Recep Tayyip Erdoğan'ın 22 Eylül 2011 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yaptığı konuşma

Sayın Başkan, Sayın Genel Sekreter,

Ekselansları, Saygıdeğer Delegeler,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyor, 66’ncı Genel Kurulun hayırlı sonuçlara vesile olmasını diliyorum.

Başkanlığı üstlenen Sayın Nasır Abdülaziz El-Nasır’ı tebrik ediyor, Sayın Joseph Deiss’e de sergilediği dirayetli başkanlıktan dolayı teşekkür ediyorum.

Uluslararası toplumun da, Birleşmiş Milletlerin de, tarihi bir sınavdan geçtiği bir dönemdeyiz.

Açık söylemek zorundaydım ki, Birleşmiş Milletler bugün insanlığın umutlarını insanlığın geleceğini tehdit eden korkulara galip kılacak bir liderlik sergileyemiyor.

BM, ne yazık ki, belli ülkelerin çıkarları ve vesayeti istikametinde değil, bütün insanlığın hukukunu korumayı esas almak üzere yeniden yapılanmak ve vizyonunu yenilemek zorundadır.

BM’nin ve uluslar arası toplumun acil sorunlar karşısında ne büyük acz içinde olduğunu geçtiğimiz ay Somali’de bizzat gördüm. Somali’de gördüğüm yoksulluğu ve acıyı tarif etmem imkansızdır.

Bir lokma ekmek ve bir damla su ihtiyacı karşılanmadığı için on binlerce çocuğun öldüğü ‘Somali faciası’, birkaç kelimeyle veyahut birkaç cümleyle geçiştirilecek bir konu değildir. Ve bu, uluslararası toplum için yüz karasıdır.

20 yıldır yaşanan iç savaş Somali’nin bütün hayat kaynaklarını kurutmuş durumda… Somali halkı dünyanın gözü önünde adım adım ölüme sürükleniyor...

Bugün uluslararası toplum, orada yaşanan acıyı adeta bir film gibi kayıtsızca seyrediyor.

İnsanlığımızın test edildiği bu fotoğrafla acilen yüzleşmeliyiz.

Sadece bugünün fotoğrafıyla değil, Somali’yi bu büyük dramın kucağına atan yüz kızartıcı tarihle de yüzleşmeliyiz.

Zira, bu büyük buzdağının görünmeyen kısmında büyük insanlık suçları gizlidir.

Bugünkü Somali gerçeği, Afrika’yı yüzyıllarca hegemonyası altında tutan sömürgeci zihniyetin açtığı derin yaraları da ortaya çıkarmıştır.

O eski sömürgeci-kolonyalist anlayış, ne yazık ki bugün ise menfaatinin olmadığı yere adımını atmayarak milyonlarca çocuğun bir lokma ekmeğe muhtaç olarak ölmesini seyrediyor.

Açık söylüyorum. Somali’nin feryadını duymayan dünyada kimse barıştan, adaletten, medeniyetten söz edemez.

Orada yaşanan acıyı anlatmaya hiçbir kelimenin takati yetmez.

Türkiye olarak Somali’ye de, diğer dünya meselelerine de yaklaşımımızı tamamen insani ilkeler üzerine bina ediyoruz.

Bizler, milletimizin verdiği güçlü destekle Somali için kapsamlı bir yardım kampanyası başlattık.

Biz, Türkiye olarak, Son iki ay içinde halkımızdan 300 milyon dolara yakın bağış topladık. Ayrıca ayni yardımların miktarını da şu ana kadar 30 milyon doların üzerine çıkardık.

Acilen İslam İşbirliği Teşkilatı’nı İstanbul’da topladık ve bu toplantıda 350 milyon doların üzerinde taahhütte bulunuldu.

Türkiye acil insani yardımların yanı sıra, bu ülkenin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak altyapı tesislerini inşa etmekte de kararlıdır.

Bu kapsamda yol, hastane, okul ve su kuyuları gibi ulaşımdan sağlığa ve eğitime, tarımdan balıkçılığa ve müteahhitlik sektörüne kadar çok geniş bir alanda projeler üstlenmektedir.

