Üç Kutsal Din Kitabının Sümer-Akkad Yazın Kaynakları

http://www.blogcu.com/toplumvetarih/

Safa Kaçmaz


Din kurumunun kökenine; şu andaki inceleme alanımız bakımından daha dar anlamda ele alınan, «üç kutsal din”e ait kitapların yazın, görenek ve toplumsal kaynaklarına yöneldiğimizde, eski toplumun «sınırlı bilgisi», «cehaleti », «korkuları», «giz» veya «düşleri» gibi kavramların bütünüyle bir yana bırakılması gerekir.

Dinin kökenlerine ilişkin bir çalışmaya, bir din adamının ‘tanrısal’, surnaturel açıklaması, ne kadar doyurucu yanıt olabilirse, hiç olmazsa 5000 yılı aşan yazılı belgeler, 30.000 yıl kadar öncesine geri giden resim ve arkeolojik bulgular aracılığıyla varlığını tanıdığımız; günümüzde milyonlarca insanı ilgilendiren kutsiyet ve din kurumunun temel kaynaklarını eski toplumun ‘cehaleti’ veya ‘giz’leri etrafında açıklama çabası da, en fazla, o kadar ‘açıklayıcı’ olabilir.

18. ve 19. yy. dönemi materyalizminin yeterince sahip olmadığı şimdiki bulgu ve bilgiler, artık, dinin kökenlerini anlama çalışmasını, bu tür kavramlara başvurmadan sürdürebilmeyi sadece olanaklı değil, gerekli de kılıyor.

Asıl olarak Truva'nın keşfiyle başlayan bu süreç, Hitit, Assur, Akad ve Sümer gibi toplulukların kültür düzey ve birikimlerinin sayısız ve değerli bulgularını ortaya çıkarmış bulunuyor.


Öte yandan, bu arada, daha çok batı dünyasının değişik bilim kollarına ait araştırıcı ve düşünürü de, 'eski toplum’un 19. ve 20. yy. dünyasındaki takipçileri olan Afrika, Amerika, Avusturalya yerlileri arasında, toplarlanabilecek en temel sosyolojik verileri toparlamıştır. Bu yazınsal ve bulgusal veriler, şimdi artık, eski topluma bir ‘sırlar dünyası’ olarak bakma alışkanlığını değiştirmelidir.

Özellikle Türkiye'de, dinin tanrısal olmayan bir açıklamasını öğrenmek isteyen okur, Muhammed’in cinsel hayatı, İslam'da kadının aşağılanması, tanrı kelimesinden iğrenme, Kuran'ın Asuri, Sabii, Farsi kaynaklardan aşırma bir kitap olduğu gibi, genellikle, tanrıtanımaz ruhu rahatlatma hedefinin ötesine geçemeyen yazılarla karşılaşır.

Musa veya İsa'nın gerçekte birey olarak var olup olmadıkları veya Muhammed’in kadın düşkünlüğü tartışmalarının, kaynaklarını Muhammed, İsa ve Musa dönemlerinden binlerce yıl önceki eski toplumlarda bulduğumuz,yazılı belgelerini Sümer-Akkad döneminden itibaren artık iyice tanıma olanağına kavuştuğumuz bir kutsal inanç düzeninin kökenlerini anlamak ve toplumun en küçük gözeneklerine değin girmiş bir inanç sistemini açıklamaya çalışmak bakımından fazlaca bir değeri bulunabilir mi ?

Musa ve İsa, birey olarak hiç var olmamış olsalar bile, onlar adına hazırlanmış kitaplar toplamı; bu kitaplarda yer alan kurallara göre şekillenen ve işleyen topluluklar ve dini kurumlar tarihte hep var olmuştu; var olmaya da devam ediyorlar. Kişi merkezli verimsiz açıklamalar yerine,u ulaşabildiğimiz en eski insandan bu yana, bir toplumsal örgütlenme ve ilişki kuralları olarak şekillenmeye başladığını gördüğümüz ve insan toplumu tarihi kadar eski kaynaklara sahip olan kutsal kurumların gelişim sürecini, bunun günümüzdeki anlamını tanımaya çalışmak, bunları kısa sürede sonuçlandırmak olanaklı olamayacak olsa bile, yetkinleştiricidir.

Din fenomenini, eski toplumun bir ‘cehalet’ sorunu olarak ele alan ateist görüntülü yaklaşım tarzı, "üç kutsal din" yazınında yer alan ‘yerin, göğün, insanın yaratılışı', 'Tufan’ gibi anlatımların daha eski biçimlerinin Sümer, Akkad, Asur, Babil, Hitit.. yazınında da bulunmasından bu yana, “ta Sümer…” atıfları ile sürdürmeye dönüşmüştür. Fakat, Museviliğin, Hristiyanlık veya İslam'ın yanlışlığı, onların “ta Sümerlere…” değin uzanan bir geleneğe dayanıyor olduğu belirtilerek açıklanmış sayılamaz.

Kuran'ın, birçok bakımdan Musevi, Sabii, Asuri veya Farsi kaynaklara da dayanıyor olduğu bir olgudur ve bu, o topraklarda yeniden şekillendirilen bir din bakımından doğaldır da. Fakat yine de bu yaklaşım, ister istemez bizi, Musevi, Sabii, Asuri, Farsi “hurafelerin” hangi önceki “hurafelere” dayandığı sorusuna da taşır. Buradan ulaşılacak nokta, "üç kutsal din" yazınının dayandığı asıl kaynak olan Sümer-Akkad yazını olacaktır…

“Sümer-Akad söylenceleri, hurafeleri, masalları” olarak değerlendirilen bu kutsal anlatımlar, kuşkusuz, bu topluluk öncellerinin toplumsal gereksinimlerine yanıt olarak doğmuş kurallara da dayanarak geliştirilen, eski toplumun barbar, yarı-yamyam kurallarının aşılmasını sağlayan kutsal kurumların da anlatımıydı.

