Vikikaynak:Deneme tahtası

[1b] Bismillâhirrahmânirrahîm. Etevekkelü ‘aleyhi ve bihî esta‘înü. Hakk te‘âlâ celle ve alâ hazretlerine hamd ü ferâvân ve senâ­yı bî­pâyân ve Resûlullâh sallallâhu ‘aleyhi ve sellem hazretlerinin cenâb­ı refi‘u’l­mekânlarına salât ü selâm­ı bî­girân ve âl ü ashâb u ecnâbına tahiyyât­ı şeref­nişân ihdâ olundukdan sonra; bu birkaç kelimedir ki bu bende­i fakîrin vatan­ı me’lûf ve mekân­ı ma‘rûfundan ayrıldığının sebebi beyânında takrîr olunsa gerekdir ki ibtidâdan sefer etmeğe dâ‘î ve bâ‘is ne olmuşdur: Hicret­i Nebeviyyenin sallallâhu te‘âlâ alâ sâhibihâ dokuz yüz altmışıncı senesinde ki bu fakîrin ömrü, ol vakitde yirmi yaşına erişmiş idi; sene­i mezbûrenin evvellerinde âlem­i rü’yâda şöyle gördüm ki Hazret­i Peygamber’in sallallâhu ‘aleyhi ve sellem meclîs­i şerîflerinde hidmetde durmuşum ve bir cemâ‘at

[2a] dahî ol hazretin meclîs­i sa‘âdetinde oturmuşlar idi. Nâgâh bir şahıs içeriye girüp selâm virdi. Hazret­i Peygamber ‘aleyhi ’s-selâm yerlerinden kalkup, ol şahsa ta‘zîm idüp, kendü yanlarında yir virüp hürmet ve izzet eylediler. Çok musâhabetden sonra ol şahıs, Cenâb­ı Risâlet Penâh’a bu sözü arz eylediler ki: “Yâ Resûlallâh, da‘uftu mine’ş-şeybi ve zâde’l-hırsu ve’z-zulmü ve liye hîfetün mine’l-e‘âdî ‘uddanî bi vâhidin min evlâdik ev ahbâbik li yeküne zahîran fî dîni’l-lâh.” Pes Hazret­i Sallallâhu ‘Aleyhi [ve] Sellem bir mikdâr te’emmülden sonra bu bendeleri cânibine nazar idüp, buyurdular ki: “Yâ büneyye Habibullâh! Kün ma‘a Süleymâni lillâhi rabbi’l-‘âlemîn.”3 Fakîr dahî sem‘an ve tâ‘aten4 deyüp, Hazret­i Peygamber’in sallallâhu ‘aleyhi ve sellem karşusuna gelüp, mübârek ellerin öpüp ve ol kimesnenin dahî elin öpüp, girü varup hidmet yerinde durdum. Az zamandan sonra ol şahıs kalkup, Hazret­i Peygamber’e selâm virüp taşraya gitdiler. Fakîr dahi anun ardınca gitdim. Bir mikdâr yol yürüdükden sonra

[2b] bir deryâ kenarına erişdik. Birkaç kimesneler karşu gelüp ta‘zîmle ol şahsı bir gemiye kodılar. Fakîr dahî bile girüp geminin derkine yakın bir yerde karâr eyledim çün gemi deryâya revân oldı. Deryânın içinde bir azacık yapu ve cüz’îce imâret nazarımda peydâ oldı. Ta‘accüb iderek gönlümden didim ki: “Bu deryânın içinde bu imâret ne olsa gerekdir ve acabâ bu ne yerdir ve kangı deryâdır.” deyû fikirde iken nâgâh karşımda bir mu‘azzam hisâr ve bir saray ve dürlü dürlü ağaçlar peydâ oldı. Bunları göricek tefekkürüm ve hayretim dahî ziyâde olup diledim kim gemi halkından: “Bu ne deryâdır ve bu şehir kangı şehirdir ve bu benim ile gelen Süleyman didikleri kimse ne makûle adamdır?” Sor[du]m, nazar etdim, gördüm ki ol Süleyman adlu kimse gemiden taşra gitmiş. Bu hâletde bana bir ızdırâb düşdi ki “Ol kimseyi yavı kıldım, bir dahî kanda bulsam gerekdir.” deyû nihâyet de elem çekdim. Bu ızdırâbda iken uykudan uyandım. Meğer vâlide­i azîzim başım ucunda teheccüd namazına meşgûl imiş. Benüm ızdırâbım görüp su’âl eyledi ki: “Senün bu ızdırâbına

