Nutuk/14. bölüm/Teşkilât-ı Esasiye Kanununda ukde noktaları

Efendiler, hilâfet ve din meseleleriyle meşgûl olunduğu sıralarda, efkâr-ı umumiye ve bilhassa efkâr-ı münevvere için, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda bir noktanın ukde teşkil ettiğine muttali olduk. Cumhuriyet ilânından sonra da kanunda, aynı ukde muhafaza edildikten başka, ukde teşkil edecek ikinci bir noktanın daha idhâl edildiğini görenler, taaccüplerini gizlememişlerdi ve elyevm gizlememektedirler. Bu noktaları izah edeyim; 20 Kânunusani 1337 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 7. ve 21 Nisan 1340 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 26. maddesi Büyük Millet Meclisi’nin vezâifinden bâhistir.

Maddenin başında, Meclis’in ilk vazifesi olmak üzere, “ahkâm-ı şer’iyenin tenfîzi” vardır. İşte, bunun nasıl bir vazife ve ahkâm-ı şer’iyeden maksadın ne olduğunu anlamakta tereddüde düşenler vardır. Çünkü Büyük Millet Meclisi’nin, mezkûr maddede, “kavânînin vaz’ı, ta’dîli, tefsiri, fesih ve ilgası ve ilh...” zikir ve ta’dâd olunan vezâifi o kadar şümûllü ve vâzıhtır ki “ahkâm-ı şer’iyenin tenfîzi” diye ayrıca ve müstakilen bir klişenin mevcudiyeti zâid görülmektedir. Çünkü şer’ demek kanun demektir. Ahkâm-ı şer’iye demek, ahkâm-ı kanuniye demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü, asrî hukuk telâkkiyâtıyla kabil-i telif değildir. Bu böyle olunca, “ahkâm-ı şer’iye” tâbiriyle kastolunan mâna ve medlûlün büsbütün başka bir şey olması icap eder.

Efendiler, ilk Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu ihzâr edenlere bizzat riyâset ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, “ahkâm-ı şer’iye” tâbirinin bir münasebeti olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat bu tâbirden, kendi zu’mlarınca, bambaşka mâna tasavvur edenleri ikna mümkün olmadı.

İkinci nokta, Efendiler, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ikinci maddesinin başında... “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâm’dır.” cümlesidir. Bu cümle daha, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na geçmeden çok evvel, İzmit’te, İstanbul ve İzmit erbâb-ı matbûatıyla uzun bir mülâkat ve hasb-i halimiz esnasında, muhataplarımdan bir zatın şu sualine ma’rûz kaldım: “Yeni hükümetin dini olacak mı?”

İtiraf edeyim ki bu suale muhatap olmağı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi, pek kısa olması lâzım gelen cevâbın o günkü şerâite göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum. Çünkü tebaası meyânında edyân-ı muhtelifeye mensup anâsır bulunan ve her din mensubu hakkında âdilâne ve bî-tarafane muamelede bulunmaya ve mahkemelerinde tebaası ve ecânib hakkında siyyânen tatbik-i adâletle mükellef olan bir hükümet, hürriyet-i efkâr ve vicdana riayete mecburdur. Hükümetin, bu tabii sıfatının, şüpheli mâna atfına sebep olacak sıfatlarla takyid edilmesi elbette doğru değildir.

“Türkiye Devleti’nin resmî dili Türkçe’dir.” dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle muâmelât-ı resmiyede Türk dilinin câri olması lüzumunu herkes tabii bulur. Fakat “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâm’dır” cümlesi aynı suretle mi tefehhüm ve kabul edilecektir? Bu, bi’t-tabi, izah ve tefsire muhtaçtır.

Efendiler, gazeteci muhatabımın sualine, hükümetin dini olamaz! diyemedim. Aksini söyledim.

— Vardır Efendim, İslâm dinidir, dedim. Fakat der-akab “İslâm dini hürriyet-i efkâra maliktir” cümlesiyle cevâbımı tavzîh ve tefsir lüzumunu hissettim.

Demek istedim ki hükümet, efkâr ve vicdana riayetle mukayyed ve mükellef olur.

Muhatabım, verdiğim cevâbı, şüphesiz, makul bulmadı ve sualini şu tarzda tekrar etti: “Yani hükümet bir din ile tedeyyün edecek mi?”

—Edecek mi etmeyecek mi bilmem!” dedim. Meseleyi kapatmak istedim. Fakat mümkün olmadı. O halde denildi, herhangi bir mesele hakkında i’tikadâtım ve düşüncelerim dairesinde bir fikir ortaya atmaktan hükümet beni men’ veya tecziye edecektir. Halbuki herkes, kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? O zaman iki şey düşündüm. Biri, yeni Türkiye Devleti’nde her reşît, dinini intihapta serbest olmayacak mıdır? Diğeri, Hoca Şükrü Efendi’nin: “Bazı ulemâ-yı kirâm arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi, kütüb-i şer’iyede mevcut, muayyen ve müstakar ahkâm-ı İslâmiye’yi neşrederek... taglît edildiği maalesef görülen efkâr-ı İslâmiye’yi tenvîr etmeyi mütehattim bir vecibe telâkki ettik.” mukaddimesini müteakib zikrolunan: “Hilâfet-i İslâmiye, emr-i dini hıfz ve hirasette nübüvvete halef olmaktır; ikame-i şeriat hususunda Resul-i Ekrem Efendimiz tarafından niyabettir.”

Halbuki Hoca’nın sözlerini tatbike kalkışmak, hâkimiyet-i milliyeyi, hürriyet-i vicdaniyeyi kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka, Hoca’nın hazine-i ma’lumâtı, Yezitler zamanında yazdırılmış ve istibdad-ı idâreye mahsus formülleri muhtevi değil mi idi?

O halde mefhûm ve medlulü, artık herkesçe tamamen tavazzuh etmiş olan devlet ve hükümet tâbirlerini ve millet meclisleri vezâifini, din ve şeriat kisvelerine bürünerek kim ve ne için iğfal olunacaktır?

Hakikat bundan ibaret olmakla beraber, o gün, İzmit’te, matbûat erkânıyla bu zemin üzerinde, daha fazla müdâvele-i efkâr etmek iltizâm olunmadı.

Cumhuriyet’in ilânından sonra da yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, lâik hükümet tâbirinden dinsizlik manası çıkarmaya mütemayil ve vesile-cû olanlara fırsat vermemek maksadıyla, kanunun ikinci maddesini bî-mana kılan bir tâbirin idhâline müsamaha olunmuştur.

Kanun’un, gerek 2’nci ve gerek 26’ncı maddelerinde, zâid görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve idâre-i Cumhuriye’mizin asrî karakteriyle kabil-i telif olmayan tâbirat, inkılâb ve Cumhuriyet’in o zaman için beis görmediği tavizlerdir.

Millet, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’muzdan, bu zevâidi ilk münasip zamanda kaldırmalıdır!