Erken Sümer dönem tabletlerini incelemeye başladığımızda, bize sonradan kutsal inanç sistemleri olarak ulaşacak olan bu 'üç din’in en belli başlı kavram ve kurumlarının, başlangıçta, tüm toplumsal yaşamın en temel öğesinden sonuncu ayrıntısına kadar uzanan; toplum birimlerin iç ve dış ilişkilerini ayrıştırarak, «toplum birimler»ini birbirinden farklı kılarak işleyebilecek bir ittifak düzeninin yasaları olarak şekillenmeye başladığını görürüz.

En geri ‘ilkel’ topluluklarda da varlığı saptanan kutsal (ve kutsal olmayan) varlık veya kavramlar, özünde, günümüzün yasal (ve yasal olmayan) davranış kurallarının tarihteki erken biçimlerini tanımlama çabasından başka hiçbir şeyi ifade etmezler. Sonradan, değişik söylem ve kurallarıyla az çok derli toplu bir din haliyle karşımıza çıkacak olan bu toplumsal olgu, ortaya çıkış nedenleri bakımından, hiçbir yerde, bir uydurma, korku, giz veya hayaller toplamının ürünü olarak değil, fakat tam tersine, eski toplumsal ilişkilerin en gerçekçi ilk hallerinin saptanmış yasaları ve onları aşabilme çabası olarak olarak insan yaşamında yer almaya başlamıştır. Bu bakımdan, örneğin kurban sunumu veya dua etmenin kaynaklarını, «fırtına getirmesin, deprem yapmasın diye tanrıları memnun etme» şeklinde «açıklamak», surnaturel bir yaratıcı tanrı fikrine dayanan metafiziğin yanlışından daha ileride bir açıklama tarzı sayılamaz. Çünkü insan toplumu tarihinde yaygın olarak kullanılan yamyamlık kurumunun bir sonraki biçimi olan; bulgu, yazılı kaynak ve-ya kalıntılarını Mezopotamya ve Anadolu kültürlerinde de bulduğumuz, yetişkin insan ve çocuk kurbanı uygulaması yerine geçmek üzere oluşan hayvan kurban veya bitki sunu edimi, tarih bakımından, kültürel bir geriliğin değil, kültürel bir gelişimin göstergesidir.

Eğer, eski toplum, gelişmesinin bir aşamasında, kaynakları saptanmamış ve ‘animizm’ olarak tanıtılan, hayvan ve bitki totem tapınmacılığını bu denli geliştirmiş ise, hayvan ve bitki önünde secde etmiş ise, kendi soy kütüğünü hayvan ve bitki totemlere bağlayarak aktarma yolunu seçmiş ise, bu, totem hayvan ve bitkiler insan kurbanı ve yamyamlığını engelleme olanağı yarattığı için olmuştur. Kurban sunucu ile sunu-kurban arasındaki bütün maddi, manevi bağlantılar, eski toplumda gerçekleşen bu substitution’u, karşılıklı yer değiştirmeyi, oldukça ayrıntılı bir şekilde göstermektedir. Dua etmenin, bu daha sonra bireyle tanrı arası bir ilişki biçimine dönüşmeden önce, iki farklı toplum birimin, (belki ondan önce de tek bir toplum birim aidi bireylerin, iç ) ittifak anlaşma metni olarak ortaya çıkmış olduğunu düşünmek için yeterli nedene sahibiz. Eski toplumda ant, yemin töreni örneklerini tanıyoruz. Üç kutsal dinin ‘amen, amin’ son sözcüğü, anlam bakımından, bir anlaşma metninin ‘öyle olsun’ anlamına gelen onaylayıcı, doğrulayıcı, bitiş sözcüğü, onay imzasıdır.

Tevrat ve İncil'in, hem, Eski Ahit (akit) ve Yeni Antlaşma (Tanrı ile!) olarak tanınması ve hem de iç bölümlerinde, oldukça sık olarak, Tanrı ile yapılan yeni ‘antlaşma’lar içeriyor olması, dua’nın, eski toplumda bir antlaşma onay biçimi olarak şekillendiğine işaret ediyor. Dua, sunu ve kurbanın, daha sonra tanrılara yönelik edim olarak kavranması ve uygulanması, bir toplum birim karşısında, öteki toplum birimlerin artık, aracı bir kutsallık ile temsil edilebilmesi dışında bir çözüm kalmamış olmasındandı. Tanrı, bir toplum birimi bakımından, ötekilere karşı, eski yükümlerin yerine getirilemeyecek ölçüde karmaşıklaştığı toplumsal ilişkiler döneminde, hiç olmazsa Sümer-Akad ittifak kültüründe bu böyle olmuştur, ortaya çıkmaya başlar. Eski Ahit’e göre, Adem ve Havva’nın ilk iki oğlu, çiftçilik ve çobanlık mesleğini seçmiş ve ürünlerinin ilk ağzını da (‘ilk ürün sunumu’) tanrıya getirmişlerdi. Bu aktarım tarzı, bize, Eski Ahit’in, tarihi, çiftçi Sümer ile çoban Akadlar’ın sunularını doğrudan birbirlerine vermekten uzaklaştıkları dönemden başlayarak aktardığını gösterdiği gibi; bir toplum birim karşısında (‘çoban’ veya ‘çiftçi’), tanrının, öteki toplulukların temsilcisi, aracısı, olma rolünü bu dönemde artık üstlenmiş olduğuna da işaret eder. Daha erken dönemler bakımından, bir ittifak ilişkisine girmelerinden itibaren, çiftçi ve çoban toplum birimler, karşılıklı yükümlülüklerini, bir aracı olmaksızın yerine getiriyorlar, getirebiliyorlardı. Erken Sümer-Akkad ilişkisini ifade eden ilahi parçaları ve günümüzün bütün ilk ve son yaz şenliklerine sinmiş kalıntılar bunu gösteriyor.