[3a] sebeb ne idi?” Fakîr dahî düşümde vâki‘ olan ahvâli takrîr eyledim. Buhâle vâkıfe olıcak teheccüdü terk idüp pederim cânibine teveccüh etdi ki bu kıssayı ana arz eyleye. Fakîr dahî abdest almağa müteveccih oldum ki sabah yakın idi çün namâzı kıldık. Namâzdan sonra pederim beni taleb idüp ahvâli su’âl etdiler. Gördüğüm gibi anların hidmetinde dahî takrîr etdim. Buyurdılar ki: “Tekrâr eyle.” Ben dahî tekrâr takrîr eyledim. Buyurdılar ki: “Ol Süleyman didikleri kimseyi bildin mi ki kimdir?” Eyitdim: “Hayır bilmedim. Gemi ehlinden sormak diledim idi lâkin gemide benim nazarımdan gâ’ib olmağın soramadım ve bilmedim ki ne adam idi.” Pes pederim buyurdılar ki: “Allâhu a‘lem ol Süleyman adlu kimse Rum pâdişâhıdır ki adı Sultân Süleyman’dır ve âmme­i halk ana Hüvendigâr­ı Rum dirler. Bu vâkı‘a ki sen gördün; eğer âfâkî olacak ise Hazret­i Peygamber sallallâhu ‘aleyhi ve sellem seni Rum pâdişâhının hidmetine ta‘yîn etmiş dersin. Ol vilâyete gitsen gerekdir ve ol pâdişâh ile âşinâlık etsen gerekdir ve bakiyye­i ömrün

[3b] anların hidmetinde sarf olunsa gerekdir. Eğer bu vâkı‘a âfâkî olmayup enfüsî olacak olursa; senün, demek ki sultân bedendir, sâ’ir a‘zâ ve cevârihin üzerine dindarlık ve doğrı yol üzerine tamâm hükmünü icrâ idüp bakiyye­i ömrün salâh ve hoş hâl ve Allâh ve Resûlullâh rızâsında masrûf olsa gerekdir ve bu vâkı‘adan senün hâlin iyülüğe yüz tutsa gerekdir.” Ve hem buyurdılar ki: “Ey oğul şimdiki halde yirmi yıldır ki ben ve dahî vâliden senün hâlüne intizârdayuz ki neye varsa gerek ve âlem­i gaybden sana ne yüz gösterse gerek? Şimdi bu vâkı‘adan benim cânım dimağına dünya ve âhiret hayrı kokusu erişdi. Elhamdülillâh ki evvel mertebede ve ibtidâ’i rû’yetde Hazret­i Peygamber’in sallallâhu ‘aleyhi ve sellem mübârek cemâlin gördün ve ibtidâ’i nazarın anların dîdâr­ı şerîfine açıldı ve sana dîn hidmetin buyurdılar. Hâliyâ bize lâzım oldı ki seni kendü hâlinden haberdâr ideyüz tâ ki bizden ayrılup birbirimizi bir dahî görmek müyesser olmaduğı zamânda kendü ahvâlinden haber

