Müdafaa-i Milliye, Adliye, Maarif Vekillerine müteaddit sualler tevcîh etti. Bütün, bu suallerle, Rauf Bey’in, millet ve ordunun nazar-ı dikkatini celp etmek istediği anlaşılıyordu. Meselâ, Karadere ormanları hakkında bir muamele olduğunu matbûatta görmüş, o iş nasıl olmuş? Ve “fedakâr ve kahraman ordumuzun, İstiklâl Harbi’ni müteakib, hâl-i seferden, hazara intikalinde, büyük bir intizam ve mekânet gösterdiğini işittik ve iftihar ettik. Fakat ondan sonra ibate, iaşe nokta-i nazarından, vaziyeti aynı derecede kuvvetle kabul ve muhakeme edebilir miyiz? Bu cihetten bizi tenvîr buyurmalarını ricâ ederiz.” dedi.
Rauf Bey’in bu sualinin müşterek bir sual olduğu, kendi ifadesinden anlaşılıyor “rica ederiz” diyor. Fi’l-hakika, bu sualin o güne kadar orduların başında bulunan iki ordu müfettişinin de iştirakiyle tertip edilmiş olduğuna hükmetmemek için bir sebep yoktur.
Rauf Bey, Adiye’de, teşkilâtın tahavvülü dolayısıyla vâki olan tatbikatın, adâleti temîn için en münasip şekil ve suret olup olmadığını öğrenmek istiyordu.
Maarif Vekili’nden de tahsil-i ibtidâi müddetinin kanuna mugayir olarak niçin azaltıldığının izahını talep etti.
Rauf Bey, İstanbul Valisi’nin gece manevrasından, İstanbul ’un emanetle idâresinin halkın hukukuna tecavüz olduğundan da bahsettikten sonra, Maarif Vekili Vasıf Bey ile matbûat arasında tekevvün eden bir hadiseden ve bu münasebetle muallimlerden bahsederek dedi ki: “Muallim ordusunun, münevver ordunun şu veya bu tarafı tercih eder, takviye eder tarzda neşriyatta bulunmaları doğru mudur?”
Rauf Bey, bunun doğru olmadığını söyleyerek nutkunu şu cümle ile bitirdi: “Allah vatanımı, milletimi ve hepimizi muhafaza buyursun.”
Bu cümlenin karşılandığı alkışlardan sonra, Dahiliye Vekili kürsüye çıktı. Gümüşhane Mebusu Zeki Bey ona takaddüm etmek dâiyesinde bulundu. Vehbi Bey: “Efendim bu mesele vekillerin Meclis’ten istîzâhı oldu.” dedi. Riyâset, vekillerin hakk-ı kelâmına dair, nizamname-i dahilîyi hatırlattı. Recep Bey de gayet vâsi bir istîzâha ma’rûz bulunan vekillerin, nizamname ile müeyyed olan söz söylemek haklarına müsaade edilmediği takdirde, hakikatin tavazzuhuna yardım edilmemiş olacağını beyan ettikten sonra, tevcîh olunan suallerden kendine ait bulunanlarına birer, birer cevap verdi. Beyânâtı sırasında: Rauf Bey’in kürsüye bir vaz’-ı nâsıhâne ile çıktığını işaretle, “bu Meclis, hiçbir vakit sükûn-ı tâm ile hareket etmeğe mecbur ne bir mektep ve ne de bir fen akademisidir.” dedi. Rauf Bey’in kürsüde, bugün dahi vâzıh olmadığına, anket ismini telaffuz etmeyerek Feridun Fikri Bey’in bir senelik mesâiye ait ve üç vekâlete şâmil olan manasız, haksız, mantıksız ve kanunsuz ve muvazene-i hükümeti yıkan bir şekildeki “anket parlmanter” teklifini talep ettiğine, heyet-i umumiyenin nazar-ı dikkatini celp etti. Feridun Fikri Bey -yerinden, Recep Bey’in “mantıksızdır” dediğine itiraz etti. Bu sözü geriye almasını istedi. Recep Bey: “Geriye almıyorum efendim mantıksızdır, hakikat olduğu gibi ifade edilir, dedi.” Feridun Fikri Bey’in “Mantıksız sözünü kabul etmiyorum” sözüne, Recep Bey cevap verdi: “Feridun Fikri Bey –dedi– siz daha ağır şeyleri kabul etmeğe alışkınsınız..”