Bununla birlikte, kanıt veya kalıntılarını, Sümer, Akkad, Assur, Hitit…tablet çözümlerinin doğru bir yorumu ile adım adım keşfedilebileceğimiz bütün eski toplumsal kurumlar, zamanla, tıpkı günümüzde olduğu gibi, toplumsal gelişimin gerisinde kalmaya başlarlar. Sembolizm ve onun daha üst bir biçimi olan kutsiyet, yeni yaşam koşullarını artık engeller bir özellik göstermeye başlayan, eski toplumun en gerçek ve genel olarak, barbarlık dönemi kalıntılarını içeren kurallarını işlevsiz bırakmanın en doğrudan yollarından birisi olarak şekillenir. Eski kuralları alt etmenin çözüm biçimi, ’cahil’ atalarımız bakımından, olağanüstü bir başarıyla kullanılır ve toplum kutsal varlıkla tanışmaya başlar.


Eski Ahit anlatımına göre, Abraham, "ilk oğlu"nu, önce keserek ve sonra da kutsal odunlarla yakarak tanrıya kurban edecek iken, çalıların arasında, melekler tarafından getirilmiş bir oğlak, kuzu, koyun görmüş ve oğlu İshak yerine bu hayvanı tanrıya sunmuş ise, burada, üzerine kutsal örtü giydirilmiş olarak, eski toplumun çocuk kurban sunum kuralının bir değiştirilme metodunu okuyor olmalıyız.

Başlangıçta, «toplum birimler içi» ve «toplum birimler arasındaki» karşılıklı « cinsel ilişki» ve «yiyecek paylaşım» ilişki düzeninin bir anlatımı olarak biçimlenen kural, kutsal kavram, yasak, yükümlülük ve yetki gibi kurumlar, bunların işleyiş düzeni, gelecek nesillere, ezgi, ilahiler yoluyla aktarılıyordu. Sözlü ilahi geleneği, henüz yazı kullanmayan eski toplumun en temel tarih ve daha dar anlamda yasa aktarım biçimidir. Kutsal günlerini toplu veya karşılıklı ilahi, ezgi, şarkılar eşliğinde gerçekleştiren eski toplum örnekleri ve onun bize değin ulaşan görenek kalıntıları bunu gösteriyor.

Tapınak koroları, eski Yunanlıların ‘musa’ları, Hesiod’u, Homer’i, Avrupa'nın Druide, Barde veya Troubadour’ları, Anadolu’nun gezgin aşıkları, nesilden nesile aktarılan ilahi söyleyicilik geleneğinin birer halkalarıydı.

Bir tarih ve dolayısıyla kural ve görenek aktarım biçimi olarak kullanılan eski sözlü ilahiler, ortaya çıkışlarından bir süre sonra, yeni nesillere, hiç olmazsa kısmen, farklı yorumlarla dönüşmüş biçimleriyle ulaşırlar. Burada sonraki nesillerin kötü niyetleri, peygamberlerin özel çıkarları gibi motiflerin sözünü etmenin bir değeri yoktur. Çünkü bu dönüşüm, toplumsal gelişimin kavramlarda içerik değişimi de ortaya çıkarmasına bağlı olarak, bir bakıma kendiliğinden, doğal yolla gerçekleşir. Unutmayalım ki, örneğin elimizde bulunan ‘yaratılış’, ’tufan’ gibi Sümer anlatım biçimleri, eğer yeni kazılarda bunların değişik ve erken varyantları bulunmaz ise, en fazla 4000-4500 yıl kadar önce yazılmış tabletlere dayanıyor. Oysa, ’tatli su’, ’tuzlu su’ diye tercüme edilen kavramları kullanarak başlayan Sümer ‘yaratılış’ anlatımının sözünü ettiği bu düzenleniş dönemi, yazının kullanımından daha önceki çağlara aitti. Sümer kraliyet listesine göre, kraliyet düzeni ilk kez Eridu ile başlıyordu. Bu bilgi arkeolojik kazılarla da doğrulanmıştır ve buradaki erken Enki Tapınağının yaklaşık olarak İÖ. 4000’lere tarihlenebileceği saptanmıştır. Sümer-Akad düzenlenişinin Abzu-Tiamat dönemi, Enki’nin Eridu tanrısı olmasından daha önceki bir dönemi anlattığı için, bu eski ilahinin yaklaşık olarak 1500 yıl boyunca, sözlü ilahi olarak yaşamış olması gerektiği sonucuna varabiliriz. İÖ. 2000’li yıllarda yazıldığı sanılan ve kuşkusuz önceki belge veya ilahilere dayanılarak hazırlanmış olan ‘krallar listesi’, arkeolojik verilerle genel olarak doğrulanmış olduğuna göre, Sümer-Akkad torunlarının atalarının ilahilerinin korunmasına büyük bir özen göstermiş olmalarından pek kuşku duymamak gerek. Daha ileride, Musa döneminde, kutsal alametlerin ve bu arada eski kutsal yazı kalıntılarının, gezgin tapınağı ‘buluşma çadırı’nın ‘en kutsal bölümünde’, ’antlaşma sandığında’ nasıl büyük bir titizlikle korunmaya çalisilmis olduğunu göreceğiz.


