Erken Soğuk Savaş Ankara'sında Sinema Kültürü/Kadınlar, Çocuklar ve Sinema

Kadınlar, Çocuklar ve Sinema

Erken Soğuk Savaş Ankara’sında sinema salonlarında erkek egemenliği ve yetişkinlerin ağırlığı söz konusudur. Bununla birlikte kadınlar ve çocuklar sinemaya gitmekten geri kalmamışlar, gerek tek başlarına gerek aileleri ile birlikte, Ankara sinema kültürünün bir parçası olabilmişlerdir. Dönemin Ankara merkezli sinema dergilerinden olan Yeni Holivut Magazin yazarlarından Selim Cavit Yazman “Kadının, arkasından koştuğu şeyler” başlıklı yazısında her ne kadar oldukça cinsiyetçi bir dil kullanmış olsa da şu haklı tespiti de yapmıştır: “Kadın ve sinema birbirlerinden ayrılamıyan tek bir mevzu gibidir” (Yazman, 1948, s. 6).

Gerçekten de sinema hem çalışan kadınların, hem de ev hanımlarının sosyal yaşamlarında önemli bir yere sahiptir. Çocukluğu ve gençliği Ankara’da geçmiş olan Sevgi Soysal, 1973’te yazdığı Yenişehir’de Öğle Vakti romanında, ev kadınlarının, kocalarından gizli biçimde sinemaya gittikleri ve sinema paralarını da yine benzer biçimde eşlerinden saklayarak biriktirdiklerini yazmaktadır (Soysal, 1973/2001, s. 18). Sinema, aynı zamanda, kadınlara ‘bahane’ sağlayabilmektedir. Örneğin, Refik Halid Karay’ın 1949’da kaleme aldığı Anahtar romanında Reşit karakteri, eşinin “altı buçuk matinesine” giderek dokuza kadar eve gelmediğini, sinema sayesinde misafir ağırlamamak için bir bahane ürettiğini söylemektedir (2009, s. 70).

Bununla birlikte, kadınlar film gösterimleri sırasında ve sonrasında çeşitli sorunlarla karşılaşabilmektedirler. Örneğin, farklı kadın grupları arasında sözlü tartışmalar olabilmektedir. Bu tartışmalar zaman zaman kavgaya dönüşebilmekte ve kadın seyirciler film gösterimi devam ederken “saç saça, baş başa birbirlerine” girebilmektedirler (Sinemada kavga, 1947, s. 2). Kadın seyirciler için çok daha önemli bir diğer sorun ise film izlerken maruz kaldıkları sarkıntılıklardır. Bu durum özellikle tek başına film izlemeye gelen ve geç saatlerdeki seanslara giden kadınların başına gelebilmektedir. Örneğin, 7 Nisan 1953’te Cebeci Sineması’nda, gece seansında film izlemek isteyen bir genç kız arkasına oturan iki erkeğin tacizine uğramıştır. Genç kız, saçını okşayan tacizcilerden kurtulmak için dışarı çıkmış ve tacizcileri sinema sahiplerine şikâyet etmiştir. Bunun üzerine duruma müdahale eden polisler, tacizcileri mahkemeye sevk etmişlerdir (Sinemada sarkıntılık, 1953, s. 2).

Taciz durumu sinema sonrasında da devam edebilmekte ve kadın seyirciler zaman zaman ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalabilmektedirler. Örneğin, Temmuz 1949’da, Işık Sineması’ndan çıkan iki kız kardeş ve büyük kardeşin eşi, 50-60 kişilik bir grup tarafından saldırıya uğramış ve kadınlar bu grup tarafından yakınlardaki bostanlığa kaçırılmak istenmiştir. Saldırıya uğrayan kadınlar ancak polisin olaya müdahale etmesi ile birlikte kurtulabilmişlerdir (İki kadın 60 kişinin tecavüzüne uğruyordu, 1949, ss. 1, 6). Oktay Akbal da, dönemi ele alan Garipler Sokağı isimli yapıtında bu konuyu ele almıştır. Akbal, akşam geç saatte sinemaya giden iki kadının (Zehra ve Gönül) eve dönüşlerinde iki delikanlı tarafından uzun süre takip edildiklerini yazmaktadır (Akbal, 1975, s. 95).