Mogadişu’daki Büyükelçiliğimizi de yeniden hizmete açarak yardımların gecikmesine güvenlik sorunlarının bahane edilemeyeceğini dünyaya göstermiş olduk.

Somali kaynaklı korsanlık ve terörizmle mücadelede sonuç alınabilmesi için de, acilen iç savaşın durdurulması ve ülkenin demokratik birleşik bir yönetime kavuşması gerekiyor.

Uluslararası toplumun dünyanın başka çatışma noktalarına gösterdiği ilgiyi Somali’den niye esirgediğini herkesin kendine sormasını özellikle istiyoruz.

Somali’deki barış ve istikrarın tesisine bütün uluslararası toplumun çok acilen destek vermesi gerekiyor.

Somalili kardeşlerimizi 20 yıldır içten içe kemiren iç savaş artık sona ermelidir.

Bu bağlamda, Somalili liderlerin ulusal uzlaşı yönünde son dönemde kaydettikleri ilerlemeler bize gelecek için umut vermektedir.

Somali uluslararası toplum içinde hak ettiği yeri aldıkça, dünyada daha güvenli ve istikrarlı bir yapıya kavuşacaktır.

Türkiye’nin Somali’ye yönelik yoğun çabalarının temelinde bu hassasiyet vardır.

Somali’yi ayağa kaldıracak altyapı yatırımlarını gerçekleştirmek ve kalkınmayı kalıcı kılacak siyasi barış ve istikrar ortamını sağlamak için gayret sarfediyoruz.

Bunu bir başka hesapla değil, sadece insani ve vicdani sorumluluğumuzun gereği olarak yapıyoruz.

Türkiye’nin bu yöndeki öncülüğünün tüm uluslararası topluma örnek olması en büyük arzumuzdur.

Sayın Başkan,

Bizim açımızdan Birleşmiş Milletler, kaba kuvvet ve zulüm yerine, uluslararası hak ve adaleti; çatışmayı değil barışı, basit çıkar ve denge arayışlarını değil, insanlık vicdanını hakim kılmaya çalışması gereken bir idealin adıdır. Ben Birleşmiş Milletler'i böyle anlıyorum.

Bu idealin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel ise, yarım asrı aşkın süredir devam eden Arap-İsrail ihtilafıdır. Bu sorunun halen çözülememesi, aksine her defasında hak ve hukukun siyasi dengeler uğruna heba edilmesi uluslararası adalet duygusuna vurulan en büyük darbedir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bu konuda bugüne kadar aldığı bağlayıcı nitelikteki, -bunun altını çiziyorum- 89 karara İsrail uymamıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun, yani bu çatının altının aldığı fakat İsrail’in hiçe saydığı yüzlerce karar vardır. Daha da acısı, Birleşmiş Milletler, Filistin halkının yaşadığı insanlık dramının sona ermesini sağlayacak hiçbir adımı atamayacak kadar aciz kalmaktadır.

Soruyorum: Acaba Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, farklı ülkeler için, bu tür yaptırım kararları aldığı zaman, bu kararlara uymayanlara, aynen İsrail’e uyguladığı gibi, sessiz mi kalıyor? Yoksa yaptırımları Sudan’da yaptığı gibi sonuna kadar uyguluyor mu?Bunu kendimize sormak suretiyle, şöyle bir kendimizi çek etmeliyiz.

Bu durum, uluslararası toplumun genelinde büyük bir infiale yol açmaktadır. Bugün gelinen noktada bu sorunun daha fazla çözümsüz kalamayacağı ve uluslararası toplumun artık hızla harekete geçerek, bu kanayan yaraya bir an önce müdahale etmesi gerektiği açıkça ortaya çıkmıştır.

Rahatlıkla fosfor bombasını kullanan İsrail’dir. Atom bombasını bulunduran da İsrail'dir. Ne var ki buna karşı bir yaptırım yok. Ama çevrede böyle bir havayı hissettikleri anda, 'nasıl yaptırım yaparız' gayreti içerisine giriliyor. Adalet bu mu? Bu sorulmaz mı?