Eski ilahiler, yine de, yazı sistemlerinin, okuma ses değerlerinin, kavram değerlerinin değişimlerine, tek bir canlı bırakmadan öldüren, saklanan kayıtları tapınakla birlikte yerle bir eden yıkıcı saldırıların ortaya çıkarabileceği kesintilere bağlı olarak günümüze ulaşmışlardır.


Aşağıdaki örnek bu sürecin nasıl yaşanmış olabileceği hakkında az-çok bir fikir verebilir. Enuma Eliş’in başlangıcında da yinelenen anlatımda, Sümer-Akkad dini ilahileri, bir ex nihilo ‘yaratılış’tan değil de, daha tanrılar bile oluşturulmamış iken ‘tatlı su’ ile ’tuzlu su’ların var olduğu bir noktadan yola çıkıyorlardı.

“Adı yokken Göğ’ün daha

Yer’in daha adı yokken

Babaları Abzu’dan Anaları Tiamat’a Suları karışıp bir oluyordu. Saptandı sonra tanrılar…”

Burada Tiamat, "tuzlu suları”, Abzu ise “tatlı su”ları anlatan kavramlardı. Uzmanlarımız, bir uzman bilimselliği ile değil de, bu kavramları sonraki dini değerlerin ona kazandırdığı ‘kozmik’, hayali’ açıklamalar temelinde ele alıp tanıtma yolunu benimsemişlerdir. Eski toplumun, eski bir toplum olarak, eski tanıtım değerlerini kullanmak zorunda olduğu gibi basit ve fakat sağlam nedenler değil, “kozmik dünya” açıklamaları onlara nedense daha çekici görünmüştür.

Bütün kazıt çalışmaları, tarihsel bulgular gösteriyor ki, Sümer uygarlığı tek başına Sümer adı verilen bir tek topluluğun eseri değildir. Sümer adı verilenler, torunları, Akad, Babil, Asur, İbrani, Arap gibi toplulukları oluşturacak olan ve “Göğ’e tapımcılık” nedeniyle Semitik (Sema, Samaş..) adlandırılan bir öteki toplulukla birlikte, bir ittifak halinde bulunarak, bu kültürü birlikte oluşturacaklardı. «Enki toprağı ve Ur toprağı», «Kuzey toprağı ve Güney toprağı», «Aşağı toprak ve Yukarı toprak» gibi eski tablet belirlenim kavramları, daima bu iki farklı ve ittifak halindeki topluluğun tanımları olarak kullanılıyordu. Tabletlerin, örneğin çiftçi Dumuzi’si (veya farklı dilde söyleniş eşdeğeri olan Gılgamış'ı) ile, kıllı çoban Enkidum’u da (veya farklı dilde söyleniş eşdeğeri olarak ‘çoban Dumuzi’si) bize, yerleşik çiftçi Sümerler ile henüz yerleşik hale gelmekte olan, gezgin, yarı, gezgin çoban Semitik toplumu anlatmaktaydı. Kazı çalışmaları, ilk Sümer yerleşimlerinden Eridu’nun, o zamanki haliyle Basra körfezinin hemen dibinde, deniz kıyısında, ‘iki toprak’la ifade edilen bölgenin ‘güney’inde kurulmuş bulunduğunu; ‘kuzey’dekilerin ise Dicle ve Fırat üzerinde yer aldığını gösterdiğine göre, ilahide söz konusu edilen ve ‘tatlı su’ - ‘tuzlu su’ diye yorumlanan kavramlar "deniz" ve "nehir" kıyısında yerleşik bu iki topluluğun bir anlatım biçimiydi.


Tatlı Su-Tuzlu Su ayrımı, Sümer ve Semit yerleşim alanlarının ‘Kuzey toprağı’ - ’Güney toprağı’, ’Enki toprağı’ - ’Ur toprağı’ diye belirlenmeye başlanmasından daha erken dönemlerin, bu erken dönemlere uygun bir coğrafi belirlenim kavramları olmalıydı.


Daha sonra kutsal nefes, güçlü üfürükçü Enlil, ”Yer’den Gök’u, Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündüğünde”, başlangıçta birbiriyle iç içe yaşamaya başlayan, ilahinin deyimiyle “suları karışıp bir olan” bu iki topluluk arasında, onları birbirinden ayrıştırarak yeni bir ittifak duzeni kurmayı düşünmüş oluyordu. Bu aşamada, Sümerlerin ‘karabaşlı’ topluluk olarak, seçilmiş kutsal bir renk değeriyle de ifade edilmeye başlandığını biliyoruz.


