Nutuk/12. bölüm/Memleketin menfaat-i âliyesi namına başkumandanlık vazifesini ifaya devam kararını verdim
Ordu, Meclis reyini izhâr ettiği dakikadan itibaren, kumandansız kalmıştı. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi ve Heyet-i Vekile de istifa ettiği takdirde memleketin idâre-i umumiyesinde şâyân-ı teemmül şedîd bir buhranın vukuu gayr-i kabil-i ictinâb idi. Onun için gerek Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi’ne ve gerek Heyet-i Vekile’ye daha yirmi dört saat sabır ve intizâr eylemelerini ricâ ettim. Memleketin ve maksad-ı umumînin menfaat-i âliyesi namına, ben de Başkumandanlık vazifesini ifaya devam kararını verdim ve bunu Heyet-i Vekile’ye de bildirdim.
Ertesi günü, yani 6 Mayıs 38’de bir celse-i hafiyede, Meclis’e izâhât vereceğimi bildirdim. İzâhâttan evvel, Başkumandanlık aleyhinde söz söylemiş olan zevâtın mütâlaalarını, Meclis zabıtlarını getirerek, birer birer tetkik etmiş bulunuyordum.
Efendiler, heyetinizi fazla yormamak için arz ettiğim celse-i hafiyedeki beyânâtımı hulâsa ile iktifâ edeceğim:
“Efendiler, dedim, Başkumandanlık ve Başkumandanlık Kanunu meselesinde, mebdeinde olduğu gibi, bugün de kanunun, adem-i lüzumundan yahut lüzum-ı ta’dîlinden bahseden, ve Başkumandanlığın mevcudiyetinden müşteki olan zevât vardır. Bu müştekilerin, daima aynı zevât olduğu görülmektedir. Ben, lüzumsuz bir mevkiin, bir makamın mutlaka idâmesi tarafdârı değilim. Herhangi bir makamın, lâyüsel olacak salâhiyetlere malikiyetini temîn edecek kanunların da tarafdârı değilim. Ancak, Başkumandanlık makamının ve bu makama salâhiyet bahşeden kanunun lüzum ve adem-i lüzumuna karar verebilmek için vaziyet-i umumiyenin, vaziyet-i askeriyenin, lâyıkıyla tetkik ve mütâlaası icap eder. Bu noktaya dair kanaatimi arz etmeden evvel Başkumandanlığın ve Kanununun adem-i lüzumu hakkında söz söylemiş olan zevâtın, bazı ifadelerini hep beraber mütâlaa edelim.
Meselâ, Salih Efendi (Erzurum Mebusu), benim, Meclis’in hakkını gasp ettiğimi, gasp etmek istediğimi söyleyerek hakk-ı sarîhimizi vermeyiz! diye feryâd etmiş.
Efendiler, açık ifade edeceğim, beni mazur görünüz; her birinizin salâhiyet-i fevkalâde ile intihap olunmasına ve salâhiyet-i fevkalâdeye mâlik bir meclisin teşekkülüne ve bu meclisin, memleketin mukadderâtına vâzıü’l-yed bir mahiyet iktisâb etmesine çalışan, benim! Bunda muvaffak olmak için en yakın arkadaşlarımla fikir mücadelesi yaptım. Bütün hayatımı, mevcudiyetimi, bütün şeref ve haysiyetimi mehâlike ilka ettim. Binâenaleyh bu, benim eserimdir. Ben, eserimi tezlil ile değil, îlâ ile muvazzafım. Salih Efendi’den hiç olmazsa, beni de kendisi kadar olsun, bu Meclis’in hukukuyla alâkadar farzetmesini ricâ ederim. Fazla bir şey istemem. Bu mütâlaadan sonra Meclis’in hakkını gasp etmek sözünü, tamamen Salih Efendi’ye red ve iade ederim. Böyle bir şey mevzu-i bahis değildir ve olamaz.
Efendiler, Başkumandanlık meselesinin celse-i hafiyede müzakeresi münasip olacağına dair bir takrir verilmiş. Bu da birçok suretlerle su-i tefsire uğramış. Meselenin açık celsede olması talep edilmiş. Karahisar-ı Sahip Mebusu Mehmet Şükrü Bey, celse-i hafiyelerle, milletten hakikati gizlemek arzu edildiğini söylemiş. Bir defa, Türkiye Büyük Millet Meclisi, yalnız teşriî bir Meclis-i Mebusan değildir. Salâhiyet-i icraiyeyi de hâiz bulunuyor. Böyle dahi olmasa, memleketin, devletin, her türlü umûruna ait mukarrerâtı, vaktinden evvel alenen mevzu-i bahis etmek, ifşa eylemek, dünyanın neresinde görülmüştür. Bâ-husûs mevzu-i bahis mesele, düşman karşısında bulunan bir ordunun başkumandanına ait olursa, bunu alenen müzakere ederek lehte olduğu gibi aleyhte de söylenilen sözleri düşmana işittirmekte, menfaat-i memleket var mıdır? Başkumandan’ın ordu üzerinde, bilhassa düşman üzerinde hükmü, nüfûzu, çok büyük olmak lâzımdır. Hatta Hüseyin Avni Bey’in, burada bahsettiği rahatsızlığımın bile, düşman tarafından işitilmesi mahzurludur. Buna, ne lüzum vardı. Görüyorsunuz ki meselenin celse-i hafiyede müzakeresinden maksat, Mehmet Şükrü Bey’in dediği gibi, hiçbir vakit hakikatleri milletten gizlemek nokta-i nazarına ma’tûf değildir. Keşki, alenen müzakerede bir mahzur olmasaydı da Mehmet Şükrü Bey kürsüden istediklerini bağıra bağıra söyleseydi. Ben de Mehmet Şükrü Bey’in sözlerindeki manayı, muzmerrâtı, millete izah ve tefsir etseydim. Şükrü Efendi bilsin ki millet onun gibi düşünmüyor. Şükrü Efendi bilsin ki onun dediği gibi komedya oynamıyoruz. Biz, buraya komedya oynatmak için toplanmadık. Efendiler, komedya oynayan ve oynatan Şükrü Efendi’nin kendisidir. Fakat emin olsun ki biz o komedyaya kapılmayacağız. Şükrü Efendi oynamak ve oynatmak istediği komedya neticesinde, yakalandığı kanun pençesinden, ne kadar büyük bir tezellül ile kurtulduğunu, unutacak kadar çok zaman geçmemiştir.
Efendiler, Hüseyin Avni Bey, Başkumandanlık Kanunu aleyhinde idâre-i kelâm ederken, birtakım sözler sarf etmiş. Meclis-i Âli’ye, bu tarz-ı hareketle milleti rezil edeceksiniz! demiş. Miskinler sözünü kullanmış. Vazifeler şahıslarla olmaz; şahıs yoktur, millet vardır tarzında düstûrlar dermeyan etmiş.
Gerçi, asıl olan millettir, heyet-i ictimâiyedir. Onun da irâde- i umumiyesi, Meclis ’te mütecellidir, bu her yerde böyledir. Fakat ferdler de vardır. Meclis, memleket ve devlet işlerini ferdlerle, şahıslarla, yapmaktadır. Her devletin umûrunu tedvîr eden şahıs ve şahıslar meydandadır. Hakikati, bî-mana nazariyâtla inkâra mahal yoktur.
Efendiler, Hüseyin Avni Bey, ikide birde birtakım manasız sözlerle beyânâtımı kesiyordu. Kendisine ağır ihtarda bulundum. Meclis’in, mahalle kahvesi olmadığını söyledim. Milletin Kâbe’si olan kürsüye, kendisinden hürmet ve riayet talep ettim.
Efendiler, söz söyleyen bir zat da Salâhattin Bey’dir. Salâ hattin Bey, bize taarruz edip edemeyeceğimizi sormuş imiş... biz de edeceğiz demişiz... kendisi de edemeyeceksiniz! demiş... ve en nihayet edememişiz!.. Kendi sözü olmuş..
Halbuki taarruzun esbâb-ı tehirini, lüzumu kadar muhtelif vesilelerle, izah ettiğimizi zannediyorum. Tekrar edeyim ki taarruz edeceğiz. Düşmanı vatanımızdan tard ve teb’îd edeceğiz. Bu kararımızda sâbit bulunuyoruz. Tereddüdü müstelzim hiçbir sebep, mutasavver değildir. Bundan başka Salâhattin Bey demiş ki ordu hadd-i azamîsine varmıştır. Evet, ordumuz mükemmeldir fakat hadd-i azamisine varmamıştır. Kendisi gibi bir asker arkadaşın, Heyet-i Celîle’ye bu tarzda beyânâtta bulunabilmesi için, ordunun içyüzünü bilmesi lâzımdır. Halbuki Salâhattin Bey, bundan çok uzaktır. Ordu ile yakından alâkadar olanların sözü, yalnız benim sözüm değil, bütün kumandanların sözü, kendisini tekzîb etmektedir. Fakat şüphesiz, ordumuzu hadd-i lâyığına îsâl edeceğiz. Salâhattin Bey’in mühim sözlerinden biri de bizim en mühim vazifemiz, siyaset yapmaktır tarzındaki mütâlaasıdır. Hayır Efendiler, bizim mühim ve asıl olan vazifemiz, siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin bugün, yegâne vazifesi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle tard etmektir. Bunu yapamadıkça, siyaset bir lâfz-ı bî-manadan ibaret kalır. Maahaza, bir dakika için, Salâhattin Bey’in sözlerini kabul edelim! Buna, ben mâni miyim? Başkumandan mâni midir? Bu sözün Başkumandanlık Kanunu’yla ne münasebeti vardır? Anlaşılıyor ki bir mümânaat ve bir mübayenet mutasavverdir. Ben, millî maksadın, temîni için, yegâne çarenin, muharebe ve muharebede muvaffakiyet olduğunu söylüyorum. Bütün kudretimizi, bütün menâbiimizi, bütün varlığımızı orduya vereceğiz. İktidarımızı, dünyaya tanıtacağız ve ancak ondan sonra, milleti, insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır! diyorum.
Salâhattin Bey, işte bu zihniyeti, aklınca siyaset yapmaya mâni tasavvur ediyor ve siyasetle hall-i mesele edileceği zehâbında bulunuyor. Bir de Salâhattin Bey diyor ki, bugünkü vaziyet-i askeriyenin mal olduğu masârifi tetkik etmek için, Başkumandanlığın mevcudiyeti bir hâildir.
Efendiler, bu doğru değildir. Başkumandan, Meclis’i, menâbi-i maliyeyi tetkikten ne vakit men’ etmiştir? Menâbi-i vâridatımızla ne yapabileceğimiz hakkındaki endişe, belki herkesten ziyade beni meşgûl etmektedir. Yalnız, ben ordumuzun mevcudiyet ve kuvvetini, paramızla mütenâsib bulundurmak nazariyesini kabul edenlerden değilim; “paramız vardır, ordu yaparız, paramız bitti, ordu inhilâl etsin...” Benim için böyle bir mesele yoktur. Efendiler, para vardır veya yoktur, ister olsun ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. Bu noktada bir hatıramı da ihyâ edeyim. Ben ilk defa bu işe başladığım zaman, en âkıl ve mütefekkir yaşâyân birtakım zevât bana sordular: Paramız var mıdır?.. Silâhımız var mıdır? Yoktur, dedim. O zaman, o halde ne yapacaksın? dediler. Para olacak, ordu olacak ve bu millet istiklâlini kurtaracaktır! dedim. Görüyorsunuz ki hepsi oldu ve olacaktır.
Birtakım Efendiler de, Başkumandan, millete angarya yaptırıyor demişler, halbuki kanunun memlekette angaryayı men’ ettiğinden bahsetmişler. Bu doğrudur Efendiler, fakat ihtiyaç, tehlike, bize her şeyi meşrû’ göstermektedir. Ordunun ihtiyâcâtı, millete angarya yaptırmayı istilzam ediyorsa, bunu yapıyoruz ve en doğru kanun budur. Milletin ve ordunun mağlûp olmaması için, kanun buna manidir diye, lüzumlu gördüğüm tedbiri almakta tereddüt etmeyeceğim.
Efendim, Kara Vasıf Bey de demişler ki her yerde başkumandan vardır. Fakat başkumandanlık için ayrıca bir kanun yoktur. Mevcut kavânîn-i askeriye, her kumandanın olduğu gibi başkumandanın da vazife ve salâhiyetini tayin ve tahdîd eder ve bunu, ulûm tayin ve tespit eder.