[4a] bilmiş olasın. Ey oğul şöyle bil ki hicretin dokuz yüz kırkıncı senesinde mübârek Receb ayında ki sen dünyaya gelicek zamân yakın olmuş idi. İttifâk ol gice sülehâ­i ehl­i fakr zümresinden bazı kimesneler bizim evimizde mihmân olmuş idiler. Ol gice biri vâkı‘asında görmüş ki Hazret­i Peygamber sallallâhu ‘aleyhi ve sellem bu fakîrin evine gelüp ve beni da‘vet idüp buyurmuşlar ki: “Ya Mahmud, i’tinî bi’l-veledi’l-‘azîzi’l-llezî enzelehu’llâhu min ‘âlemi’l-gaybi ile’ş-şehâdeti.” ve bu bende ol hazretin cevâbında demişim ki: “Enzelehu ze’l-hiyni hattâ yutahhira min densi’t-tarîk sümme ne’tî bihî ilâ hazretiküm.” Hazret­i Sallallâhu ‘Aleyhi ve Sellem buyurmuşlar ki: “Hüve tâhirun veliyyen mina’l-lâhi te‘âlâ.” Pes bu kelimâtdan sonra seni getürüp, Hazret­i Peygamber ‘aleyhi ’s-selâma teslîm idüp ve hazret dahî seni eline alup sürûrla buyurmuşlar ki: “Vulide bi hayrin Habibullâh.” ve seni mübârek eliyle yuyup ve sana bir ak hırka giydürüp ve mübârek dizleri üzerine koyup tutarken bir kimesne gelüp, Hazret­i Peygamber’e selâm virüp su‘âl eylemiş ki: “Men ze’l-lezî fî hicrikum yâ Resûlallâh.” Hazret dahî buyurmuşlar ki:

[4b] “Zâ Habibullâh ibn Mahmud.” Ol şahıs ardınca bir gayrı kimesne dahî gelüp ve selâm virüp su‘âl etmiş ki: “Men ze’l-lezî fî hicrikum yâ Resûlallâh.” Hazret­i Sallallâhu ‘Aleyhi ve Sellem tekrâr buyurmuşlar ki: “Zâ Habibullâh ibn Mahmud.” Ol kimesne su’âl eylemiş ki: “Hel hüve minkum yâ Resûlallâh.” Hazret­i ‘Aleyhi’s-selâm dahî buyurmuşlar ki: “Hüve muttasılun ileyye min Hüseyin Ali.” Andan sonra seni bana virüp buyurmuşlar ki: “İyyâke bi’l-veledi ve hıfzihî.” Fakîr dahî ağlayup, meded isteyüp demişim ki: “Yâ Resûlallâh, innî ehâfu en lâ utîka bi hıfzihî ve uksire bi kıyâmi ri‘âyetihî.” Hazret­i Sallallâhu ‘Aleyhi ve Sellem buyurmuşlar ki: “Ve lâ tahzenû ‘aleyhi innallâhe ‘azîzun hakîmun vedûdun bihî.” Andan sonra ol meclisde bulunan ta‘âmdan ki hurma ve etmek ve süt imiş, hâzır olan cemâ‘at yemişler. İrtesi gün ki sabâh oldı, bu vâkı‘ayı gören kimesne fakîri gördüğü gibi hikâyet eyledi. Halbuki senün doğduğundan henüz bî­haber idiler. İttifâk ol gün köyden bir bardak süt getürmüşler idi, yanınca etmek ve hurma dahî var idi. Ol sabâh ol sülehânın gıdâsı ol oldu ve bu haber

[5a] ol gören kimsenin ağzından bazı dostlara erişmiş. Cümleden birisi Monla Cânı vâ‘iz idi ki bu hikâyeti işidüp yazup bile alup gitmiş idi. Birkaç günden sonra gelüp monla­yı mezkûr yine gelüp haber virdi ki: “Ol kelimât­ı şerîfe ki Hazret­i Sallallâhu ‘Aleyhi ve Sellem Habibullâh hakkında buyurmuşlar idi. Anı fikir idüp mütâla‘a etdim; bildim ki anlarun kelâm­ı mûciz­nümâsı olmadan gayrı çâre yokdur ve anlarun kelâmı idüğünde hiç tereddüd ve şüphe kalmadı. Lâkin hatırıma geldi ki sizin ferzendiniz hakkında bir târîh nazme getürem çünki hesâb etmeğe şurû‘ eyledim. Gördüm her kelâm ki ol hazretden Habibullâh hakkında buyurulmuş. Evvelinden âhirine varınca her biri bir târîh vâki‘ olmuş. Bu hâle vâkıf olıcak utandım ki bu kelimât mukâbelesinde bir gayrı kelâm dahî fikr idem.” deyû buyurdılar. Vâlid­i merhûm didiler: “Çünki bu ahvâlden âgâh olduk, ol Hazret’in kelimâtından bize ziyâde hayret müstevlî oldı. Pes imdi ey oğul senün mîlâdın hâli böyle olmuşdur ki sana takrîr

[5b] etdim ve bi’l­fi‘il dahî vâki‘ olan hâl budur ki sen vâkı‘ada gördün. Sana bu hâller ma‘lûm olduktan sonra seni Allâh’a ısmarladık. Bundan evvel dahî hod ısmarlamış idik, velî şimdi ihtimâl vardır ki bizim aramızda ihtiyârsız ayrıluk vâki‘ ola, bârî hele kendü hâlinden haberdâr olmuş ol.” deyû buyurdılar. Bu esnâda efvâh­ı âlemde söylendi ki Rum pâdişâhı Acem diyarına gelmek istermiş ve dahî Mısır cânibinden deryâ yoluyla Hürmüz’e Frenk cengine asker­i Rum gelse gerek imiş deyû çavlandı ve birkaç günden sonra bir haber dahî geldi ki Rum pâdişâhı Sultân Mustafa’yı öldürmüş ve Haleb şehrine gelmiş ve Mısır canibinden leşker gelüp Hürmüz’ü muhâsara etmişler deyû şâyi‘ oldı. Pes bu fakîr kendüne müte‘allik birkaç kimesneler ile ittifâk idüp hâzır oldu ki Rey şehri yolundan ki deryâ­yı Hürmüz kenârında vâki‘ olmuşdur, ol yoldan kendümizi İslâm askerine erişdirüp mücâhidler zümresine dâhil olayuz çün ol mahalle erişdik. Haber virdiler ki asâkir­i İslâm Hürmüz’den gelüp

[6a] Basra’ya gitmişler. Bu haberi işitdikde yoldaşlarımız fırsat fevt oldı deyû dönüp gitdiler. Fakîr müte‘alliklerimden bir kimesne ile Basra’ya gitdim ki andan Rum askeri ile Rum’a gidem. Meğer ol gemilerin kapudânı ol zamânda Hürmüz’de olan Müslümânları gâret ve yağma etmiş imiş. Ol sebeb ile pâdişâh cânibinden havf idüp Basra’dan Mısır’a kaçmış. Âhar Mısır’da tutup öldürmüşler. Pes fakîr ol senede ki dokuz yüz altmış birinci sene oldı, Basra yolundan Ka‘betullâha varup şeref­i hac ile müşerref olup gerü Basra’ya geldüm. Ol aradan Bağdad’a ve Bağdad’dan Haleb’e ve Haleb’den Molla Ahmed Kazvînî ile yoldaş olup İslambol’a teveccüh eyledik çün Üsküdar’a gelüp İslambol’a geçmek içün gemiye girdik. Ol iki yıl evvelden vâkı‘ada gördüğüm kuleyi ve sarayı ve hisârı aynı ile müşâhede eyledim. Hayret­i küllîden sonra hâtırıma geldi ki bu makâmı ve bu hisârı ve saray ve bu ağaçları iki yıl bundan evvel vâkı‘amda görmüş idim. Ol gördüğüm bu imiş deyû mukarrer etdim. Birkaç günden sonra pâdişâh­ı

[6b] âlempenâh a‘ni merhûm ve mağfûrun leh Sultân Süleyman Han ‘aleyhi’r-rahmeti ve’r-rıdvân hazretlerinin dîdâr­ı şerîflerin görmek arzusı kalbime geldi. Bir gün ki Hazret­i Pâdişâh­ı merhûm ava gitmek sebebi ile İskender Çelebi Bağçesi cânibine teveccüh buyurmuşlar idi. Fakîr yol başında bir yerde durup selâmladım. Âlem­i rü’yâda merhûmu ne şekil ile gördüm ise yine biaynihî öyle gördüm. Ol mahalde bu fakîre kırk beş altun ihsân buyurdılar ve hem ağalar cânibinden dahî bu fakîre tenbîh olundı ki: “Gâh gâh saray­ı pâdişâhîye gelesiz inşallâh ri‘âyet görürsiz.” Bundan sonra merhûm ve mağfûrun leh her gâh ki şikâre yâhûd cum‘a gün namâza çıkmağa azîmet buyuralar idi, fakîr dâ’imâ yolda selâmlayup muttasıl nazar­ı inâyetleri ile manzûr ve müşerref olurdum ve ihsânlarından hergiz mahrûm olmazdım ve hem ekser zamânda vâkı‘amda kendümi merhûm pâdişâhın hâs hidmetkârlarından olmuş müşâhede ider idim. Bu hâl üzerine üç yıl geçüp dördüncü yıl ki dokuz yüz altmış beşinci sene idi, vâkı‘amda kendümi yine

[7a] Hazret­i Peygamber’in sallallâhu ‘aleyhi ve sellem hidmetinde durmuşum gördüm ve bir bölük adam dahî ki anların adedi yediden dokuza varınca idi, gelüp ol Hazret’in şeref­i dest­bûsı ile müşerref oldılar. Ol tâ’ifeden birisi ol Hazret’in huzurunda söze başlayup hidmetlerine bir nice kelâm arz eylediler. Cümleden biri bu kelâm idi: “Setekau’l-harbu beyne Selîm ve Bâyezîd mâ te’murûne binâ ya Resûlallâh.” Hazret­i Resûl sallallâhu ‘aleyhi ve sellem buyurdılar ki: “Vârisu’l-mülûki Selim” Ve bu söz ki ol Hazret’den istimâ‘ olundı ol cemâ‘at selâmlayup gitdiler. Fakîr dahî uyanup bu haberden tefekküre vardım. Bir müddet bu haberi kimseye izhâr etmeyüp muntazır oldum ki: “Aceb ne eser zuhûr eyleye?” Bu vâkı‘adan iki ay geçdikden sonra merhûme ve mağfûre Hasekî Sultân fevt olup, andan sonra Manisa’ya varup bu vâkı‘a ahvâlini hâce Ataullâh huzûruna ve Mustafa Paşa Lala huzûruna arz eyledim. Andan Haleb ve Şam cânibine müteveccih oldum. Hem ol yılda kış evvellerinde merhûm Sultân Selim hazretlerinin sancağı Manisa’dan Konya’ya ve Sultân

[7b] Bâyezîd merhûmun dahî sancağı Kütahya’dan Amasya’ya tebdîl olundı ve bahar evvellerinde ki hicretin dokuz yüz altmış altıncı senesi idi, ol iki şehzâdenin arasında harb vâki‘ oldı. Fakîr ol harbde hâzır idim ve andan sonra tekrâr İslambol’a gelüp, dört yıl mikdârı mukîm olup, hicretin dokuz yüz altmış sekizinci yılında merhum Rüstem Paşa fevt olup, dokuz yüz altmış dokuzuncu yılda Mısır yolundan gerü Ka‘betullâha müteveccih olup dokuz yüz yetmiş senesinin ve yetmiş bir ve yetmiş iki senesinin haccı biribiri ardınca bu fakîre müyesser oldı ve ol yıllarda üç nevbet Hazret­i Peygamber’i sallallâhu ‘aleyhi ve sellem vâkı‘ada görmek el virdi. Çün dokuz yüz yetmiş iki senenin haccından fâriğ olup Ka‘betullâha geldim. Mübârek Zilhicce ayının evâhirinde âlem­i rü’yâda gördüm ki yine evvelki gibi Sultân Süleyman hazretlerinin hidmet­i şerîflerinde imişim. Hazretleri has hücresinden çıkup buyurdılar ki oğlan bunda bir azîz vardır ziyâret idelim çünki anlar teveccüh buyurdılar. Fakîr dahî anların ardınca gitdim.

[8a] Asâ­yı mübâreklerin bu fakîrin eline virüp bir evin içine girdiler. Fakîr kapuda tevakkuf eyledim. Bir sâ‘atden sonra tekrâr taşra gelüp mübârek asâların ellerine virdiğim gibi buyurdılar ki: “Sen dahî gir ve ziyâret eyle.” Fakîr dahî emr­i şerîflerine imtisâl idüp içerü girdim. Gördüm ki ol ev içinde bir yüksecik seki üzerinde iki kimse oturmuşlar; birisi bu fakîrin pederi ve biri dahî bir gayrı kimesne. Fakîr ferâsetle bildim ki Hazret­i Pâdişâh’ın murâdı ol bir şahsı ziyâretdir, pederim ziyâreti değildir. Pes anların oturduğı yere çıkup ol azîzin ve hem pederimin ellerin öpüp, aşağa gelüp hidmet makâmında durdum gördüm. Taşradan üç kimesneler gelüp yukarı anlar cânibine çıkdılar. Hem ol azîzin elin ve hem merhûm pederin elin öpüp, aşağa gelüp, fakîrden yukarı ellerin göğüslerine koyup durdılar. Peder­i merhûm anların ellerin öp deyû bu fakîre işâret etmeğin anların üçünün dahî ellerin öpdüm. Mücerred el öpdüğüm gibi anlar selâmlayup, çıkup gittiler. Ba‘dehu peder bu fakîrden su’âl

[8b] eyledi ki: “Ol el öpdüğün kimesneleri bildin mi ki kimlerdir?” Fakîr: “Hayır bilmedim.” dedim. Buyurdılar ki: “Anların büyükleri Hazret­i Sultân Selim Han idi ve ortancaları Hazret­i Sultân Murad idi ve küçükleri Sultân Hasan, Sultân Murad Han’ın oğlıdır. İmdi sen bunların hidmetleri içün ta‘yîn olundun, hidmetde gaflet etmeyesin.” Bu kelâm istimâ‘ olundukda hâtırıma bu geldi ki Hazret­i Sultân Süleyman hidmetinde ferd­i vâhid olduğum içün leyl ü nehârda zahmet ve ta‘abden hâlî olmazım. Bu üç pâdişâha nice hidmet etmeğe kâdir olam, Hak ta‘âlânın kulları çokdur, bir gayrı kimesneye buyurıla, benüm elimden gelmez deyû hâtıra etdiğim gibi ol azîz kimesne buyurdılar ki: “Hayır bunların hidmeti ta‘ab üzerine değildir heman bir varup görüp ve bir görünmekdir. Eğer bir emir hâdis olursa biz sana haber verürüz, sen dahî anlara haber verürsün.” dedikleri gibi hâtırıma geldi ki bu azîz benüm gönlümün hâtırasına vâkıfdır. Pes buyurduklarını kabûl idüp, ol seki üzerine çıkup, ellerini öpüp, gerü aşağa

[9a] gelüp durduğum gibi peder bu fakîre: “Var var! Sultân Selim’e buluş.” deyû buyurdukda selâmlayup çıkdım. Kapuda kimse görmedim. Pes kalbime ıztırâb düşüp uyandukda abdest alup, Harem­i Şerîf’e girüp sabâh olunca tavafa meşgûl oldum. Çün sabâh oldı namâzı edâ etdikden sonra, bir azîz kimesneye ki anlara tamâm hüsn­i i‘tikâdım var idi, bu vâkı‘a ahvâlini arz eyledim. Buyurdılar ki: “Tekrâr takrîr eyle.” Çün tekrâr takrîr etdim. Buyurdılar ki: “Allâh Allâh zamân Sultân Selim’e erişmişdir ve sana Rum’a gitmek lâzım olmuşdur ve Sultân Selim’den sonra Sultân Murâd pâdişâh olsa gerekdir ve Sultân Murâd’ın zamânı geçdikten sonra Sultân Murâd oğullarından bir kimse pâdişâh ola ki halk andan râzı ve şâkir ola. Zîrâ Sultân Hasan lafzındaki nûn’un kesresiyle melfûz olmuşdur. Ol pâdişâhın sıfât­ı cemilesine ve ahlâk­ı hasenesine işâret vardır. Hasan lafzı alem ismine işâret değildir. Hele şimdi sana Rum diyârına gitmek lâzımdır.” Fakîr bu ta‘bîri istimâ‘ etdikte didim ki:

[9b] “Buyurduğunuz hakdır ammâ bu fakîrin Rum’a gitmesi emr­i ba‘îd görünür. Zîrâ benüm Rum canibinden ne bir ümidim vardır ve ne gitmeğe kudretim vardır.” Ol azîz tebessüm idüp buyurdılar ki iş gayrıdır ve iş buyuran gayrıdır. Müşâhede etdiğin vâkı‘anın muktezâsı budur ki ihtiyârsız sen diyâr­ı Rum’a gidesin. Sırren ve cehren ol ta‘yîn etdikleri pâdişâhların hidmetlerine erişüp anları müşâhede etsen gerekdir. Henüz azîz bu sözün takrîrinde iken Kâbe’de müftî­i hanefî olan Mevlânâ Kutbuddin ki bu fakîrin halazâdesi idi, anların canibinden bir kimesne gelüp Hazret­i Şeyh sizi ister didi. Ol azîz tebessüm idüp buyurdılar ki: “Allâhu a‘lem sizi sefer mukaddimesinden ötürü taleb iderler.” Fakîr eyitdim: “El-Hayru ma’htârehu’llâ. Ol nesne ki hayırdır Allâhu te‘âlâ anı müyesser eyleye.” Çünki Şeyh Kutbuddin hidmetine irişdim, buyurdılar ki: “Senün ma‘âşın hususunda fikr idüp Şerîf hazretlerinden bir arz aldım ve Mekke kadısından dahî bir arz aldım ve hem ben dahî bir arz vireyim ve birkaç mektûb dahî yazmışım ki Rum mevâlîsine

[10a] göndersem gerek. Hâliyâ sana lâzımdır ki bu arzları ve mektûbları alup, Rum’a teveccüh idüp, anda cihet­i ma‘âş içün kût­i lâ yemût taleb idüp giru bu cânibe rücu‘ eyleyesin. Tâ ki bâkî ömrümüz bunda bilece geçüreyüz.” Çün fakîr vâkı‘anın ta‘biri mukaddimesinden haber duydum, sem‘an ve tâ‘aten diyüp ol mevsimde ki anun âhiri dokuz yüz yetmiş üç Muharremi’nin gurresi idi, hacılar ile Şam cânibine müteveccih olduk. Şam­ı Şerîf’e vâsıl oldukda Mustafa Paşa Lala’ya buluşduk çünki evvelden âşinâlık var idi. Ahvâlden bazısını anların hidmetine arz eyledik. Anlar dahî cihet­i ma‘âş husûsunda bu fakîre bir arz ve bir mektûb virüp Hâce Ataullâh hazretlerine gönderdiler. Sene­i mezbûrenin Ramazân­ı Şerîfi evâ’ilinde ol gün ki Kütahya’ya dâhil oldum, ikindi vakti idi. Nâgâh merhum Sultân Selim Han’a bir sokakda rast geldim ki hergiz giru dönmeğe mecâl yok idi. Nâçâr bir yerde durup gelüp geçdikde nazar nazara rast gelüp bir derece mikdârı birbirimize müşâhede

[10b] vâki‘ oldı. Aynen biaynihî her nice ki vâkı‘a âleminde görmüş idim, min gayri tefâvütin müşâhede etdim. Ba‘de Hâce Ataullâh hazretlerine mülâkat idüp anlar dahî bu fakîrin ahvâlin arz eylediler. Pes Mısır havâlîsinden yevmî yirmi osmânî bu fakîre vazîfe ta‘yin buyurılup, giru Ka‘betullâh cânibine gidüp du‘â­i devlet­i pâdişâhîye meşgûl oldum. Ondan sonra yetmiş beş senesinde giru Mısır yolundan İslambol’a teveccüh eyledim. Çünki pâdişâ­ı âlempenâh Hazret­i Sultân Murâd Hân Manisa’da karâr buyurdılar. Fakîr dahî yetmiş altıncı senede dârü’s­selâm Manisa’ya varup Cum‘a günü ki sa‘âdetlü Pâdişâh­ı Âlempenâh hazretleri Cum‘a namâzına çıkdılar, müşâhede­i cemâl­i şerîf vâki‘ olunca biaynihî âlem­i rü’yâda gördüğüm gibi göründiler. Mekke­i Mu‘azzamada gördüğüm vâkı‘a muktezâsınca bir risâle yazup, Devletlü Pâdişâh hazretlerinin vâris­i saltanat olacaklarının beşâretin i‘lâm idüp risâle­i mezkûreyi ol zamânda Hazret­i Pâdişâh’ın hâceleri olan İbrahim Efendi’ye virmiş idim ve ol risâlede