Günümüzün üç kutsal dini arasında pay edilmiş Sümer-Akad torunlarının, binlerce yıl sonra bile, İran, Irak, Suriye ve Anadolu topraklarında ‘kara’, ’mavi’, ’kırmızı’, ’beyaz’ ve ‘yeşil’ renklerin kutsiyetine bağlı kalmaya devam etmeleri, erken Sümer-Akkad topluluklarının renk belirlenim araçlarını da kullanmış olmalarındandı. Bu renklerden daha sonra, 'Yer'in, ’Gök'ün,’Yeşillik’liklerin nasıl ‘yaratılmış’ olduğunu ilerde göreceğiz.


Ayrıntılarını yeri geldikçe inceleyeceğimiz bu sürecin başında, Sümer-Akad ataları, düşünülenin tersine, 'Yaratılışı’, yine de son derece maddi olan “su”lardan itibaren başlatıyorlardı ve henuz ‘tanrı’(lar)ı saptamış durumda değildiler.


Şimdiki biçimine İÖ. XI. yüzyıllarda kavuşmuş olduğu düşünülen Eski Ahit, hesaplarımıza göre, kendinden 3-4 bin yıl önce oluşmuş bir anlatım tarzına bağlı kalarak, ilk satırlarına, tıpkı eski ilahi anlatımında olduğu gibi, ’su’ları var kabul eden bir yaklaşımla başlamaktadır:


«Başlangıçta (….) Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. »


Görülüyor ki, «tanrının bir yok’luktan var'ediş» mantığına dayanıyor olsalar bile, bu mantıkla çelişen, bu çelişkinin de az çok bilincinde olması gereken Eski Ahit oluşturucuları, bütün bunlara karşın, eski ve artık bütünüyle kutsallaşmış ilahi metnine, kavramlarına mümkün olduğunca sadık kalmaya çalışmışlardı.

Dinin kaynaklarını ele alma sorununu, Eski Ahit’in veya Kuran’ın “çelisme”lerini sıralama gibi bir tutuma indirgemek, son derece sığ bir yaklaşım ifadesi olduğu kadar, Musa, İsa ve Muhammed’e haksızlıktır da. Çünkü onlar, Sümer-Akad kültür kaynaklarından günümüze ulaşan bir yolda, sadece var edilmiş birer ‘elçi’dirler. 18.03.06


İki farklı topluluk çekirdeği etrafında örülmeye başlanan Sümer- Akkad dininin bu elemanter özelliği, onun gelişme çizgisini ve kutsal kavramlarını inceleme çalışmasında, bilim dünyasına bir şans da sunmuş oluyordu. Adım adım ve elle tutulacak kadar gerçek toplumsal kurumlarla örülmeye başlanan bir ittifak ilişkisinin anlatımı olarak ortaya çıkan Sumer-Sami `din'i, gerektiği gibi ele alınsa, bu alanda daha çok ilerleme sağlanabilmiş olabilirdi belki.

Fakat bu böyle olmamıştır. Erken dönemde çekirdek haliyle karşılaştığımız «Tatlı Su», «Tuzlu Su » biçimindeki kutsal kavramların; `arınmış su' ve `ateşle' kutsama türündeki uygulamaların kaynakları araştırılmamış; bunun yerine, Sümer-Sami dini ilahileri, «Yerin, Göğün, İnsanın Yaratılması»na ilişkin Eski Ahit yorumu temelinde "okunmuş"tur. Böyle bir `okuma'nın eski tabletlerde söylenenleri değil; söylenmiş olduğu varsayılan düşünceleri temel almış olduğu açıktır. Bu alanda yapılmış çalışmalar önemli noktaların açığa çıkarılmasına hizmet etmiş olmakla birlikte, tablet ifadelerini nerede ise, baş aşağı çeviren türde hatalı metotlara dayanan `sonuç'larına fazla itibar edilemez.

Erken dönemde, Sümer ve çevre topluluklar arasında oluşan basit ittifak yapısı onların uygarlık yolunda hızla ilerlemeleriyle sonuçlanmıştı. İnsan kurbanı öngören veya ölü yamyamlığı biçimindeki eski uygulamaların bir bölümü, daha o zamandan, 'cenaze törenleri' gibi ritüeller haline dönüştürülerek aşılmış görünüyor. 2000 yıl kadar önce, İsa, kendini tüm "insan"lığa adayınca tanrı (ve+ya oğlu) olduğu ispatlandığına göre, Sümer ve çevre toplulukların ilk tanrısal varlıklarının, iki yanın ittifak şöleni namına, yamyam kazanlarının "kızgın sularında" haşlanan; kutsal ateş'te yakılarak ruhu göğe gönderilmiş, kanlı-canlı gerçek yöneticiler olmuş olup olmadığını anlamaya çalışacağız. Fakat bu arada, Sümer ve çevre topluluklar nüfus olarak çoğalmış; insan kurbanını da önleyen totem hayvan-bitki temelinde ayrıştırılmış topluluklar yeniden ve yeniden düzenleniyor olmalıydı. MÖ. 4. binli yıllarda, günümüzde `beşibirlik' olarak da yaşayan deyimin kaynağı olan «Beş Kutsal Yerleşim» yaratılmış; aralarındaki ilişki kuralları da düzenlenmişti.

Avrupa Birliği'nin bayrağındaki yıldız sayısı bugün 25 yıl önceki ile aynı mıdır? Eğer, MÖ 4. ve 3. binli yıllarda, örneğin kartal, aslan, boğa ve yılan… totemi ile temsil edilen topluluklar, kendi aralarında ittifak kurmuşlar ise ve kutsal amblemlerini, bu dört hayvanın iç içe geçtiği bir “melez desen”le ifade etmişler ise, bu davranışlarında, şimdiki AB bayrağına yıldız ekleyip-çıkarma davranışından fazla olarak hangi `hayali öge' bulunabilir?

