Nutuk/18. bölüm/Mecliste yapılan müzakerelerin muhâlif matbûatta akisleri

Efendiler, bugün de istîzâh neticelenmedi. Müzakere ertesi güne ta’lîk edildi. 8 Teşrinisani günü cereyân edecek müzakereye intizâren, biraz da o günlerdeki bazı neşriyatı gözden geçirelim.

Vatan gazetesinin 5 Teşrinisani 1924 tarihli nüshasındaki başmakalede, Hükümet’i tenkit edenler ve muhâlif cephe gösterenler medh ü senâ ve Hükümet tarafdârları takbîh olunmaktadır. Başmuharrir “henüz ağzını açmayan, münekkid namzetlerine karşı, her gün kulaktan kulağa yeni bir tecavüzkâr söz fısıldanıyor. Hükümetçi hizbe mensup kime tesâdüf ederseniz o günün hafî emr-i yevmîsinde mevcut sözleri aynen işitirsiniz.” dedikten sonra sözlerini teyid için birtakım misâller sayıyor ve: “Kör körüne emre uymayan, hakikati gören ve söylemek isteyen şahsiyetleri, ibtidâdan susturmak için her vasıtaya mürâcaat” ediyorlar ve: “Keyfî irâde, hâl-i tabiinin ve istikrarın fevkinde bir âmil mahiyetini muhafaza edecektir.” diyor.

Efendiler, muharrir “hafî emr-i yevmî” ve “keyfî irâde” tâbirleriyle, millete neyi haber vermek istiyordu? Hafî emr-i yevmîler veren, keyfî irâdesini âmil kılan kimdi? Bu ibhâmlı tâbirleri kullanan sahib-i makale, nihayet, bize, “iki tarafı, bî-tarafâne, bir hakem haliyle çağırıp dinlemek, riyâset-i cumhurun en nazik ve mühim vazifesidir” nasihatini veriyor. Bu vazifenin hemen yapılmasını istiyor ve çünkü “yarın pek geç olabilir!” diye tehdit ediyor.

Bir gün sonra, benim sene başı nutkumdan bahseden aynı muharrir, “tenkit meyli gösteren en müstakil fikirli vatandaşları, zaman zaman bertaraf etmeğe çalışan inhisarcı bir siyasî sistem, inkişaf ve terakki için, kahredici bir cehennem makamındadır.” cümlesiyle takip ettiğimiz sistem hakkında, pek haksız ve insafsız bir iftirada bulunuyor ve “meş’ûm gidişin muayyen bir noktada tevkif edilmesi, yeni bir çığır açılması lâzımdır” diyerek, bize, tekrar vazifemizi ihtar ediyordu.

Vatan muharriri, bir gün sonra yazdığı “Sokaktaki Adam” serlevhalı başmakalesini “inşallah iyi olur demekten başka yapacak şey kalmamış gibi görünüyor.” cümlesiyle bitiriyordu.

8 Teşrinisani 1924 tarihli Vatan gazetesinde intişar eden bir Ankara telgrafında: “Meclis, yüksek mevkide bulunanların tasvibi olmaksızın, Kabine’yi ıskat edemeyecektir” tarzında, büyük harflerle yazılmış intibalar ve “Rauf Bey, dünkü nutkunda, istîzâh haricinde ehemmiyetsiz şeylerden bahsetmekle, istîzâh tarafdârlarının mevkiini ve istîzâh davasını zaafa düşürdüğü söylenmektedir.” gibi haberler vardır.

Vatan” gazetesinin, istîzâh davasını takip için suret-i mahsusada gönderdiği muhabiri, intibalarında pek isabet gösteremiyorsa da istîzâh davasının sebeb-i zaafı hakkında verdiği haberde aldanmış görünmüyordu.

Efendiler, Tevhîd-i Efkâr'ın başmuharriri de bir sürü başmakaleler ile muhalefeti takviye ve teşci ediyor ve kendini müdafaa eden Hükümet’in ve muvâfık mebusların, kendini müdafaa etmelerini ve söz söylemelerini dahi istemiyordu. Bu başmuharrir diyordu ki: “Meclis’te, muvâfık mebuslar böyle her mühim işi gürültüye boğmak eğlencesinde devam ederek münekkidleri susturdukça, İsmet Paşa Hükümeti hiç şüphesiz itimat reyi alacaktır. Fakat bu itimat reyinin mahiyet-i hakikiyesi, nihayet, bir sandukçanın içine fazla miktarda beyaz kâğıt atılmış olmasından ibaret kalacaktır.”

