Kemal Kılıçdaroğlu'nun 12 Ekim 2010 tarihli CHP grup toplantısında yaptığı konuşma
Değerli milletvekilleri, saygıdeğer konuklarımız, Yozgat Sorgun Bahadın Belediye Başkanımız Dilaver Özcan, ayrıca Belediye Meclis üyelerimiz Yılmaz Aktürk, Mehmet Yiğit, Bahtihar Şimşek, Rıza Koç, Müsahat Çalışkan, Haydar Atakul ve Durak Ünalmış, bugün partimize katıldılar.
Değerli milletvekilleri, partimize katılan arkadaşlarımız Demokratik Sol Parti ve Adalet ve Kalkınma Partisinden arkadaşlarımızdır. Onları kucaklıyoruz. Gelecekte güzel Türkiye’yi elbirliğiyle kuracağız ve oluşturacağız.
Değerli milletvekilleri, dün Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesinin açılışında bulunduk, hocalarımızla ve gençlerimizle beraber olduk. Üniversitenin bir ülkenin yaşamında ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gözlemleme olanağı bulduk. Eğer Isparta’yı yaşanabilir kentler sıralamasında aşağılardan alıp üçüncü sıraya getiriyorsa ve bir üniversite buna büyük katkılar veriyorsa, o üniversiteleri hepimizin kucaklaması lazım. O üniversitelerin Türkiye’nin sesi olduğunu, o üniversitelerin uluslararası alanda Türkiye’yi tanıttığını, Türkiye’ye çağdaşlığı, özgürlüğü getirdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Gençlerle konuştuk. Gençlere şunu söyledim: Siz eğer ülkenize bir katkıda bulunmak istiyorsanız daha okul sıralarından itibaren soru sormasını bileceksiniz. Soru soracaksınız, hayatı sorgulayacaksınız, hayatı sorgulayacaksınız ki çözümleri sağlıklı bulabilelim. Hayatı sorgulayacaksınız ki neyin ne olduğunu, nasıl olduğunu, hangi gerekçelere olduğunu daha sağlıklı sorgulayabilesiniz ve hayatı sorgulayacaksınız ki niçin yurt sorunu hâlâ bu ülkede çözülememiştir. Hayatı sorgulayacaksınız ki bilimin önündeki engeller nelerdir ve o engelleri getirenler kimlerdir bunları öğrenebilesiniz ve hayatı sorgulayacaksınız ki neden üniversiteler özerk değil, neden bilimsel özerkliği yok, neden yönetsel özerkliği yok, neden mali özerkliği yok? Özerkliği olmayan bir üniversitenin geleceğe güvenle bakan bir ülkeyi inşa eden temel taşlarından birisinin eksik olduğunu hepimizin kabul etmesi gerekir. Ve sorgulayacaksınız, söyleyeceksiniz ki neden daha düne kadar YÖK’ü yerden yere vuranlar, bugün YÖK’ün arkasına sığınmış ve YÖK’ü ellerinde birer sopa gibi üniversitelerin üzerinde kullanıyorlar. Bunu sağlıklı sorgulamayla ancak öğrenebileceğiz. Ve yine sağlıklı sorgulayacağız ki 12 Eylül darbesi deyip, 12 Eylülcülerden hesap soracağız deyip yargıyı ele geçirenlerin bugün yargıyı hangi noktaya getirdiklerini sorgulayabilelim. Ve bir şeyi daha onlara söyledim: En masum talep, “parasız eğitim istiyoruz” diyenlerin ağızlarının kapatılıp saçlarının çekilip salondan dışarı atıldığını ancak sağlıklı ve tutarlı sorgulamayla gerekçelerini öğrenebiliriz. Bunu yaptığımız zaman biz, gençliğin ülkenin sorunlarına sahip çıkan bir gençlik olarak göreceğiz.