Sumer-Akkad tarihinde, kategorik olarak, daha sonraki bir dönemde ortaya çıkan ve başlangıçta «akarsu - deniz» gibi maddi cisimlerle ifade edilen kutsal kavramlar, bir yandan 'tanrısal' dönüşümlerini sürdürürken, bir yandan da, eski özelliklerine hayvansal, bitkisel ve yıldızsal özellikler de katmaya başlamış görünüyorlar. Öncesini anlayamadan, gelinmiş böyle bir karmaşık noktadan yola çıkarak, Sümer- Sami dinsel kavrayışını «anthropomorphique épithètes»ler vb. üzerinden ve bir kozmolojik tasarım olarak açıklamaya çalışmanın, sansasyonel sınırları aşabilme kapasitesi olabilir mi?

Araştırmalarında temel toplumsal birimi (bunun, “ana-baba- çocuklardan oluşan bir aile çekirdeği” vb. olduğu iddiası artık geride kalmıştır) çıkış noktası olarak ele alamayan bir insanbilim ekolü nasıl başarılı olamayacak ise, «üç kutsal din»in başlangıçtaki kutsal kurumlarını tanımlamak yerine, bu dinlerin ulaştığı son yorum düzeyinden yola çıkan bir dinbilimciliği de ancak o ölçüde başarılı olabilir. Dinin kaynakları üzerine yapılan çalışmaların neredeyse son bulması, bu bakımlardan, bir rastlantı olmasa gerektir.

Sadece, ilkel matematik işlemlerini, ilkel çizimleri, ilkel çanak- çömleği, ilkel barınma ve ilkel giyinme araçlarını değil, kendi `din'lerinin ilkel başlangıç kurumlarını da, o sıralarda kendi varoluş kaygısı dışına çıkamayacak ve amacı yalnızca verili gerçek sosyal sorunları çözmek olan aynı topluluk yaratıyordu.

Bu nokta ne denli yinelense, azdır.


Bu topluluklar, kaba bir ağaçla yapılan basit bir saban'ın keşfini insanın ay'a ayak basmış olduğu an kadar önemli bir olay kabul ediyor; ilk sulama arklarının kullanımını, şimdi bilgisayar düzeneğiyle sera sulamak derecesinde önemli bir teknik gelişme olarak görüyor olmalıydılar. Atalarından gelen görenek uyarınca, törenlerde aralarından sundukları bir kurban yerine, bu zorunluluğu bir hayvan sunu ile aşmış olabilmeyi, 21.yüzyılda idam uygulamasını sürdüren modern dünyadan daha ileride bir adım gibi algılıyor olmalıydılar. Eğer böyle düşünmüşlerse, bu düşüncelerinde de “yerden göğe kadar” haklıdırlar. Bu toplulukların yarattıkları dinsel görüşler, kutsiyet kavramları, içerisinde yaşadıkları toplumsal seviyeye tamamen uygun, o dönemin en gerçek yanlarını yansıtan bir özellik taşıyordu. Sümer -Sami toplulukların, kazıtların açığa çıkardığı ilk saban desenleri, ilk kutsal sunak örnekleri, ilk tapınakları, ilk evleri, mimari yönden olduğu kadar, düşünsel yönden de bu topluluğun o andaki yaşam ve kavrayış düzeyinin doğrudan bir ifadesidir. Öyleyse 5-6 bin yıl önceki bir topluluğu kendi maddi ve sosyal koşulları içinde ele almak gerçekten o denli zor mudur? Şimdiki `bilgisayar çağı' uzmanlarımız, 'saban çağı'ndaki atalarımızın dini düşünce sistemlerini çözemediklerini, bunların karmaşık `tasarımlar', 'düşsel güçler', hayal edilmesi zor hayaller, imaginations inimaginables, ilkellerin korku ve hayal ürünleri olduklarını söylerler ise, burada ters giden bazı noktalar bulunmuyor mu ?

Bugünkü anlamlarıyla `Yer' ve `Gök'ün yaratılma neden ve biçimleriyle uğraştıkları, buna uygun bir de kozmonoji geliştirdikleri varsayılan `ilk Sümer düşünürleri', zamanımızın okurunu, büyük olasılıkla düş kırıklığına uğratacaktır. Çünkü onlar, `Yer ve Gök' konusunu bitirir bitirmez, derhal, çakmak taşının önemine, saban'ın büyülü gücüne, kazmanın yaratıcılığına, kerpiç kalıbının yapıcılığına, koyun ve keçinin var edilmesinin nimetlerine, saban çeken öküzün gücüne, ağıllara, tahıl depolarına, su kanallarının bereketine, kısacası, o dönemin en yaşamsal gerçek sorunlarına dönerler.

Modern çağımızın uzmanları, “Yer ve Gök”ün nasıl ve nelerden yapıldığının anlatıldığını sandığı Sümer tabletlerinden boş yere, öteki `kozmik', 'astronomik', 'jeolojik' açıklamalar bekleyedursunlar!

Erken dönem Sümer -Samiler, "Gök'ü Yer'den, Yer'i Gök'ten ayıran" Enlil'in sayesinde edindikleri tarımsal bereketin büyülü gücüyle, buğday, arpa ve fasulyeyle, kazma ve çapayla, su kanallarıyla, ağılları dolduran öküz, inek, koyun ve keçilerle, Eridu dalyanının balıklarıyla, hayati sorunlarla ilgilenmeyi sürdürürler.