Bu bağlamda sorun, açık söylüyorum, İsrail hükümetinin tutumundan kaynaklanmaktadır. Bu ülkeyi yönetenler barış için gerekli adımları atmak yerine her geçen gün barışın önüne yeni bir engel çıkarmaktadır. İşgal altında olan, Filistin topraklarıdır, İsrail toprakları değil... Bunun İsrail toprakları olduğunu söylemek, tarihle ters düşmektir. Orada Filistin toprakları işgal altındadır. Orantısız güç kullanan, İsrail’dir. Ama yaptırım uygulanmayan, yine İsrail’dir.

İşgal altındaki Filistin topraklarında, uluslararası toplumun tüm çağrılarına karşı devam eden yasadışı yerleşimler ile Gazze’ye yönelik abluka bu kapsamda en öne çıkan iki husustur.

Soruyorum: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde, herhangi bir toplumu, uluslar arası ilişkilerden veya insani münasebetlerden tecrit etmek veya soyutlamak gibi bir şey var mıdır?

Benim okuduğum İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde böyle bir şey yoktur. Bir sandık domatesi, Filistin’e sokmak isterseniz, İsrail’in iznine tabisiniz. Ben bunu insani olarak görmüyorum.

Daha da önce de belirttiğimiz gibi, İsrail’i yönetenlerin, artık bir tercih yapması gerekmektedir. BM sistemindeki boşluklar, belirli ülkelerdeki lobiler İsrail’e gayrımeşru eylemlerinden dolayı uluslararası hukuk ve adaletten kaçma imkanı verecektir. Ancak, İsrail’in bugün en çok ihtiyaç duyduğu güvenliği, -ki bunu özellikle söylüyorum- kendisi için beklediği o güveni sağlamayacaktır. İsrail’i yönetenlerin, gerçek güvenliğin, ancak gerçek barışın inşa edilmesiyle mümkün olabileceğini görmeleri gerekmektedir.

Buradan bir kez daha İsrail’e seslenmek istiyorum: Barışın yerine ikame edilecek hiçbir şey yoktur. Bugün karşılaştığınız mesele, sadece basit bir ‘güvenlik için barış’ denklemi değildir. Ortadoğu’da yeşermeye başlayan yeni siyasal ve beşeri coğrafyayı doğru okuyarak, sürekli bir çatışma ve ihtilaf halini sürdürmenin artık mümkün olamayacağını görmeniz gerekmektedir.

Uluslararası toplum olarak, Birleşmiş Milletlerin kuruluş gayesi olan uluslararası barış ve güvenliğin tesisi idealine inanıyorsak, İsrail’i, bu ülkeyi yönetenlere rağmen barış için zorlamak, bu ülkeye hukukun üstünde olmadığını açık bir şekilde göstermek gerekmektedir.

Bu doğrultuda atılması gereken en önemli adımlardan birisi, Filistin halkının devlet olarak tanınma yönündeki haklı talebinin karşılanması ve Filistin devletinin temsilcilerinin de bu yüce kurulda BM üyesi olarak hak ettiği yeri almasıdır.

Aslında, Birleşmiş Milletler 1947 yılında 181 sayılı kararla Filistin’i devlet olarak ilan etmişti. Ama ne yazık ki bu uygulamaya konulmadı.

Türkiye’nin Filistin devletinin tanınmasına desteği koşulsuzdur.

Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında barışın hakim kılınması için her türlü çabayı sarfetmeye hazırdır. Bu bağlamda Arap-İsrail ihtilafının çözüme kavuşturulması, Filistin devletinin tanınması, Filistinliler arası iç uzlaşmanın sağlanması, Gazze halkının maruz kaldığı gayri hukuki ablukanın kaldırılması için bundan böyle de aktif tutum izlemeye devam edecektir. Bu tutumumuz, bölgesel barış ve istikrar ile uluslararası hak ve hukuka yönelik bakışımızın ve bu bağlamdaki sorumluluk hissimizin doğal bir sonucudur.