Bu arada, değerli milletvekilleri, hep yurt sorunu söylüyoruz ama Eskişehir Osmangazi Üniversitesinde çok daha çarpıcı bir gerçekle karşılaştım. Soru soran gençlerden birisi kalktı, eline mikrofonu aldı, bu genç kız kardeşimiz ve şunu söyledi: “Ben 60 kişilik bir koğuşta yatıyorum.” Altını çiziyorum, birer ikişer kişilik oda değil, beşer onar kişilik oda değil, 60 kişilik bir koğuşta yatıyorum üniversiteyi okumak için. 60 kişi aynı yerdeyiz, aynı yerde yatıyoruz. Acaba, bunu Sayın Başbakan biliyor mu? Sayın Milli Eğitim Bakanı biliyor mu? Bizim öğrenci olarak okuduğumuz yıllarda dâhi 60 kişilik yurt koğuşu yoktu. Türkiye’nin geldiği noktaya bakınız. Sayın Başbakana göre Türkiye kalkınıyor, Türkiye çağ atlıyor, Türkiye’de müthiş değişiklikler oluyor. Sayın Başbakan, senin sayende öğrenciler artık 60 kişilik koğuşta kalıyor. Bu mudur Türkiye’yi çağdaşlaştırmak? Ve onlara şu mesajı her yerde her ortamda kararlılıkla verdik vermeye de devam edeceğiz: Gençler korkmayın, çekinmeyin, özgür olun, düşüncelerinizi özgürce dile getirin, çünkü arkanızda Cumhuriyet Halk Partisi olacak. Hiç kimse bu ülkede sahipsiz kalmayacak, başta gençler, hiç kimse sahipsiz kalmayacak. Onların sorunlarını dinleyeceğiz, sorunlarına çözüm üreteceğiz, onları kucaklayacağız. Yıllar yılı baskı yaptılar, “ülkenin sorunlarıyla ilgilenmeyin dediler gençler. Size ne? Başkaları ilgilensin” dediler ve Türkiye bu noktaya geldi. Türkiye’yi gerçek sorunlarıyla ilgilenen bir ülke hâline getirmek için gençlere sahip çıkmamız lazım ve gençlerimiz bizim umduğumuzdan çok daha hızlı ülkenin sorunlarına sahip çıkıyorlar, çok daha hızlı ülkenin gerçeklerini öğreniyorlar. Onun için diyorum, onlara güveneceğiz ve onları her ortamda, her yerde sonuna kadar destekleyeceğiz. Gençlerin çok ciddi bir sorunu daha var, işsizlik. Buna özel bir zaman ayıracağız, işsizlik olgusuna ama şimdiden söyleyeyim. Üniversitenin 3’üncü sınıfına gelen öğrenci, 4’üncü sınıfına gelen öğrenci kafasında kocaman bir soru işaretiyle o eğitim yılını tamamlama çabası içine giriyor. Mezun olunca ne olacağım? Türkiye’nin en ciddi sorunlarından birisidir. Her 5 gençten 1’isinin işsiz olduğu bir Türkiye’de yaşıyoruz. Acaba bu iktidar, 8 yıldır işsizlik konusunda ne yaptı? İktidarı devraldığı 2002’de şu ana kadar işsizlikte hangi adımları attı? Yaptığı güzel bir şey var. İşsizlik Sigortası Fonundaki paraları aldı başka yerlerde kullandı ve Parlamentoya getirirken de “Biz Doğu, Güneydoğuya yatırım yapacağız, onun için bu paraları istiyoruz” dediler. Ama sonra kazın ayağının öyle olmadığı ortaya çıktı. Parlamentoyu da kandırdılar, yanlış bilgi verdiler. Getirdikleri yasaların gerekçeleri de yanlıştı ve o paraları götürdüler başka yerlerde kullandılar. Merak ediyorum, doğu ve Güneydoğuya yatırım yapacağız diye Parlamentodan izin alıp 2 milyar 680 milyon lirayı -eski parayla 2 katrilyon 680 milyar lirayı- nereye harcadılar? Doğu ve güneydoğunun neresine yatırım yapıldı? Hangi yatırımı yaptılar? Hangi fabrikayı hizmete açtılar? Nereye gitti bu para? Hâlâ soru işareti olarak önümüzde duruyor. Bir insanlık dramı, gelen bir mektubu Grup Başkanvekili arkadaşlarım verdiler, onu izninizle okumak isterim. Türkiye’nin bir dramını bundan daha iyi başka hiçbir şey anlatamaz.