Eski tarihlerinin anlatımını oldukça gerçekçi veren erken Sümer - Akad ilahi tabletlerinde yer alan «Gök» ile «Yer»in «birbirinden ayrılması» biçimindeki ifadelerde kullanılan gök ve yer, ne şimdi anlaşılan anlamıyla “Gök ve Yer"di; ne de onlar “Göğ’ün ve Yer’in” nasıl yaratılmış olabileceğiyle ilgiliydiler!

Tabletlerde var olduğu düşünülen `yaratılış' anlamı, tabletlerde söylenenlere dayanılarak ispatlanabilecek tezler değildir. Örneğin aşağıdaki ilahide, Sümer ve çevre topluluklar, ihtimal Eridu, Ur, Nippur, Uruk gibi yerleşimlerde, buradaki tapınaklarda, kutsal törenlerle tamamlanan toplumsal bir düzenlenişten bahsediyorlar; Musevilik ve Hristiyanlıkta hala süren `kutsal ekmek'in topluca ve kutsal bir tarzda ortaklaşa yendiği, ant içildiği bir ritüel içinde `Yer'i ,'Gök'ten, Gök'ü de `Yer'den ayırıyorlardı :

«Geçmiş günlerde bütün gerekli şeyler var edildikten sonra,

Geçmiş günlerde bütün gerekli şeyler  ısmarladıktan sonra,
Ülkenin kutsal mekânlarında ekmeğin tadına bakıldıktan sonra,
Ülkenin fırınlarında ekmek pişirildikten sonra,

Gök Yeryüzünden uzaklaştırıldıktan sonra,

Yer Gök’ten ayrıldıktan sonra, İnsanın adı saptandıktan sonra, An (ateş, güneş) Göğü eIde ettikten sonra, Enlil (kuvvetli nefes, baş üfürükçü) Yeryüzünü eIde ettikten sonra, Ereşkigal'a ödül olarak ölüler diyarı verildikten sonra…» (S.N.Kramer, Sümerler, s.264) (1)

Sümer - Samiler, 'Yer' ve `Gök' kavramını öylesine somut, elle tutulan ve doğal bir şekilde anlatırlar ki, Gök’ten birden bire kazmaya, çapaya, çakmak ve lacivert taşına, sepete geçmek bir anormallik yaratmaz. Çünkü, burada sözü edilen Gök ve Yer, Sümer ve Sami toplulukların bir öteki tanımı, bizzat kendileriydi.


İki topluluğun yeni bir toplumsal düzenleme olarak birbirlerinden ayrıştırılması, o sırada daha verimli bir ortam da yaratmış görünmektedir:


« Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı olan Kararları değiştirilemeyen Efendi, Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil, Yerden göğü ayırmayı düşündü, Gökten yeri ayırmayı düşündü. Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için, "Gök ile yerin kemiği"nde (Nippur) ... yaydı.

Kazmayı var etti, "gün"ü yarattı,

Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi, Kazmaya ve sepete "kudret" yükledi. Enlil, kazmasını yüceltti, Başı lacivert taşından olan altın kazmasını, Gümüs ve altın… evinin kazmasını, lacivert taşından …., Geniş bir duvara çıkan tek boynuzlu bir öküzden çıkıntısı olan kazmasını

Efendi kazmayı çağırdı, yazgısını belirledi, Kutsal taç kindu'yu başına koydu, Çamurdan insanın başını biçimledi, Enlil'in önünde o (insan?) ülkesini kapladı, Kara-kafalı halkının üstünde sebatla durdu. »

(Kramer, Sümer Mitolojisi, Kabalcı, s.103)


Bu tür örnekler, uzmanlarımız için, 'gök', 'yer' gibi kavramların, erken dönemlerde bir başka anlamda kullanılmış olabileceğine dair uyarıcı bir işaret olmalıydı. Fakat araştırıcımız ister dini inanca sahip olsun, ister olmasın, Eski Ahit'in `yerin göklerin yaratılması' yorumu, onun üzerinde öylesine etkili bir önyargı yaratmış olmalı ki, tabletleri, daima, Eski Ahit’in bu `yaratılış' yorumu üzerinden “oku”muştur. (2)

Bununla birlikte, Sümer-Akad erken tabletleri, sanıldığının tersine, şimdiki anlamıyla herhangi bir «Yaratılış»dan da bahsetmezler.


'Yaratma' yorumu, geç dönemlere aittir. Enuma Eliş'te “yaratma” kavrayışının ne düzeyde olduğunu daha sonra inceleyeceğiz. Enuma Eliş'in başlangıç kısmında da devam ettiği gibi, erken dönem ilahilerinin kullandığı “var ediş" biçimi varlıklara «ad verme» şeklinde ortaya çıkıyordu ve “ad verme” sadece “Yer” ve “Gök” konusuyla sınırlı değildi; Tanrılara, tanrısal varlıklara, bitkilere... hep “ad veriliyor”du. 'Ad verme' edimi onlarda (günümüzde devam ettiği gibi) var olan bir olguyu sınıflama; sosyal konumunu belirleme, tanımlama edimiydi. Eski Ahit ve Kuran, 'ad verme' kavramını aynı biçimde yinelerler; “Yaratılış” sırasında tanrı ve Adem, `Yaratılan'lara `ad vermiş', 'onları adlarıyla çağırmış'lardı.