Bütün bu örnekler, sinemaya giden her kadının taciz edildiği ya da şiddete maruz kaldığı anlamına gelmemektedir. Ancak, kesin olan şey kadınların sinemaya gitme ve huzur içinde film izleyebilme bağlamında erkeklere oranla daha dezavantajlı olduklarıdır. Yine yukarıdaki örnekler söz konusu sarkıntılıkların daha çok dar gelirli kesimlerin gittikleri sinemalarda olduğunu işaret etmektedir. Yukarıda da söylendiği gibi, bu tarz taciz olayların kent seçkinlerinin gittikleri sinema salonlarında olma olasılığı düşüktür. Zira, bu sinema salonları diğer salonlara kıyasla daha güvenlidir. Hem sinema sahipleri hem de kolluk kuvvetleri üst düzey bürokratların ve tanınmış siyasetçilerin gittikleri bu salonların güvenliğine daha çok önem vermektedirler. Ayrıca, yüksek gelirli sinema seyircileri, filmlerin bitiminin ardından kendi arabalarıyla ya da toplu taşıma araçlarıyla eve dönebilirken düşük gelirli sinema seyircileri yukarıda açıklandığı üzere sinema salonlarından evlerine yürüyerek gitmektedirler.

Örnekleri verilen sözlü ve fiziksel taciz olayları daha çok genç ve orta yaşlı kadınların başına gelmektedir. Bununla birlikte, sinemanın renkli dünyası yalnızca genç ve orta yaşlı kadınları değil yaşlı kadınlar için de cezbedici bir yerdir. Yaşlı kadınlar ya komşuları ile ya da aileleri ile gittikleri sinemalarda hoşça vakit geçirmekte, hatta zaman zaman filmin akışına kendilerini oldukça fazla bir biçimde kaptırmaktadırlar. Doğan Özgüden (2010, s. 52) anılarında, kendisinin çocukluğuna denk gelen bu yıllarda babaannesi ile gittikleri bir filmi şöyle anlatmaktadır:

Sanıyorum bir savaş filmi ya da kovboy filmiydi oynayan […] Silahlar çekilip karşılıklı atışlar başladıktan sonra, heyecanım son raddedeydi. Bir de ne göreyim? Yanıbaşımda babaannem iki avucunu açmış duyulur duyulmaz bir sesle dualar okuyor, üflüyor.
- Babaanne ne yapıyorsun? Gerçek değil bu, hayal, dediysem de laf dinletemedim. O film boyunca duasına, üflemesine devam etti. Çevredeki seyirciler de olayı farkedince kahkahaları koyuverdiler.

Özgüden’in anılarından anlaşılacağı üzere sinema kadınlar için olduğu kadar çocuklar için de mühim bir etkinliktir. Bununla birlikte, çocukların sinemaya gitmeleri kanunlar aracılığıyla sınırlandırılmıştır. Bu kanunlardan en önemlisi 6 Mayıs 1930 tarihinde yürürlüğe giren Umumi Hıfzıssıhha (Genel Toplum Sağlığı) Kanunu olmuştur. Kanunun 167. maddesine göre on iki yaşından küçük çocukların sinema ve tiyatroya getirilmeleri yasaktır. Ancak altı yaşından büyük olan çocukların gündüz seanslarında gösterilen eğitici ve özel içerikteki filmleri izlemelerine izin verilebilmektedir.[1]Aşağıda görüleceği gibi, bu yasaklar hiçbir zaman kesin surette uygulanmamış ve çocuklar öyle ya da böyle bir şekilde sinemaya gidebilmişlerdir.

II. Dünya Savaşı yıllarının psikolojik baskısından uzaklaşmak isteyen çocuklar için - tıpkı büyükler için olduğu gibi - sinema filmleri en önde gelen kaçış aracı olmuştur. Gerek sinema salonlarında gerek Halkevleri’nde gösterilen filmler çocuklar için ruhsal bir sığınak olmuşlardır (Güneş, 2013, ss. 5-6). Çocuklara yönelik film gösterimleri savaş sonrasında da devam etmiştir. Öyle ki “Ankara’nın ilk çocuk sineması” 1951 yılında faaliyete geçmiştir. Bu kapsamda, Küçük Tiyatro’da her cumartesi günü gösterimler yapılmaktadır. 14.00, 15.20 ve 16.30’da üç seans olarak hizmet veren çocuk sinemasının biletleri, koltuk yerleri fark etmeksizin 25 kuruştur. Programda kısa belgeseller, müzik klipleri ve Miki Mouse filmleri gösterilmektedir (Ankara’da ilk çocuk sineması, 1951, s. 2; Çocuk sineması, 1951, s. 3).