“Ben Metin Kurtçu. 6.9.2006 tarihinde sözleşmeli sınıf öğretmeni olarak Erzurum Tekman’da göreve başladım. Yozgat Çekerek’te çalışmaya devam ediyordum. 2.5.2010 tarihinde kan kanseri teşhisiyle Ankara’da da tedavi görmeye başladım ve 14.9.2010 tarihinde 30 günden fazla rapor kullandığım için sözleşmem feshedildi. Bu konuda teknik yardım almak için bir sendikaya üye oldum. Şimdi maaşımı alamıyorum ve yaklaşık iki ay sonra sosyal güvenlik kurumundan da faydalanamayacağım için tedaviyi yarıda bırakmak zorunda kalabilirim ve ben 8 kişilik bir aileye tek başıma bakmakla yükümlüyüm. Sesimi nasıl kamuoyuna duyurabilirim?” Türkiye’nin yaşadığı dram budur arkadaşlar. Bir öğretmen, çocuklarımızı yetiştirmek üzere üniversitede anne ve babanın boğazından keserek yetiştirdiği bir öğretmen ve siz ona kadroyu fazla görüyorsunuz, kadro vermiyorsunuz ona. Git, şurada sözleşmeli öğretmen olarak devam et ama 30 günden fazla izin ya da rapor alamazsın, alırsan sözleşmeni feshederiz. Kan kanseri olan bu öğretmenimize, başımızın üstünde taşıyacağımız bu öğretmenimize nasıl bir şeyi reva görebiliriz? Bu tabloyu nasıl reva görebiliriz? Bunu yapan iktidar, acaba bunları duyuyor mu? Vicdanı olan, yüreğinde bir parça insan sevgisi olan bir siyasal yapı bu tabloyu nasıl görmemezlikten gelebilir. 30 günden fazla izin alırsan ya da raporun olursa ben senin sözleşmeni feshedeceğim. Peki, ne olacak? Seni ölüme terk edeceğim. Sosyal devlet bu mu? Onun için sizlere söylüyorum, değerli milletvekillerimiz, her yerde her ortamda sosyal devleti anlatmalıyız, sosyal devletin ne olup ne olmadığını anlatmalıyız. Bu tablo sosyal devlet tablosu değildir. Hani, Anayasanın 2’nci maddesinde yazıyor ya “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” diye. İşte, hukuk devleti, sosyal hukuk devleti olmadığımızın kanıtıdır bu. Bir öğretmeni ölüme mahkûm etme, sözleşme böyle. Sözleşmeyi kim yapıyor? Türkiye Cumhuriyetinin Milli Eğitim Bakanlığı yapıyor ve bu tablo bizim yüreğimizde asılı olarak duruyor. Bu öğretmen kardeşimiz merak etmesin, biz sahip çıkacağız ama bizim isteğimiz bir siyasal partinin ötesinde sosyal devlet dediğimiz kurumun sahip çıkmasıdır. Eğer kurum sahip çıkarsa, sosyal devlet işlevini yerine getirirse o zaman bu ülkede hak aramanın ne olduğunu hep beraber öğrenmiş olacağız. Bu tablo, bizim açımızdan bir utanç tablosudur.