Bu safsatalar üzerinde tevakkufa lüzum yoktur. Biraz da Tanin gazetesine bakalım! Tanin'in, “Siyasî Tahammûrât” unvanlı bir başmakalesinde “hareket-i milliye mücahedesinde büyük hizmetleriyle temeyyüz etmiş şâyân-ı hürmet ve itimat bazı simalar arasında bir teşrik-i hareket mukaddematı başladığı” haber alındığından ve “Halk Fırkası’yla ve hükümetle samimî münasebatı olan matbûatın” “bu haberleri pek nahoş bir şekilde karşılamalarından ve tefsir etmelerinden” ve “daha şimdiden müstakbel fırkayı gözden düşürecek surette mütâlaat serdine kıyâm” edilmesinden bahsolunmaktadır. Makalede, program meselesine temas edilerek, Halk Fırkası’nın programı olmadığına işaret edildikten sonra “biz Halk Fırkası’ndan hiç memnun değiliz. Fakat Halk Fırkası’nın prensipleri namına söylenen ve görülen şeylere tamamen tarafdârız.” deniliyor ve Halk Fırkası prensiplerinden ne anlaşıldığı izah olunarak “fakat acaba, hakikatte de böyle midir?” suali ortaya atılıyor. Muharrir, bu suale menfî cevap veriyor ve “karşımızda böyle bir fırka-i teceddüt ve ıslâhât görmeyi gönlümüz istediği için, Halk Fırkası’nı bu dediğimiz şekilde hülya eyliyoruz.” diyor. Ondan sonra muharrir şunları söylüyor: “Halk Fırkası’nın programı ve sözleri başkadır, tuttuğu yol başkadır. Halk Fırkası’nın, demokratlığı dudaklarındadır.”

Bu mütâlaanın sahibi, birinci cümlesiyle kastediyorsa ki Halk Fırkası, Cumhuriyet ilân edeceğini, hilâfeti lağveyleyeceğini programına yazıp ilân etmedi ve söylemedi fakat fiilen yaptı, doğrudur! Ancak, ikinci cümle ile Halk Fırkası’na isnâd ettiği doğru değildir.

Makale sahibi, muhâlif zevâtın, mevki-i iktidara geçmek istemelerinin meşrû’iyetini isbât için sarf ettiği birçok sözlere şunu da ilâve ediyor: “Vatan düşüncesiyle hareket etmek, yalnız mevki-i iktidardaki zatlara mı –min-taraf-illâh– inhisar şeklinde bahşolunur bir fazilettir.”

Tanin Başmuharriri 4 Teşrinisani 1924 tarihinde yazdığı Ordu ve Siyaset unvanlı bir başmakalede şu mütâlaatta bulunuyor: “Şekl-i hükümet Cumhuriyet’tir. Fakat hükümetin yalnız adını değiştirmek hiçbir faide temîn etmez. Asıl tebdil edilmesi icap eden nokta işin ruhudur, prensipleridir. Bugün Müttehide-i Amerika istisna edilirse Amerika’da yirmi kadar memleket vardır ki hepsinin ismi de cumhuriyettir. Hatta hep zencilerden terekküb eden Haiti bile bir cumhuriyet idi. Fakat buralarda Cumhuriyet’in, hükümet-i mutlakadan farkı pek azdır. İrsî bir hükümdar yerine, zorla riyâset-i cumhura çıkmış bir mütegallibe görürüz. İşte bu kadar! Reisicumhur namını taşıyan müstebit, keyfe mâ yeşâ idâre-i hükümet eder. Bir hükümdar-ı mutlak gibi keyif ve hevesinden başka bir kanun tanımaz.”

Tanin Başmuharriri, bu Amerika Cumhuriyetlerinden Şili’yi istisna ederek diğerleri için diyor ki: “Hiçbirisi, bugün, hakikî Cumhuriyet namını taşımaya lâyık değildir. Çünkü demokrasiye.... istinâd etmiyorlar.” “Cumhuriyet namı altında hükümet-i mutlakaların hüküm-ferma olması, askerî rüesâ yüzündendir.”