Daha ağır şeyler, Adliye Vekili Necati Bey tarafından tevcîh edilmiş... Feridun Fikri Bey, “Adliye Vekili sözlerini geri aldılar” dedi. Necati Bey, yerinden fırlayarak: “Sözlerimi geri almadım...” dedi. Biraz gürültü oldu. Nihayet, Reis: “Rica ederim gürültüyü keselim!” dedi. Recep Bey, devam ettiği izâhâtında: “... Birçok zevâtta defterler varmış, demiştim. Şimdi Rauf Bey’in sözlerine göre, hazırlanmış suallerden on, on beş tanesinin, tarh edilmesi fırsatını bulacağız. İşte,
Efendiler, –dedi– defterlerin yavaş yavaş mebâdisi çıkıyor.”
Recep Bey, Rauf Bey’in beyânâtında kullandığı “taktik”e işaret ederek dedi ki, Rauf Bey hem bütün bu sualleri soruyorlar ve hem de: “Asla bir mes’ûliyeti veyahut ıskat gibi bir şeyi istihdâf etmiyorum” diyorlar. Bir istîzâh günü, millet kürsüsüne çıkan zat, ya lehte veya aleyhtedir. Lehte ise hükümeti tutmasını ister. Aleyhte ise ıskatını ister ve bunu açık ve sarahatle söylemek lâzımdır. “Yoksa Rauf Beyefendi’nin sözleri mâ-lâ-ya’nîden ibarettir.”
Recep Bey’in bu cümlesi, Rauf Bey’le aralarında kısa bir muhavereye yol açtı; “fakat tecavüz ediyorsunuz,” “siz de müdahale ediyorsunuz..” gibi sözler teati edildi. Nihayet Recep Bey, beyânâtına devam ederek dedi ki: “Muhterem Efendiler, birtakım sualler soruyorlar... Ahmet gelmiş midir? Kanun tatbik olunmuş mudur?
“Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsü –böyle istîzâh yapılırken– hedefsiz olarak sorulacak ve söylenecek şeylere bir makam olamaz.” Buraya çıkıyorlar, söylüyorlar, söylüyorlar neticede söylüyorum, söylüyorum ama bir şey yoktur diyorlar. Böyle olunca mâ-lâ-ya’nîdir ve gayesizdir. Vaziyetin tarifi budur.” Recep Bey sözlerine şu yolda devam etti: Çok dikkat ettim, Rauf Bey “Buraya çıktılar, sırası geldi, icap etti başka bir tarif yaptılar, Cumhuriyet kelimesini telaffuz edemediler.” “Muhterem, arkadaşlar –dedi– lâtife etmiyoruz. Büyük bir inkılâbtan çıktık, münevver bir istikbâle gidiyoruz. Bütün ahkâmı, bütün şerâiti, bütün vuzûhuyla bir hedefe yürüyoruz.” Rauf Bey de: “Nedir bu küskünlük ki sırası gelmiş ve arkadaşlar bi’l-vesile fırsat vermiş iken, bu mukaddes ismi telaffuz etmemekte inat ve ısrar etmişlerdir.” “Fakat şâyân-ı dikkattir bu zat, İstanbul’da, kıyâmetleri kopardı.” “Elinden gelen her kuvveti sarf etti.” ve “huzurunuza çıktığı zaman, bütün onlardan ricât etti ve yemin ederek dedi ki, ben Cumhuriyetçiyim.” Bugün kendisinden şüphe ediyorum.
