Nutuk/6. bölüm/Türk milletinin takip etmesi lâzım gelen siyasî prensip: Millî siyaset

Efendiler, Meclis’in küşâd olunduğu ilk günlerde Meclis’e, içinde bulunduğumuz vaziyet ve şerâiti izah ve takip ve tatbikini muvâfık mütâlaa ettiğim nokta-i nazarlarımı arz ettim. Bu nokta-i nazarların başlıcası, Türkiye’nin, Türk milletinin takip etmesi lâzım gelen siyasî prensibe müteallik idi.

Malûmdur ki Osmanlılar devrinde, muhtelif meslek-i siyasîler takip olunmuştu ve olunuyordu. Ben, bu siyasî mesleklerin hiçbirinin, yeni Türkiye teşekkül-i siyasîsinin mesleği olamayacağına kani olmuştum. Bunu, Meclis’e anlatmaya çalıştım. Bu nokta üzerinde bi’l-âhire de çalışmaya devam olunmuştur. Bu hususa dair evvel ve âhir, vuku bulmuş olan beyânâtımın esas noktalarını, burada hep beraber hatırlamayı faydalı bulurum.

Efendiler, bilirsiniz ki hayat demek mücadele, müsaademe demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinâd eder bir keyfiyettir. Bir de insanların meşgûl olduğu bütün mesâil, ma’rûz kaldığı bi’l-cümle mehâlik, istihsal ettiği muvaffakiyetler, ma’şerî, umumî bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüd edegelmiştir. Akvâm-ı şarkiyenin, akvâm-ı garbiyeye taarruz ve hücûmu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Akvâm-ı şarkiye meyânında, Türk unsurunun başta ve en kavî olduğu malûmdur. Fi’l-hakika Türkler, kable’l-İslâm ve ba’de’l-İslâm, Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilâlar yapmışlardır. Garba taarruz eden ve istilâlarını İspanya’da Fransa hudutlarına kadar temdîd eden Araplar da vardır. Fakat Efendiler, her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lâzımdır. Mukabil taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı emniyete şâyân tedbir bulmadan hareket edenlerin akıbeti, mağlûp ve münhezim olmaktır, münkariz olmaktır.

Garbın, Araplara mukabil taarruzu, Endülüs’te acı ve şâyân-ı ibret bir felâket-i tarihiye ile başladı fakat orada bitmedi. Takip, Afrika şimalinde devam etti.

Atilla’nın, Fransa ve Garbî Roma topraklarına kadar teşmil edilmiş olan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, Selçuk Devleti enkazı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Şarkî Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere ircâ-ı nazar edelim. Osmanlı tâc-dârları içinde, Almanya’yı, Garbî Roma’yı zapt ve istilâ ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olan vardı. Yine, bu hükümdarlardan biri, bütün İslâm âlemini bir noktaya raptederek sevk ve idâre etmeyi düşündü. Bu emelin sevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zabt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da hem Avrupa’yı zapt etmek, hem âlem-i İslâm’ı hükmü ve idâresi altına almak gayesini takip etti. Garbın mütemâdi mukabil taarruzu, İslâm âleminin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böyle cihângîrâne tasavvurlar ve emellerin aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların adem-i imtizaçları, bi’n-netice emsali gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihin sinesine tevdî etti.

Efendiler, haricî siyasetin en çok alâkadar olduğu ve istinâd ettiği husus, devletin dahilî teşkilâtıdır. Haricî siyaset, dahilî teşkilâtla mütenâsib olmak lâzımdır. Garpta ve şarkta başka başka tabâyi ve harsa ve emele mâlik mütehâlif unsurları cem’ eden bir devletin dahilî teşkilâtı, elbette asılsız ve çürük olur. O halde haricî siyaseti de esaslı ve metîn olamaz. Böyle bir devletin teşkilât-ı dahiliyesi, bilhassa millî olmaktan uzak olduğu gibi, meslek-i siyasîsi de millî olamaz. Buna nazaran, Osmanlı Devleti’nin siyaseti millî değil, fakat şahsî, gayr-i vâzıh ve gayr-i müstakar idi.

Muhtelif milletleri, müşterek ve umumî bir unvan altında cem’ etmek ve bu muhtelif unsur kütlelerini aynı hukuk ve şerâit altında bulundurarak kavî bir devlet tesis etmek parlak ve cazip bir nokta-i nazar-ı siyasîdir. Fakat aldatıcıdır. Hatta hiçbir hudut tanımayarak, dünyada mevcut bütün Türkleri dahi bir devlet halinde birleştirmek, gayr-i kabil-i istihsâl bir hedeftir. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı hâdisât ile meydana koyduğu bir hakikattir.

Panislâmizm, Panturanizm siyasetinin muvaffak olduğuna ve dünyayı saha-i tatbik yapabildiğine tarihte tesâdüf edilememektedir. Irk farkı gözetmeksizin, bütün beşeriyete şâmil, cihângîrâne devlet teşkili hırslarının netâyici de tarihte mazbûttur. Müstevlî olmak hevesleri, mevzu-i bahsimizin haricindedir. İnsanlara her türlü hissiyât ve revâbıt-ı mahsusalarını unutturup, onları uhuvvet ve müsâvât-ı tâmme dairesinde birleştirerek, insanî bir devlet kurmak nazariyesi de kendine mahsus şerâite maliktir.

Bizim vuzûh ve kabiliyet-i tatbikiye gördüğümüz meslek-i siyasî, millî siyasettir. Dünyanın bugünkü umumî şerâiti ve asırların dimâğlarda ve karakterlerde temerküz ettirdiği hakikatler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.

Milletimizin kavî, mes’ûd ve müstakar yaşayabilmesi için, devletin tamamen millî bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilât-ı dahiliyemize tamamen mutabık ve müstenid olması lâzımdır. Millî siyaset dediğim zaman, kastettiğim mâna ve medlûl şudur: Hudûd-ı milliyemiz dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafaza-i mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakikî saadet ve ümranına çalışmak... Ale’l-ıtlak tûl-i emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek... Medenî cihandan, medenî ve insanî muameleye ve mütekabil dostluğa intizâr etmektir.