Menteşeli Menteşeli'nin öyküsü
Bu türkünün hikâyesi, Konya'nın Mengene yöresinde meydana gelmiştir. Zaman seferberlik zamanıdır. Batılıların “Hasta Adam” diye nitelendirdikleri Osmanlı Devleti, en zayıf, en düşkün dönemlerini yaşamaktadır. İşte devletin bu çaresiz kaldığı zamanda - kuzgunların leş bölüşmeye hücum ettikleri gibi- Batı’nın, sözde medeni, gelişmiş ülkeleri, zaman içinde yavaş yavaş zayıflatıp parçaladıkları Osmanlı topraklarından, sömürge olarak kullanmak için pay kapma yarışına girişmişler. Hasta adam ölmek üzeredir. Kim erken davranırsa o kadar fazla mala mülke konar." düşüncesiyle Osmanlı topraklarına saldırmaya başlamış. Onların düşüncesi, iki ya da üç günde tüm Türkleri teslim almak, fazla zayiat vermeden de hazineyi, ganimeti paylaşmaktır. Cezayir'de, Fas'ta, Tunus'ta, Balkanlar'da, Kafkaslar’da savaşlar başlamış; kıyasıya bir mücadele verilmekteydi. Dünyanın en gelişmiş silahlı kuvvetlerine karşı Türk insanı, Anadolu'da eline geçirdiği çalar almaz kırma tüfekleri, palaları, saldırmaları almış savaşmaktadır. Düşman, Türklerin bu kadar mukavemet etmesine hem şaşırmış, hem de çok hiddetlenmiş. O kızgınlıkla Yemen civarına da asker çıkarmış. Düşmanlar gözünü, Türk milletinin en hassas olduğu noktaya, kutsal topraklara dikmiş. İşte bu Türk milletinin sabrını taşıran son damla olmuş. Türk milleti, aşının, ekmeğinin hatta canının gitmesine pek aldırmaz ama vatan, din, namus denilince, ona gem vurulmaz... İşte o zaman bu millet şaha kalkar... Kutsal topraklara saldıran düşmana karşı Anadolu ayağa kalkmış; seferberlik ilan edilmiş. Zaten Anadolu'da pek eli silah tutacak insan da kalmamış ya... Kalanlar yaşlı, hasta ve çeşitli cephelerden yaralı dönenlermiş. İşte bu seferberlik gününde, yaşlısı, genci, yaralısı, hastası koşmuş komutanların emrinde, Yemen'e gitmek için. Konya'nın Mengene yöresinde de cefakâr bir Fatma Ana varmış. Fatma Ana’nın büyük çocukları Trablusgarp'ta, Balkanlar'da şehit düşmüş. En küçük oğlu ise daha 12-13 yaşlarındaymış. Damadı da cephede bir kolunu tamamen kaybetmiş; yaralarının iyileşmesini beklemekte... Kocası, hayli yaşlanmış, bedenini türlü hastalıklar sarmış, biçare durumda.
Tüm bu perişan hallere rağmen kocası "Haydi oğul, gavur artık dinimizi de kökünden yok etmeye kastetmiş. Artık silah taşıyabilir, kullanabilirsin. Ağabeylerin gibi sen de şahadet şerbetini içmeye hazırlan" deyip oğlunu da kendisini de askere yazdırmış... Bir kaç gün sonra yaralı damatları da yazılmış askere "Ben artık iyileştim” demiş, “Silah da kullanabiliyorum tek kolumla." Kısa zamanda asker toplanmış ve Fatma Ana kocasını, küçük oğlunu ve damadını Yemen'e göndermiş... Yemen'e gidenlerden ara sıra iyi haberler gelirmiş. Fakat Anadolu'da durum hiç de o kadar iyi değil. Yokluk, hayın yokluk, hastalık, bakımsızlık, kundaktaki, beşikteki yavruları, güçsüzleri birer birer alıp götürmüş. Hele o yıl Anadolu toprakları öyle bir kış görmüş ki, öyle bir kış ancak bin yılda bir olurmuş. Yollar kapanmış; evlerin bacaları kardan görünmez olmuş. Hayvanların yiyecekleri tükenmiş, telef olmuş... İnsanların erzakları tükenmiş... Fakat Fatma Ana çilekeş, Fatma Ana fedakâr. O yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş küçük torunlarını. Kendisi bakımsız kalmış. Kızı ve torunlarının sağlığı yerindeymiş ama Fatma Ana hastalanıp yataklara düşmüş. Günlerce, haftalarca çekmiş bu derdi. Kızı ekmek aş getirse de, o yine de yiyeceklerin bir kısmını "Canım istemiyor" diye artırıp torunlarına yedirmiş. Kızı "Ana ne olur ye... Birazcık olsun şundan al, bundan al kurbanların olayım" diye yalvarmışsa da Fatma Ana “onları ben yersem çocuklar açlıktan ölecek,” diye kendi kendine düşünürmüş. “Ben yaşadığım kadar yaşadım. Çocuklar, büyüsün, yetişsin ki bu milleti ileride daha karanlık günler bekliyor. İşte o zaman bu yavrularımız vatan için, millet için, din için, devlet için taze bir güç olarak mücadele etsin,” diye yarınları düşünürmüş. Kızına da "Bak yavrum vatan için ölenlere öldü demeyin, onlar diridir, demiş peygamber efendimiz. Senin şehit kardeşlerin de diridir. Onların ruhları şu anda aramızda dolaşıyor. Düşmana aman vermeyin, direnin, direnin, son nefer şehit olana kadar direnin, savaşın. Ben belki savaşamıyorum ama savaşacak insanları yetiştirebilmek için canımdan can katmaya çalışıyorum. Sen de, ben bu alemden göçünce öyle yap. Savaşamazsan cepheye azık taşı, cephane taşı. Aksi takdirde esaret bizim gibi milletler için, ölümden de beterdir. Allah bu millete, ölmeyi kolay ama esareti zor kılmış. Biz de onun emrine uyup esaret zincirlerini kırmalıyız. Sana vasiyetim, bunları yavrularının kulaklarına küpe etmendir," diye kızına nasihatte bulunmuş tıpkı Şeyh Şamil’in anası gibi. Yaz gelmiş nihayet. Fakat Fatma Ana güçten kuvvetten hayli düşmüş. Konu komşu yardım etmiş. Birkaç ay daha direnmiş hastalığa ama sonunda takati kesilmiş ve bir gün sabah ezanları okunurken hakka yürümüş; göç eylemiş bu diyardan. Çok sürmemiş askere yolladıkları geri dönmüş. Fatma Ana onların dönüşünü görememiş. Allah, çok sevdiği fedakâr Fatma Anayı yanına almış. O şehit yavrularının yanındadır belki de, diye düşünen konu komşu, ona olan sevgisini, hürmetini bu dünyada da yanık türkülerle destanlaştırmış, ebedileştirmiş. İşte bu günlere kadar söylenip gelen, gönülden gönle nakşedilen bu türkü de bu olay üzerine söylenmiştir.
Kaynak: Güven, Merdan (2005). "Türkiye Sahasındaki Hikâyeli Türküler Üzerine Bir Araştırma (Doktora Tezi)" (PDF). Erzurum. 14 Kasım 2020 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi.
|