Ordumuzun kararı taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen ikmâle biraz daha zaman lâzımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha çok fenadır. Tevakkufumuz, taarruz kararından sarf-ı nazar ettiğimiz veyahut buna iktidar kesbetmekten nâ-ümit olduğumuz suretinde telâkki ve tefsir edilmeye mahal yoktur.
Bundan sonra şu mütâlaatta bulundum: Osmanlılar, ihtiyâr edecekleri harekâtın şümûlüyle mütenâsib ihtiyatkâr ve müdebbir davranmadıkları için, daha çok his ve hırslarının taht-ı tesirinde hareket ettiklerinden, Viyana’ya kadar gittikleri halde, ricâta mecbur olmuşlardır. Ondan sonra, Budapeşte’de de duramadılar, ricât ettiler; Belgrat’ta da mağlûp ve ricâta mecbur edildiler. Balkanları terk ettiler. Rumeli’den çıkarıldılar. Bize, içinde henüz düşman bulunan bu vatanı miras bıraktılar. Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun hırslarımızdan, hislerimizden feragat ederek müteenni olalım. Halâs için.. İstiklâl için evvel ve âhir düşmanla bütün mevcudiyetimizle vuruşarak onu mağlûp etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!
Sinir gevşetici sözlere, telkinlere ehemmiyet ve itimat atfolunmamalıdır. Osmanlı tarz-ı idâre ve siyasetinin yarattığı bu nev’î zihniyetler merdûd görülmelidir. Ordu ile, muharebe ile, inat ile bu işin içinden çıkılmaz tarzındaki, menbaı hariçte bulunan nasâyihe tebaiyet ile bir vatan, bir millet istiklâli kurtarılamaz. Tarih, böyle bir hadise kaydetmemiştir. Bunun aksini düşünerek hareket edeceklerin, merâret-engîz netâyicle, karşılaşacaklarına, şüphe yoktur. Türkiye, işte bu yoldaki galat fikirlere... galat zihniyetlere sahip olanlar yüzünden, her asır, her gün, her saat biraz daha tedenni, biraz daha sukut etmiştir. Bu sukut, yalnız maddiyatta olsaydı, hiçbir ehemmiyeti yoktu. Maa’t-teessüf, sukut, ahlâk ve maneviyata kadar şâmil olmuş görünüyor. Hiç şüphe yok ki bu büyük memleketi, bu koca milleti girîve-i mahv u izmihlâle sevk eden başlıca âmil bu olmuştur.
Efendiler, bilirsiniz ki Meclis’te bu arz ettiğim devirde, en çok menfî ve bedbînane rol yapanlar, vaktiyle, Türk milletinin kendi kendine temîn-i istiklâl edemeyeceği kanaatini izhâr etmiş olan zevât idi. Şunun, bunun mandasını talep ısrarında bulunanlar idi. Onun için mütâlaatıma şu yolda devam ettim: Dedim ki Efendiler; maddî ve bilhassa manevî sukut, korku ile... acz ile başlar.
Âciz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket karşısında milletin de atâlete dûçâr olmasına ve müctenib bir hale gelmesine sâik olurlar. Acz ve tereddütte o kadar ileri giderler ki adeta kendi kendilerini tahkîr ederler. Derler ki biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz bilâ-kayd ü şart, mevcudiyetimizi bir ecnebiye tevdî edelim. Balkan Muharebesi’nden sonra milletin, bilhassa ordunun başında bulunanlar da başka tarzda ve fakat aynı zihniyeti takip etmişlerdir.
Türkiye’yi, böyle sakîm yollarda inkıraz ve izmihlâl vadisine sevk edenlerin elinden kurtarmak lâzımdır. Bunun için, keşfolunmuş bir hakikat vardır, ona tebaiyet edeceğiz. O hakikat şudur: Türkiye’nin re’s-i tefekkürünü, büsbütün yeni bir imanla teçhiz etmek... Bütün millete ceyyid bir maneviyet vermek...