“Bu kanaatin yanlış olduğuna, ikna etmeyi, kendileri için, bir mesele addederlerse, çıksınlar, kürsüden veya başka bir mahalden söylesinler ki! Böyle bir tereddüde mahal yoktur. Aksi takdirde, Rauf Bey’in Cumhuriyet’e olan merbûtiyetinden, şüphem vardır ve bu şüphem devam edecektir. Hakikat budur.” Recep Bey, izâhâtını bitirirken: “Muhterem Arkadaşlar –dedi– bugüne kadar boğazımıza kadar kan içinde yoğurularak bu davayı –bu mukaddes vatanın itilâ-yı kat’îsini temîn edecek olan– bu davayı bugünkü mertebeye kadar getirdik. Bugünden sonra en büyük hata, tereddütler, şüpheler, vuzûhsuzluklardır. Bunların nereye vardıklarını kimse bilemez.”
Recep Bey kürsüden inerken, makam-ı riyâset, talebi üzerine kendini müdafaa etmek için Rauf Bey’e söz verdi.
Rauf Bey —Sizin her vakit ve her tereddüt ettiğiniz zamanda, ben tekrar yemin ve kasem etmeğe mecbur muyum? dedi. “Mecbursun” sesleri yükseldi. Rauf Bey bu seslere: “Hayır Efendiler, kimsenin kimseden şüphe etmeğe hakkı yoktur.” cümlesiyle cevap verdi.
Buna, Karahisar-ı Sahip Mebusu Ali Bey, yerinden mukabelede bulundu: “Sen de o vakit, bu toprakta oturamazsın. Ecdâdının, babanın ve dedenin geldiği yere gidersin. Bu toprak bunu istiyor.” dedi.
Bunun üzerine, Rauf Bey muhâlif olduğu noktayı izah yollu beyânâtta bulunarak dedi ki: “Bilâ-kayd ü şart hâkimiyet-i milliye esasına müstenid bir idâreyi, demokrasi denilen halk idâresi esaslarını tesis etmek için ve bu esaslar üzerine milletten vekâlet aldık.” “Birtakım arkadaşlarımız, milletin bu hakkını Meclis’ten alıp şu veya bu makama, Meclis’i fesih ve kanunları red hakkını vermek zihniyet ve istikametini gösterdiler. İşte ben buna muhâlifim.”
Recep Bey, bu sözlere cevap verdi ve izah etti ki Rauf Bey itiraz ve muhalefet ettiği zaman henüz Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ve böyle birtakım hakların kimseye verilmesi veya verilmemesi mevzu-i bahis dahi değildi. Bu mesâilden, ancak aylarca sonra bahis olundu. Recep Bey: “Efendiler, bu mugalâtadır” dedi.
Rauf Bey, sebeb-i muhalefetini iyi anlatâbilmek için, şöyle bir izahta bulunmaya lüzum gördü; dedi ki: “Efendiler, değil halifeci ve sultancı, bu makamın hukukunu almak istidadında olan herhangi bir makamın aleyhindeyim.”
Rauf Bey, halifeci ve sultancı olmadığını ifade ederken riyâset-i cumhur makamının, Reisicumhur’un aleyhinde olduğunu izah ve ilân ediyordu. Daha evvel, bi’l-münasibe beyan ettiğim vechile Rauf Bey, “Türkiye Büyük Millet Meclisi” Hükümeti şeklinde musır idi.. İsmin tebeddülüyle, yani Cumhuriyet unvanı alınmış olmakla beraber, teşkilâtın o mahiyetinin mahfuziyetini temîn etmek istiyordu.
Ne için? Çünkü riyâset-i cumhur makamı, hilâfet ve saltanat makamlarının hukukunu almak istidadında imiş..
Efendiler, ictihâd diye ortaya atılan bu sözler, Recep Bey’in dediği gibi “mâ-lâ-ya’nî” değil de nedir? Bu gibi sözlerle kurulan mantık “mugalâta” değil de nedir?
Bu ictihâdın ve bu mantığın mâna ve medlûlünü, Rauf Bey’in bugünkü mesâi ve faaliyeti pek güzel göstermektedir. Fakat biz bunu anlamak için bugünlere kadar intizâr gafletinde kalamazdık. Bundan dolayı bizi mazur görsünler.