Ankaralı çocukların sinema filmlerine olan sevgisini ve ilgisini daha da artıran şey Amerikan filmlerindeki çocuk yıldızlardır. Altan Öymen, anılarında o zamanın en ünlü “çocuk sinema oyuncusu” nun Shirley Temple olduğunu ve isminin bütün ev ahalisi tarafından gazeteler ve dergiler aracılığıyla bilindiğini aktarmaktadır (Öymen, 2012, s. 64). Çocuk oyuncuların varlığı, Ankaralı çocukların film karakterleriyle kendisini özdeşleştirmesine ve sinemanın büyülü dünyasına kendilerini daha çabuk kaptırmalarına neden olmaktadır.

Diğer film türlerine göre, çocuk izleyicilerinin ilgisini çeken iki tür Amerikan filmi Tarzan ve kovboy filmleridir. Zira diğer film türleri çocuklara pek hitap etmemekte ve bu filmlerin konusu çocuklar tarafından yeterince iyi anlaşılamamaktadır. Dönemin en fazla beğenilen yapımlarından olan “Rüzgâr Gibi Geçti” (Gone with the Wind) filmini Ulus Sineması’nda ailesi ile birlikte çocuk yaştayken izleyen Gün Zileli, bu tarz aşk filmlerinden pek bir şey anlamadığını söylemektedir (2004, s. 91).[2] Aşk filmlerinin aksine, Tarzan ve kovboy filmleri çocuklar için daha anlaşılır olmaktadır. Altan Öymen Tarzan’la tanışmasının bu dönemlere denk düştüğünü “ormanda maymunlar arasındaki yarı çıplak adamın” kendisini ne kadar çok etkilediğini yazmaktadır. Öyle ki, Öymen, evin içinde koşuşturarak Tarzan’ın bağırışını taklit etmektedir (Öymen, 2012, s. 65). Ertan Göksu da Tarzan fimlerini net biçimde hatırladığını iletmektedir (Kişisel iletişim, 17 Mart 2018). Oktay Akbal’ın incelenen dönemi anlatan Garipler Sokağı’nda da çocuklar ile Tarzan filmleri arasındaki etkileşim görülebilir. Kitabın ana karakterinden Mehmet, çocukluk yıllarını şu şekilde anımsamaktadır:

26

167 n

Fakat sinemaya bayılmışlardı. Sık sık patırdılı, gürültülü filimlere gidiyor, oradaki insanlara benzemeye, onlar gibi konuşmaya, onlar gibi yumruk atmaya çalışıyorlardı. Bir defasında çır[ıl]çıplak bir adamın bir filin üzerine bindiğini, sonra daldan dala atlayarak, tuhaf bir sesle bağırdığını görmüşlerdi. Bundan o kadar hoşlanmışlardı ki bütün bir hafta, mahalleyi aynı seslerle çınlatmışlar, ağaçlara tırmanmışlar, birbirleriyle döğüşmüşlerdi. Mehmet bu yüzden babasından zorlu bir şamar yediğini hatırlayıverdi (Akbal, 1975, s. 312).

Çocuklar açısından Tarzan filmlerinden daha bilindik olan film türü, kovboy temalı western filmleridir. Gün Zileli’ye göre “Amerikan modasının yayılmasında en büyük araç, elbette Amerikan kovboy kültürü”dür. Çocukluğunu bu dönemde yaşayan Zileli, kovboy filmlerinin kendisini nasıl etkilediğini anlatırken “baldırlarının iki yanından tabancalar sarkan, eğri bacaklarla yürüyen” kovboylara özendiğinden söz etmektedir. Kumrular Caddesi’nde oturan Gün Zileli, kardeşi Ümit Zileli ile birlikte oyuncakçıdan satın aldıkları tabanca kılıfı, oyuncak kovboy tabancası ve kovboy şapkası ile saatlerce kovboyculuk oynamaktadır (Zileli, 2004, s. 39). Zileli ayrıca Gary Cooper’ın başrolde oynadığı ve ıslıkla çalınan müziği akıllara kazınan “Kahraman Şerif” [özgün ismi High Noon - 1952] filminin çocukların favori filmi olduğunu, bu filmi, defalarca izlediklerini söylemektedir (Zileli, 2004, s. 92). Ertan Göksu’nun aktardığı bilgiler de Zileli’ninki ile benzerlik göstermektedir. Göksu’ya göre, kovboy filmleri oldukça heyecanlı olmaktadır ve büyük keyif vermektedir. Göksu, kovboy filmlerinin başka bir boyutuna ise şu şekilde işaret etmektedir: “Kovboy filmleriyle genç beyinleri etkileyip, kendi kültürlerini dayatmaktadırlar (Kişisel iletişim, 17 Şubat 2018). Muzaffer Tekel ise, “ABD’nin emperyal kültürü ile zavallı Kızılderililere düşman olmanın utancını o yıllar bilemiyorduk henüz” demektedir (Kişisel iletişim, 24 Mart 2018).

Her ne kadar, dönemin çocuk izleyicileri kovboy filmlerinin olası zararlarından habersiz olsa da yetişkin Ankaralıların bir kısmı, western filmlerinin yıkıcı etkilerinin farkında ve bu etkilerden şikayetçidir. Örneğin, 1946 yılında düzenlenen CHP Onuncu Ankara Merkez İlçesi Kongresi’nde vatandaşlardan gelen dileklerden birisinde “sinemalara çocukların alınmasının bir esasa bağlanması (bilhassa Amerikan gangster ve buna yakın filmlerin çocuklara gösterilmemesi)” gibi konularda sıkı kontrollerin uygulanması talep edilmektedir. CHP Ankara il yönetimi ise bu isteğe verdiği yanıtta, “kovboy ve gangster filimlerinin gösterilmesi men edilemez. Çocukların sinemaya gitmek ihtiyacını gidermek maksadile velilerin zararsız filimlere çocuklarını bizzat götürmelerini teşvik etmeyi daha doğru buluyoruz” demiştir (C.H.P., 1946, s. 34). Önde gelen basın mensupları da bu konuyu ele almışlardır. Örneğin, Ülkü dergisi yazarlarından Hasip Aytuna şu soruyu sormaktadır: “Sokakların başıboşluğu yanında, ucuz tarifeli ve çifte çifte filimler göstererek dolup boşalan sinema salonlarının karanlıkları da buralara devam eden gençler için - bir çok bakımlardan - tehlike teşkil ettiğini kaç çocuk velisi, endişe ile düşünmüştür?” (Aytuna, 1948, s. 6).

Benzer biçimde dönemin önde gelen gazetelerinden ve Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın sahipliğini yaptığı Akşam gazetesine göre de, Amerikan Western filmleri İngiltere’de çocuklara gösterilmemesi kararı alınmıştır. Akşam’a göre, bu kararın arkasında anne ve babaların mücadelesi vardır. Ayrıca, İngiliz anne ve babalar “öldürülen kimselerin bulunduğu filmleri, sarhoşların ve serserilerin filmleri ve işkencenin yapıldığı sahnelerin” de çocuklara gösterilmemesini istemektedir (Çocuk filimleri, 1949, s. 4). Bununla birlikte incelenen dönemdeki Türk hükümetleri bu konuyla ilgili yasal bir düzenleme getirmemişlerdir. Bir başka deyişle, çocukların sinemalardan ve özellikle de western filmlerinden etkilenip etkilenmeyeceği, anne ve babaların tutumuna bağlı olmuştur.

Ancak, Ankaralı anne ve babalar çocuklarını her zaman tam olarak kontrol edememişlerdir. O döneme tanıklık etmiş kişiler, çocukların sinema filmlerine genellikle aileleri ile değil arkadaşları ile birlikte gittiklerini aktarmaktadırlar (Karagözoğlu, 2004, s. 7; Ertan Göksu, Kişisel iletişim, 17 Şubat 2018; Muzaffer Tekel, Kişisel iletişim, 24 Mart 2018). Aileler bazen çocuklarının arkadaşları ile birlikte sinemaya gittiklerinden haberdar olurken, çocuklar bazen de sinemaya ailelerinden habersiz ve kaçak olarak gitmektedir (İnci Gürbüzatik, Kişisel iletişim, 28 Mart 2018). Kişisel görüşmelerde anlatılan bu durum döneme ait gazete haberleriyle de doğrulanabilmektedir. Örneğin, 27 Mart 1952’de “iyi bir ailenin kızı” olan 17 yaşındaki Ankaralı bir genç, Victor Mature’nin oynadığı bir filmin ortasında yerinden fırlayarak “Victor bırak o kadını, gel beni sev” diyerek bağırmaya başlamıştır. Salonu sessizliğe boğan kız, sonrasında sahneye koşarak kendisini “paralamış” ve sahnede bayılmıştır. Olayı duyup arabalarıyla sinemaya gelen aile ise kızlarını evlerine götürmüştür (Sinemada garip bir hadise, 1952, s. 1). Sinema, çocuklar için o kadar önemlidir ki, bazı çocuklar ailelerinin kendilerine otobüse binmeleri için verdikleri harçlıkları harcamayıp, hatta otobüse binmeyerek para biriktirip, biriktirdikleri paralarla ya magazin dergileri almakta ya da sinemaya gitmektedirler (Karagözoğlu, 2004, s. 19). Çocuklar geç saatlerde evlerinden tek başlarına çıkamadıkları için, daha çok öğle seanslarında gösterilen filmlere gitmektedirler. Bu nedenle, saat 11.00’de başlayan matineler çocukların ilk tercihi olmaktadır. Zira bu matineler ucuz halk matineleridir. Gazozlarını alarak yerlerine oturan çocuklar, sinema filmlerini kız ve erkek ayrımı olmaksızın birlikte izleyebilmektedirler (Ertan Göksu, Kişisel iletişim, 17 Şubat 2018; İnci Gürbüzatik, Kişisel iletişim, 28 Mart 2018).

Sinemaya gitmek çocuklar için yalnızca bir eğlence aracı değil, aynı zamanda da arkadaş ortamlarında övünebilecekleri toplumsal itibarı yüksek bir etkinliktir. Sinemaya gidemeyen çocuklar, gidebilen arkadaşlarından bu filmleri dinlemekte ve böylece onlar da sinemaya “gitmiş olmaktadır” (Ertan Göksu, Kişisel iletişim, 17 Şubat 2018; Muzaffer Tekel, Kişisel iletişim, 24 Mart 2018). Çocukluğunu erken Soğuk Savaş Ankara’sında geçirmiş olan Ankaralı yazar İnci Gürbüzatik (Kişisel iletişim, 28 Mart 2018) kendi deneyimlerini şöyle aktarmaktadır:

[Sinema], TV’nin olmadığı zamanlarda hayal gücümüzün ufkunu açardı. Ben izlediğim bütün o filmleri günlerce arkadaşlarıma anlatırdım. Hatta filmlerden bazı sahneleri oyun kurup oynadığımı, yeniden kurgulayıp, hatta değiştirerek oynadığımı hatırlıyorum. Filmi görmemiş olanlar için heyecanlı, meraklı bir dünya kurulurdu. Sinemalar bir bakıma arındırır, coştururdu bizi. Bazı müzikal filmlere özellikle Zeki Müren’in filmlerine onun ilk kez okuyacağı yeni şarkıların merakıyla giderdi kadınlar. Ben defter kalemle gittiğimi, şarkısının sözlerini o söylerken karanlıkta yazdığımı hatırlıyorum. Şimdi çok komik geliyor bana ama zaman işte o zamandı.[3]

Bununla birlikte, Ankaralı çocukların sinemayla olan ilişkisi yalnızca seyirci olmaktan ibaret değildir. Sinema salonlarının pek çok yerinde, ailesinin durumu pek iyi olmayan çocuklar da çalışmaktadır. İlerleyen yıllarda Türkiye’nin önde gelen gazetecilerinden olacak olan Cüneyt Arcayürek, İkinci Dünya Savaşı sonrasında harçlığını çıkarmak, okul kitaplarını alabilmek ve ailesine maddi anlamda destek olabilmek için Halk Sineması’nda ışıkçı olarak çalıştığını söylemektedir. Arcayürek’in abisi ise aynı sinema salonunun kapısında bilet kesmektedir (1985, s. 141). Çocuk yaştaki Ankaralılar, bobin taşımacılığından sinema makinistliğine kadar, pek çok işte çalışarak, sinemayla farklı biçimlerde ilişki kurmaktadırlar (Karagözoğlu, 2004, s. 36). İster seyirci, ister emekçi olsun Ankaralı çocuklar, sinema kültürünün ayrılmaz bir parçası olarak kalmış ve II. Dünya Savaşı sonrası değişen sinema kültüründen belki de en çok etkilenen toplumsal kesim olmuşlardır.

  1. Madde 167: On iki yaşından aşağı çocukların, sinema ve tiyatro ve dans salonu ve bar gibi mahallere getirilmesi ve kabul edilmesi memnudur [yasaktır]. Altı yaşından yukarı olanların gündüzün terbiyevî [eğitici] veya hususî mahiyette [nitelikte] olan sinema veya tiyatrolara getirilmesine müsaade olunabilir (1593, T.C. Resmî Gazete, s. 8903).
  2. 1939 yapımı bu film, savaş sonrasında, sinemaskop yöntemi ile renklendirilip yeniden gösterime sokulmuştur (Karagözoğlu, 2004, s. 76).Ankara Araştırmaları Dergisi 2019, 7(1), 147-174
  3. Altan Öymen de savaş sonrası yıllarda, Türkiye’de Amerikalı sahne sanatçılarının şarkılarının meşhur olduğunu aktarmaktadır. Türk halkı bu şarkıların sözlerini bilmese bile melodilerine oldukça aşinadır (2004, s. 186).