Nitekim 33 ülkeden insanların bulunduğu bir insani yardım konvoyuna denizden ve havadan, uluslararası sularda saldırmak suretiyle, 9 vatandaşımızın şehit edilmesi konusuna seyirci kalmak, herhalde mümkün değildir. İsrail’e gösterdiğimiz tepki de bu tutumumuzun bir neticesidir. Türkiye, bugüne değin hiçbir devlete karşı hasmane ve çatışmacı politikalar izlememiş, dostluk ve işbirliğini esas alan bir dış politika anlayışıyla hareket etmiştir. İsrail de bundan ari değildir. Ancak İsrail, kendisine karşı tarih boyunca dostça yaklaşan bir ülkeye ve bu ülkenin halkına karşı vahim bir yanlış yapmış, dahası bu yanlışını görmemekte ısrar etmiştir. İsrail’den taleplerimiz ortadadır: Özür dileyecektir. Şehitlerimizin ailelerine tazminat ödeyecektir. Ve Gazze’den ablukayı kaldıracaktır. İsrail yanlışını düzeltip bu taleplerimizi karşılayacak adımları atmadıkça bu tavrımız değişmeyecektir.

Bu kürsüden özellikle vurgulamak istiyorum. İsrail halkı ile sorunumuz yoktur. Sorun şimdiki İsrail hükümetinin saldırgan politikalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim önceki İsrail hükümetleri döneminde çok yapıcı çalışmalar yaptık, pek çok konuda ilerleme kaydettik. Şimdi ise gerilimin kaynağı sadece sadece mevcut İsrail hükümetidir.

Türkiye uluslararası alanda sözüne güvenilir, dostluğu ve işbirliği aranır bir ülkedir.

İzlediğimiz bu ilkeli ve kararlı siyasetten asla taviz vermeyeceğiz.

Sayın Başkan,

Orta Doğu coğrafyasında büyük bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanmaktadır.

Bu olayların başladığı ilk günden itibaren bölgedeki yönetimlere bir çağrıda bulunduk.

‘Halkınızın demokrasi yönündeki çağrlarına ve sesine kulak verin, zira her türlü iktidarın meşruiyetinin kaynağı, herşeyden önce halktır, halkın iradesidir. Yapılması gereken, halkın iradesinin özgür ve serbest şekilde tecelli etmesinin sağlanmasıdır.'

Yine dedik ki, 'Egemenliğin kaynağı millettir, milletin iradesidir. Milletin iradesine dayanmayan egemenlik meşru değildir.'

‘Egemenlik, hiçbir lidere, hiçbir rejime kendi halkına zulmetme, masum insanları katletme özgürlüğü vermez. Kendi halkına silah doğrultan bir rejimin, ne egemenliği ne de meşruiyeti kalır.'

‘Artık herkes anlamalıdır ki, zaman değişmiştir. Halkın meşru talep ve beklentilerini karşılamayan, kendi halkına silah doğrultan, adalet ve hakkı tutup kaldırmak yerine, zulmü esas alan yönetimlerin devri kapanmalıdır.’

Bu çağrımızın, Mısır, Tunus ve Libya’da makes bulmuş olmasından, halkın meşru talepleri doğrultusunda demokratik dönüşüm süreçlerinin başlamasından büyük bir memnuniyet duyuyoruz. Bu, bizi gelecek için ümitlendirmektedir. Ancak, halen olayların gerisinde kalan ve eski zihniyetle yanlış refleksler veren ülkeler olduğunu da üzüntüyle müşahede etmekteyiz.