Burada, bir an tevakkuf etmek isterim. Efendiler, bu makale mebus olan kumandanların, mebusluktan istifaları üzerine ve o münasebetle yazılıyor. Fakat öyle bir zamanda yazılıyor ki ordularımızın müfettişleri, orduları terk edip Hükümet’i ıskat için Meclis’e gelmişlerdir ve bu muharrir, onların mevki-i iktidara geçmek istemelerinin meşrû’iyetini isbât için, daha bir gün evvel, sütunlarca yazı yazmıştır. Cumhuriyet’in hükümet-i mutlakadan farksız olabileceğine misâller getiren ve buna sebep, demokrasiye istinâd etmemek olduğunu söyleyen muharrir, “hükümet fırkasının demokratlığı dudaklarındadır.” diyen zattır. Bunun böyle olması “askerî rüesâ yüzündendir.” diyen zat, Türkiye Reisicumhuru’nun da rüesâ-yı askeriyeden biri olduğunu bilen zattır. Bu zattır ki rüesâ-yı askeriyeden filân ve filânları, rüesâ-yı askeriyeden olan Türk Reisicumhuru ve rüesâ-yı askeriyeden olan Türk Başvekili ile karşı karşıya cephe aldırmak için hararetle çalışıyor ve sonra sevmediği tarafın yıkılmasını millete lüzumlu gösterebilmek için, güya, şâyân-ı tetkik ve ibret misâller söylüyor ve “hangi general maiyetine daha çok âsi toplayabilirse, riyâset-i cumhura o geçer.” ve “ordu kumandanları, eşkıya reisleri biri birleriyle çarpışarak, riyâset-i cumhur mevkiini gasp ediyorlar.” diyor.

Efendiler, bu ve buna mümâsil sözlerin ne maksatla ve ne his ile yazıldığını fark etmemek ve bu gibi neşriyatın Meclis azasında ve efkâr-ı umumiyede bırakacağı menfî ve muzır tesirleri anlamamak mümkün değildi. Fi’l-hakika, bu ifsâdkâr tesirât maa’t-teessüf fiilî akislerini göstermiştir.

Refet, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşaların, Müdafaa-i Milliye Encümeni’ne intihap edilmemiş olduklarından müteessir olan aynı Cumhuriyetçi muharrir, bu defa da ordu kumandanlarının, ordulara müessir olabilecek bir heyete intihap edilmemiş olduğunu iyi bulmuyor. Bu noktada, pek sevdiğini anlatmak istediği demokrasiye imtisalden dahi vazgeçiyor. Bu fikirleri ihtivâ eden cümleleri hep beraber mütâlaa edelim.

“Siyasiyât” serlevhası altında yazılmış yazılar arasında “Müdafaa- i Milliye Encümeni, Millet Meclisi’nin hemen hemen en az siyasî olan, hatta siyasiyâtla hiç alâkası bulunmayan bir saha-i faaliyettir.” cümlesi okunur. Muharrir, bu cümle ile Meclis’e dahil olan ordu müfettişlerinin, siyasetle alâkası bulunmayan sahada çalışmalarına neden ve ne için meydan verilmedi, demek istiyor. Buna, şu yolda cevap vermek mümkündür. Çünkü hakikaten, Müdafaa-i Milliye Encümeni siyasiyâtla alâkası bulunmamak lâzım gelen bir saha-i faaliyet ise oraya mahzâ, siyasiyâtla iştigal eylemek üzere Meclis’e gelmiş olanları idhâl eylemekte mahzur olduğu için!

Muharrir, bu cümleden sonra devam ederek diyor ki: “Burada, vatanın namus ve istiklâlini müdafaa edecek orduyu idâre, ıslah, tensîk etmeye ve daha müterakki bir hale sokmaya hâdim kanunlar tanzim olunacaktır. Politikacılık ihtirâsâtına kendilerini kaptırmayıp da yalnız vatanı düşünenler için bu vazife, erkân-ı askeriye arasında, en muktedir zatlara tevdî edilmek bir vecibe-i hamiyettir.”

Bu cümleler üzerinde de biraz tevakkuf edeceğim.

Ordunun idâre, ıslah, tensîki ve onun daha müterakki bir hale getirilmesi meselesi çok mühimdir. Bu hususta muvazzaf ve meşgûl makam “Erkân-ı Harbiye-i Umumiye”dir. Bu makamda muharririn de dediği gibi en mümtaz erkân-ı askeriyemiz bulunmaktadır. Ordunun idâresi, ıslahı, tensîki hususâtını deruhde eden bu büyük erkân-ı harbiye, bu hususlarda, lüzum gördükçe Hükümet’e teklifatta bulunur.

Erkân-ı harbiyenin ve Hükümet’e dahil Müdafaa-i Milliyenin arîz ve amîk düşünüp tespit eyledikleri mesâil, her sene ictimâ eden “Âli Askerî Şûrâ” tarafından tetkik ve müzakere olunur. Âli Askerî Şûrâ’yı, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi, Müdafaa ve Bahriye Vekilleri ve ordu müfettişleri teşkil eder. Âli Askerî Şûrâ’nın, tetkikinden geçen ve tatbiki muvâfık görülen hususâttan icap edenler, Hükümet’e teklif olunur. Bu tekliflerden, tatbiki için, kesb-i kanuniyet eylemesi lâzım olanlar varsa, işte onlar Meclis’e arz olunur. Meclis’te, usûlen Müdafaa-i Milliye Encümeni’nden ve taalluku olursa başka encümenlerden de geçtikten sonra, Meclis heyet-i umumiyesinde müzakere ve taknîn olunur.