Sümer ve Akad dini, «insan» ve «cin» topluluklarının; Yer ile Gök'ün birbirinden ayrıştırılması esası üzerine işleyebilen bir ittifak olarak şekillendiği için, onların arasındaki `kardeşlik' daima düşman kardeşlik özelliğini muhafaza etmiştir.

Bu topluluklardan birisi (Sümerler) için sağ yön kutsal ise, ötekiler için sol yön kutsaldı; bir topluluk (karabaşlar- Sümerler), bu aşamada “yer, kara, toprak” biçiminde temsil ediliyorsa, ötekiler Gökyüzü, Güneş, ateş, kırmızı olarak temsil ediliyordu.

Tarih anlatıcı toplum birim eğer Sümer'ler ise, ilahi metnimizin Sümerleri `insan'; ötekileri `göksel varlıklar', cinler, şeytanlar topluluğu olarak tanımlıyor olması gerektiğini çıkarsayabiliriz. Anlatıcımız eğer Sami topluluk ise, ilahi metninin de buna uygun olarak Sami topluluğu insan, ötekileri ejderha, sürüngen, yılan.. olarak göstermesi doğaldı !

Birkac yüz ve birkaç bin yıl sonra, karışan nesillerin yeni anlatımlarında, bir ejderha'nın, koyunun, köpek veya eşeğin birden yakışıklı bir gence veya güzeller güzeli bir kıza dönüşmesi, Balam'ın eşeğinin dile gelip konuşması, eski peygamberlerin kuş dilini, balık dilini bilmeleri … anlatımlarını bu bakımdan garipsememek gerek.

Gök ve Yer kavramlarının erken dönem ilahilerinde, Kuzey Mezopotamya ve Güney Mezopotamya topluluk tanımları anlamında kullanılmış olduğu bir kez tespit edilince, tarih anlatımı, bütün sonraki gelişmesi bakımından da harfi harfine yerli yerine oturur.

Eski Ahit'te, Tanrı'nın, 'İnsan' ve `öteki canlıları' neden doğrudan doğruya kendisinin yaratmadığı, neden bir aracı kullanarak 'Yer-Toprak' üzerinden “yaratmış” olduğu da çözümlenmiş olur.

Kuran'ın `topluluk' deyince, bundan neden sadece “insan topluluğu” ile “cin topluluğu”nu anladığı; Eski Ahit'in “yaratılış” anlatımında yaratılmayan Şeytan'ın, Kuran'da, Adem'den daha önce, tanrı tarafından ateş'ten yaratılmış olarak gösterilmesi… gibi noktalar…, Musa'ya, İsa'ya, Muhammed'e ait `çelişme'ler olmaktan çıkmaya başlarlar. Karmaşa yerine oturur, Kuzey ve Güney Mezopotamya topluluklarının, iki yönden anlatılmış tarihlerinin, sonraki nesillerce kaynaştırmaya çalışılan yapısı içinde, iki yana doğru yalpalasak bile, ana hatlar üzerinden eski tarihi `okumamızı' sürdürebiliriz.

***

İncelememizin birkaç adım daha ötesi için gerekli olan açıklamaları burada keserek, yeniden, Sümer ve Akad topluluklarına; bu iki topluluğun `Nehirler- tatlı su' ve `Deniz-tuzlu su' olarak nitelendiği erken dönemlere geri dönebiliriz artık.

« Su » ve « tuz » Hıristiyan kiliselerinde kutsal vaftiz aracı olarak kullanılmaya devam ettiğine göre, bunların erken Sümer-Sami toplulukların tanım aracı olarak da kullanılmış olan `tatlı su', 'tuzlu su' ile bir ilgisi olup olmadığını sormak artık gereksiz olmalı. Öyle ki, Yeni Ahit, Sümerlerin kendileri için kullanmış oldukları «Yeryüzünün tuzu » değerlendirmesini, aynen aktarır :

«Yeryüzünün tuzu sizsiniz » (Matta.5)

Bununla birlikte, sayın M. İlmiye Çığ'ın  “Sümerli Ludingirra”sı: «atalarımızdan gelen bir söze göre, biz Sümerliler  “Yeryüzünün tuzu' imişiz. Niçin `tadı' demediler de `tuzu' dediler, pek çözemedim » (s.15) diye sorduğuna göre, kutsal, tuzsuz ekmekten, tuz ile takdise; İnanna'nın gelin hamamından İsa'nın Ürdün nehrindeki vaftizine; Zemzem suyundan İslam abdest'ine, ölü yıkama töresinden, Tufan'da tanrının canlıları `suda boğarak' öldürme biçimini tercih etmesine ve oradan Musa'nın çöl tapınağı `çadırı'nın giriş kapısına oturttuğu kutsal kazanların kaynayan suyuna kadar uzanan bu etkili kültün anlamını Sümer-Sami kaynaklardan bu yana gelişimi içinde değerlendirmek yararlı olabilir.

Safa Kaçmaz

(1) « Ces jours-là, lorsque En-haut et En-bas eurent été [séparés]

Ces nuits-là, lorsque En-haut  et  En-bas eurent été désassemblés]...


(2) Dini yazının `Yer', 'Gök' gibi temel kavramlarının şimdiki farklı yorum değerleri haline dönüşme sürecinin, benden daha uygun çalışma koşullarına sahip akademisyenlerimiz tarafından zamanla daha tam olarak açıklanacağını umuyorum, bu yönde çabalar bekliyorum.