Bu bağlamda, bizim için en öncelikli ülkelerden biri olan komşumuz Suriye’deki gelişmeleri özellikle yakından takip etmekteyiz. Suriye’de, halka karşı yapılan ve hepimizi derinden kaygılandıran, kabul edilmesi mümkün olmayan eylemler üzerine, Suriye liderliğine defalarca gerekli ikazlarda bulunduk. 910 km. sınırımız var. Akrabalık bağlarımız var. Fakat ilkelerle ters düşen bu uygulamalara karşı ikazlarımızı yaptık. Dost acı söyler prensibinden hareketle, Suriye halkının demokrasi yönündeki çağrılarına ve sesine kulak vermelerinin gerekli olduğunu, kendi halkına karşı silah doğrultan rejimlerin ayakta kalamayacağını, zulumle abad olunamayacağını açıkça bildirdik. Ancak Suriye liderliği, bu ikazlarımızı duymamakta maalesef ısrar etmiştir. Ülkede dökülen her damla kan, Suriye liderliğiyle halkının arasındaki bağı koparmaktadır.

Türkiye olarak biz, gerek Suriye’de gerek diğer ülkelerde, halkların demokratik taleplerini desteklemeye ve rejimleri bu yönde adımlar atmaya teşvik etmeye devam edeceğiz. Uluslararası toplumun da bu doğrultuda hareket etmesini bekliyoruz.

Nitekim, Tunus ve Mısır’la bu amaca yönelik yoğun işbirliğimiz artarak sürüyor. Keza, Libya’da Ulusal Geçiş Konseyi’ne başından beri her türlü desteği veren Türkiye’nin, bugün yeni Libya’ya Büyükelçisini gönderen ilk ülke olmasından da gurur duyuyoruz.

Demokratik, birleşik ve özgür bir devlet olarak BM içinde de hak ettiği yeri almasını beklediğimiz yeni Libya’nın, bundan sonra da en güçlü destekçisi olmaya devam edeceğiz.

Geçtiğimiz hafta yaptığım Libya ziyaretinde, Trablus, Tajura, Misrata ve Bingazi’yi de ziyaret ettim. 4 şehirde mitingler yaptık. Halkla buluştuk, halkla kaynaştık. Libya halkının yaptığı devrimin haklı gururunu yaşadığını gördüm.

Misrata’nın nasıl yıkılmış olduğunu müşahede ettim.

Buradan Libya meselesinde bütün uluslararası topluma şu konularda hassas olması gerektiğini söylüyorum.

Libya, Libyalılarındır. Libya’nın zenginlikleri Libyalılara aittir.

Libya’da demokrasinin inşa edilmesi sürecinde, Libya’nın yurtdışındaki mal varlıklarının serbest bırakılması gerekir ki bir an önce kendi ayakları üzerinde doğrulsun. Varlık içinde Libya halkı yokluk çekmesin. Zira Libya’nın şu anda yurtdışında yaklaşık 170 milyar dolar keş parası var. Ama bu paranın nemasından Libya istifade edemiyor. Dolayısıyla, bir an önce 2009 sayılı karar yürürlüğe girmeli ve Libya halkı bu imkanlarından istifade etmelidir.

Libya halkı kendi geleceğini belirleyecek kudrettedir. Tercihlerine saygı gösterilmelidir.

Sayın Başkan,

Kıbrıs’ta yarım asırdır devam eden sorunun artık adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme kavuşması gerekiyor.

2004 yılındaki BM Planı, çözümün parametrelerinin belli olduğunu, ancak Rum tarafında çözüm iradesinin olmadığını göstermiştir.

Türk tarafı her zaman çözüm yönünde iradesini ortaya koymasına rağmen halen izolasyondan kurtulamamıştır.

Buna rağmen, Kıbrıs Türk tarafı çözüme ve barışa olan bağlılığını korumuş, BM gözetiminde yeniden başlatılan müzakerelere iyi niyetle katılmıştır.

Hedef, müzakerelerin bu yıl sonuna kadar sonuçlandırılması ve çözüm planının gelecek sene başında referandumlarda onaylanmasını takiben birleşik yeni Kıbrıs’ın Avrupa Birliği içindeki yerini almasıdır.

Türkiye olarak biz de, söz konusu takvim çerçevesinde bir an evvel çözüme ulaşılması için her türlü desteği vermeye devam edeceğiz.