Müdafaa-i Milliye Encümeni’ndeki azanın askerlikten anlaması lâzımdır. Fakat yalnız askerlikten anlaması kâfi değildir. Devletin maliyesinden, siyasetinden ve daha çok şeylerden de anlaması lüzumludur. Yalnız askerlikten anlamak, orduya müteallik kanun lâyihaları yapmak için kâfi gelseydi, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye’nin tespit ve Âlî Şûrâ-yı Askerî’nin de tasvibinden sonra ayrıca bir encümende veya encümenlerde tetkike hacet kalmazdı. Zira politika ile iştigal eden zevât, askerlikten dahi gelmiş olsalar, hayatını, ulûm ve fünûn ve her günkü terakkiyat-ı askeriyeyi takip ve tatbik etmekle imrâr eden zevâttan daha mütehassıs ve daha sahib-i salâhiyet olamaz.

Ordunun idâre, ıslah ve tensîki için musîb efkâr ve büyük tecrübelere mâlik olduğunu zanneden ve Âlî Şûrâ-yı Askerî’de kanunen aza bulunan ordu müfettişleri için en müsait saha-i faaliyet orduların başında ve Âlî Şûrâ-yı Askerî içindeki mevkileri idi. (Ciddiyet talep eden bu mevkiin kıymet ve ehemmiyetini takdir etmeyip, hükümeti, Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ni, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye’yi beğenmeyip, onları, kendi mütâlaat ve tasavvurât-ı askeriyesini takdirden uzak görerek, siyasî sahada çalışmayı tercih eden kumandanların, Müdafaa-i Milliye Encümeni’ne idhâline çalışmak, onların orduya müteallik, Hükümet’ten Meclis’e gelen her nev’î tekliflerin intâcını müşkilleştirmek ve bunları vesile ittihâz ederek hükümeti düşürmek ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi’ni değiştirmek gibi menfî heveslerini tatmîn etmek gayesine ma’tûf olabilir.) Tanin Başmuharriri’nin de bu noktadaki gayesinin başka bir şey olduğunu zannetmek abestir.

Gayesinin, adem-i husûlünden “müteellim ve meyus” olan muharrir, “kadîm Atina Cumhuriyeti’nde demokrasi esâsâtına o kadar ifrat ile merbût idiler ki şuabât-ı idârenin hiçbirinde vukûf ve ihtisâs itibarıyla bile bir temeyyüz esası kabul edememişlerdi.” Demokrasideki bu ifrata rağmen “Atina demokrasisinde generaller bu usûlden müstesna idiler.”

Halk Fırkası’nın demokratlığı dudaklarında olduğundan Cumhuriyet’in mutlakıyetten farksız olduğunu millete anlatmaya çalışan bir zatın, bu safsatasının henüz okunmakta bulunduğu günlerde, mevki-i iktidara geçirmek gayretinde bulunduğu generallerin, demokrasiden dahi istisnaları câiz olabileceği fikrini dermeyan etmesi, zannederim dürüst insanlardan vâki olabilecek hareketlerden değildir.

Efendiler, kin ve ihtirâs, bir insanın dimağını ve vicdanını kararttığı zaman nasıl konuşur, buna bir misâl ister misiniz?

İşte, buyurunuz, aynı muharririn, şu sözlerini dinleyiniz: “Halk Fırkası’nın, İsmet Paşa Hükümeti’nin, memlekete arz ettiği çirkin çehre! İhtirasat-ı şahsiye peşinde bu kadar esir olan zimâmdârlar, millî bir fırka vücuda getirmek, milleti temsil etmek iddiasına kalkamazlar.”

“Ümid-i istikbâl ile pür galeyân gençler, taze ve temiz canlarını feda ettiler: Memleketi kurtarmak için! Memleketi, şahıslarından ve ihtirâslarından başka bir şey düşünmeyen politikacılar elinde oyuncak yapmak için değil.”

Hakikatin zıdd-ı kâmilini ifade eden bu mugalâta ve safsata sahibi, bizim teşkil ettiğimiz fırkayı ve bizim hükümet teşkiline memur eylediğimiz İsmet Paşa’nın ve Hükümeti’nin çehresini çirkin görüyor ve gösteriyor.

Efendiler, bizim çehremiz her zaman temiz ve pak idi ve daima temiz ve pak kalacaktır. Çehresi çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu olanlar, bizim vatanperverâne, vicdanperverâne ve namuskârâne harekâtımızı hasîs ve çirkin ihtirâsları yüzünden, çirkin göstermeye kalkışanlardır.