[11a] birkaç kelime ki yazılmış idi, bunlar idi: “Yetevella’l-mülke Murâd ba‘de Selim, âmede ez lütf-i hüdâ-yı cevâd hâtem-i ikbâl be-Sultân Murâd, zıllun mü’ebbedun in sâra mü’eyyeden yasîru memdûden. Ve bu kelâmdan anlarun cülûs­u hümâyûnlarına işâret vâki‘ olmuş idi. Çün risâle Hazret­i İbrahim Efendi’ye verildi, bu fakîr giru Haremeyn­i Şerîfeyn cânibine müteveccih olup nice vakit Pâdişâh­ı zılli ilâhe hazretlerinin du‘â­i hayırlarına meşgûl olduk. Tâ ki dokuz yüz seksen senesinin haccı zamânı erişüp edâ­yı hac etdikden sonra, ol mevsimde Şam yolundan Pâdişâh hazretlerinin bâb­ı sa‘âdet­me’âblarına gitmek lâzım geldi. Çünki dârü’s­sa‘âde Manisa’ya erişdim yârân­ı kadîmden bazı kimesnelere buluşup bu bendeye sâbıkda vâki‘ olan ahvâl ve ahbârdan su’âl eylediler. Pes gördüm kim vâkı‘aların bazı ahvâli ki tahkîk mesabesine varmış idi. Ol ahvâlden anların su’âline cevâb olmağa münâsib birkaç kelime anlara takrîr olundı. Ba‘de takdîr­i rabbâni müsâ‘adesiyle dokuz yüz seksen iki Cemaziyelâhiresinin bir Cum‘a günü

[11b] namâz vaktinde bu fakîr, Pâdişâh­ı âlempenâh hazretlerinin şeyhleri olan azîz yanında vâki‘ oldum. Namâz tamâm olup selâm virdükleri gibi bu fakîrin nazarı Hazret­i Pâdişâh­ı Zıllullâh nazarına rast gelüp bir derece mikdârı nazar nazardan ayrılmadı. Pes ol hînde şol emânet ki bu fakîre işâret etmişler idi, pâdişâh­ı âlempenâh nazarında anı müşâhede idüp ve anun beşâretin Hazret­i Şeyh’e ve erkân­ı devlete erişdirdim. Andan sonra seksen iki târihinin mübârek mâh­ı Ramazânında Pâdişâh hazretlerinin cülûs­u hümâyunı vâki‘ oldı, eyyedehu’l-llâhu te‘âlâ ‘alâ a‘dâ’ihi. Hayırhâh olan fukarâ evkâtları du‘â­i hayırla sarf olunur. Andan sonra çünki şehzâde­i civân­baht Sultân Mehmed Han tâle bekâuhu fî zılli vâlideyhi ve’rdâhumâ ‘anhu tamâm­ı sa‘âdetle dâru’s­sa‘âdet Manisa cânibine müteveccih oldılar, fakîr ol zamânda dahî Üsküdar’a yol üzerinde muntazır olmuş idim. Çünki nazarım ol Hazret’in dîdârına rûşen oldı, ol tarîkle ve ol sîmayla ki Mekke­i Mu‘azzama’da âlem­i rü’yâda

[12a] Sultân Selim Hân ve Sultân Murâd Hân ile müşâhede etmiş idim, biaynihî yine öyle göründi. Âlem­i vâkı‘ada görilen ahvâl aynı ile evvelki minvâl üzere âlem­i şehâdetde müşâhede olunduğuna vâki‘ olmağla sürûr idüp, ol mahalde du‘âya el kaldırup derûn­u cândan bu kelâm bu fakîrin lisanına cârî oldı ki: “İlâhî ber-âver murâd-ı Muhammed fî külli yevmin bisa‘din müceddedin.” Pes azîzlerden bir cemâ‘at ile fâtiha okuyup Hazret­i Kâdir­i Mutlak’dan taleb olundı ki bu hânedânı kıyâmete dek dünyevî ve uhrevî saltanat izzeti ile ve adl ve ihsânla mu‘ammer ve memdûd eyleye. Âmîn âmîn âmîn bi hürmeti Seyyidi’l-evvelîn ve’l-âhirîn yâ Rabbe’l-‘âlemîn ve yâ Hayre’n-nâsirîn.