Malûmdur ki devletler, muhtelif eşkâldeki hükümetlerle idâre olunurlar. Şekillerine göre, başlarında krallar, imparatorlar, pâdişâhlar bulunur. Bazılarının başlarında reisicumhurlar vardır. Böyle memleketlerde, başkumandan, devletin re’s-i kârında bulunan zat olur. Bu zat, başkumandanlık vazifesini ya kendisi ifa eder yahut birini tevkil eder. Bizim bugünkü şekl-i hükümetimize göre, Başkumandanlık, Meclis’in şahsiyet-i maneviyesinde mündemiçtir. Binâenaleyh, Meclis filân veya filân zatı başkumandan intihap ettiğini ifade edince bu ifadeye kanun derler. Kral, pâdişâh, imparatorun ifadesine irâde dendiği gibi Meclis’ten sâdır olan îrâdât-ı milliyeye de kanun namı verilir. Binâenaleyh kanun vardır. Bir meclisin, fevkalâde bir zamanda, kendisine fevkalâde vazife tevdî ettiği başkumandan, Kara Vasıf Bey’in, kumandanların vazife ve salâhiyetlerini tayin ve tahdîd ettiğini işaret ettiği Askerî Ceza Kanunu’yla, Dahiliye Nizamnamesi çerçevesi dahilinde kalması lâzım gelen, bir kumandan değildir. Kara Vasıf Bey’in, ulûm tayin ve tespit eder, dediği şey, büsbütün başkadır. Ulûm ve fünûn-ı askeriye, askerlik sıfatını ve başkumandan olacak zatta bulunması lâzım gelen evsâfı ifade, izah ve talim eder. Yoksa insanları başkumandanlığa tayin etmek, kumanda edilecek ordunun sahib-i aslîsi veya vükelâ-yı meşrû’ası tarafından olur. Başkumandanlık evsâfını hâizim diyen her adamın o mevkie kendiliğinden gelebilmesinin ise manası büsbütün başkadır.
Kara Vasıf Bey bir de demiş ki Başkumandan, cephenin gerisindeki umûrla iştigal etmesin! Bu fikir, hatadır. Cephenin insan mevcuduyla, gıdasıyla, libasıyla, silâh ve cephanesiyle ve sâiresiyle alâkadar olan Başkumandan, elbette bütün bunların geride bulunan menâbii ile alâkadardır. Kara Vasıf Bey, bu iddia ettiği fikri hangi kitapta, hangi sahada, hangi yerde görmüş! Gerçi hem cephe ile hem de geride birçok işlerle iştigal etmek güçtür. Bir adam, hem cepheye kumanda edecek, muharebe idâre edecek, hem de aynı zamanda geri menâtıkta birçok şeylerin icrasını temîn edecek. Bunu bir adam nasıl yapabilir? Şüphesiz yapar. Fakat yapar dediğim zaman Başkumandan bu an, cepheye kumanda eder, sonra oradan kalkar filân yere gider, iaşe işini yapar, filân yere gider, ikmâl işini yapar demek değildir. Büyük işler deruhde etmemiş insanların, bu husustaki tereddütlerini, mazur görmelidir. Bakınız! Size bir misâl söyleyeyim: Ben, çok acemi kumandanlar gördüm. Meselâ, bir alay kumandanı, yeni fırka kumandanı olmuş veya bir fırka kumandanı yeni kolordu kumandanı olmuş, biraz da tecrübesiz! Henüz iktisâb-ı tecrübeye zaman bulamadan müşkil vaziyetler karşısında kalmış, müddet-i ömründe bir fırkaya alışmış iken, düşman karşısında iki veya üç fırkaya birden kumanda mecburiyetinde bulununca, dûçâr-ı tereddüt ve müşkilât olması tabiidir. Bir fırkaya kumanda ettiği zaman mümkün olduğu kadar, bütün fırka cüz’-i tâmlarını nazarı altında birleştirmek ve sevk ü idâre etmek imkânına mâlik olan bir acemi kumandan, iki üç fırkanın nazarından uzak mevzilerde, muharebesini idâreye mecbur olduğu zaman, kendi kendine, ben hangi fırkanın yanında bulunayım, onun mu, bunun mu? Orada mı, burada mı? diye sorar..
Hayır! Ne orada bulunacaksın, ne de burada! Öyle bir yerde bulunacaksın ki hepsini idâre edeceksin. O zaman ben hiçbirini lâyıkıyla göremem! der. Tabii göremezsin, elbette gözlerinle göremezsin! Akıl ve ferasetinle görmek lâzımdır.