Ancak, Rum tarafının uzlaşmaz tutumu buna izin vermediği takdirde, Kıbrıs Türk halkının geleceğinin bu şekilde ilanihaye sürüncemede bırakılmasına artık daha fazla bir garantör ülke olarak izin vermeyeceğimizi de vurgulamak isterim.

Rum tarafının içinde bulunduğumuz kritik aşamada, Ada’nın tek yönetimiymiş veya Kıbrıs Türkleri adına da karar verme yetkisi varmış gibi hareket etmesini kabul edemeyiz.

Rum tarafının kendi başına deniz yetki alanları belirlemeye, bu alanlarda petrol ve doğalgaz aramaya kalkışması, zamanlaması ve muhtemel sonuçları bakımından son derece sorumsuz bir davranıştır.

Rum tarafının adeta bir kriz çıkarmaya yönelik bu tek yanlı hareketleri karşısında Türkiye ve Türk tarafı sağduyu içinde hareket edecek, ancak uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını da koruyacaktır.

Şimdi ilgili tüm taraflardan beklentimiz, Rum yönetiminin sadece Ada’da değil, tüm bölgede gerginliğe neden olabilecek bu girişimlerinin durdurulması yönünde etkin çaba sarf etmeleridir. Aksi taktirde biz de gereğini yapacağız.

Sayın Başkan,

Azerbaycan topraklarının yıllardır süren haksız işgali artık sona ermelidir. Yukarı Karabağ sorununun bu şekilde çözümsüz kalması kabul edilemez, uluslararası sorunlar kangren haline gelmeden çözümler bulunması, hepimizin siyasi ve ahlaki sorumluluğudur.

Aynı şekilde, Keşmir ve şu anda adını sayamadığım pek çok dondurulmuş ihtilafın barışçıl çözümü için daha ciddi çaba gösterilmelidir.

Öte yandan, Balkanlar’da barış ve istikrarın yolu Kosova’nın tanınmasından geçmektedir.

Türkiye her zaman Birleşmiş Milletler Şartında yer alan ilke ve hedeflerin takipçisi olmuştur.

2009–2010 Güvenlik Konseyi geçici üyeliğimiz esnasında da bu noktadaki samimiyetimizi gösterdiğimize inanıyor, bu dönemdeki etkin performansımızın 2015–2016 adaylığımız için de Türkiye’yi ön plana çıkardığını düşünüyorum.

Bu vesile ile bütün Genel Kurul üyelerinin 2015–2016 dönemi için Türkiye’nin Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine desteklerini beklediğimizi özellikle belirtmek isterim.

Bu yıl ev sahipliği yaptığımız ‘BM En Az Gelişmiş Ülkeler 4’üncü Konferansı’nda kabul edilen İstanbul Eylem Planı’nın takibi konusunda da kararlıyız.

En Az Gelişmiş Ülkelere yönelik olarak açıkladığımız ekonomik ve teknik işbirliği paketinin en kısa zamanda hayata geçirilmesine yönelik çalışmalarımız devam etmektedir.

Ticaretten eğitime, tarımdan enerjiye kadar pek çok alanı kapsayan bu paket dâhilinde bu ülkelere yılda 200 milyon dolar tutarında yardım yapmayı planlıyoruz.

Bu ülkelerdeki doğrudan yatırımlarımızı 2015’te 5 milyar, 2020 yılında ise 12 milyar dolara yükseltmeyi öngörüyoruz.

Güvenlik, kalkınma ve insan haklarına saygı, kalıcı barışın teminatı ve bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır.

Türkiye, BM’in bu temel hedefleri doğrultusunda çalışmaya ve gelecek nesillere daha güvenli, müreffeh ve yaşanabilir bir dünya bırakmak için elinden gelen her türlü çabayı sarfetmeye samimiyetle devam edecektir.

Teşekkür ediyorum, Genel Kurul’a saygılar sunuyorum.


Kaynak: "Başbakan Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmanın tam metni". akparti.org.tr. 29 Aralık 2011 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 11 Şubat 2024. 
Telif durumu: