Efendiler, bu derece mâna ve mantıktan ârî fikirlere iltifat etmedik. Onun üzerine, muhâliflerin ser-firâzânı, yeni bir propaganda çıkardılar: Nereye gidiyoruz? Bizi kim, nereye sevk ediyor? Mechûlâta..? Koskoca bir millet; gayr-i muayyen, muzlim hedeflere serseriyâne sürüklenir mi?
Bu propaganda, Meclis binasından, Ankara mahâfilinden ordu saflarına kadar intişar ettirildi. Orduya, her vasıta ile bu mefsedetkârâne telkinat yapılmaya çalışılıyordu.
Rauf Bey, sık sık, mahremâne diyordu ki hiç olmazsa hakikî vaziyeti bana söyle. Ordu ne haldedir. Fi’l-hakika taarruz edemeyecek mi?
4 Mart 338 günü akşamı, cepheyi teftiş etmek üzere, Ankara ’dan müfârakata karar vermiştim. Bu münasebetle o gün Meclis’te, celse-i hafiyede, bazı izâhâtta ve ricâlarda bulundum. Anlattım ki Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, düşman ordusunu Eskişehir-Seyitgazi-Afyonkarahisar hatt-ı umumîsine kadar takip eden kuvvetlerimiz, bütün ordu olmayıp, yalnız süvarilerimiz ve süvari kıtaatımıza nokta-i istinâd olmak üzere ileri sürülen bazı fırkalarımızdı.