Üniversitedeki gençlerle konuşurken onlara şunu da söyledim: Kendinize soracaksınız, Türkiye’de yargının kalbi niçin durdu? Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri neden görevlerinden istifa ettiler? Demokrasilerde en etkili karşı çıkış yöntemlerinden birisi istifa kurumudur. En saygın kurumlardan birisi istifa kurumudur. Diyorlar ki, “18 Ağustostan beri Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu görev yapamaz hâle getirilmiştir.” Bugün Sayın Başbakan bugün diyor ki, “Bunlar istifalarında geç kaldılar.” Bir Başbakana yakışıyor mu? Yakışıyor mu Allah aşkına bir Başbakana? “Niçin zamanında istifa etmediniz?” Hani, yasama, yürütme, yargı diye güçler ayrılığı vardı? Demokrasiden nasibini almamış bir Başbakanın söylemidir bu. “Elinizi kolunuzu bağlayan mı vardı?” diyor. Bu da hukuk bilmezliğin bir söylemidir. Sayın Başbakan bilmiyor mu, Başbakan ve Müsteşarı katılmadığı zaman zaten kurum karar alamıyor. Hem hukuku bilmeyeceksin hem yasayı bilmeyeceksin hem de dilin uzun olacak ve halkı aldatacaksın. Bu konuda biz üzerimize düşeni yapacağız, her yerde ve her ortamda anlatacağız. Hukuk bilmiyorsan konuşma, yasa bilmiyorsan da konuşma ama ikisini de bilmeyeceksin ve konuşacaksın. Bu, sadece ve sadece cehaletin eseridir.
Sayın Başbakana şunu sormak isteriz: Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Adalet Bakanı arasında yapılan yazışmaları açıklamasını isteriz. Bürokrasi ellerinde, Adalet Bakanı orada, devletin arşivi de orada, niçin istifa ettiklerini herhalde orada biz okuyabiliriz. Eğer yüreği varsa, eğer cesareti varsa, eğer topluma saygısı varsa o yazışmaları kamuoyuna açıklar. Yargıç kürsüde otururken arkasında bir levha vardır, bir söz vardır: “Adalet mülkün temelidir” diye. Oradaki “mülk” sözcüğü devlet demektir. Ama öyle anlaşılıyor ki, orada “mülk” sözcüğünü Sayın Başbakan kendi mülkü anlıyor, benim mülkümdür diyor. Öyle anlaşılıyor ki, kendi mülkü hâline getirdiği adalet bakın, bugün Türkiye’de ne sonuçlar doğurdu. İnsanlar tutuklanıyor hapse atılıyor, mahkûm edilenlerden daha fazla sayıda şu anda tutuklumuz var, yani henüz daha belki yargıç karşısına çıkmamış binlerce kişi var. Nasıl bir düzendir, nasıl bir adalettir, nasıl bir demokrasidir bu. Mahkûm olanlardan daha fazla hapishanelerde tutuklular var ve daha garip bir tablo, tutukluluğunuz infaza dönüşüyor, yani o kadar uzun bir tutuklama süresi var ki mahkûm olsanız bile belki onun altında bir ceza alacaksınız veya beraat ettiğinizde içeride kaldığınız süre size bir acı olarak yansıyacak ve siz bu acıyı bütün yüreğinizde yaşamınız boyunca taşıyacaksınız. Ve nasıl bir adalet sistemidir, nasıl bir hukuk sistemidir ki yargıçların, savcıların telefonları dinlenir, yasadışı dinleniyor ve nasıl bir hukuk sistemidir, nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki yasadışı dinlenen bu telefonları Sayın Başbakan kürsülere çıkıp kendisine konuşma malzemesi yapar ve nasıl bir demokrasi ve nasıl bir hukuk anlayışıdır ki, Sayın Başbakanın konuşmaları yasadışı dinlendiğinde onları yayınlayanlar kendilerini ertesi gün Silivri’de hapishanelerde bulurlar. Ve nasıl bir demokrasi ve nasıl bir hukuktur ki, kişilerin özel yaşamlarıyla ilgili hiçbir şey ama hiçbir şey gizli kalmıyor. Onlar bir şekliyle siyasal iktidara düzenli olarak servis ediliyor, yani kişinin dokunulmazlığı yok bu ülkede. Anayasa diyor ya “Kişinin dokunulmazlığı var” diye. Milletvekili dokunulmazlığı durur ama kişinin dokunulmazlığı ayaklar altındadır bu. Bu mudur demokrasi? Bu mudur hukuk devleti? Eğer Türkiye’de eksen kayması tartışması başlayacaksa, o eksen kayması tartışması yargı süreciyle başlayacaktır. Yargı, bizim belki de kontrol edemeyeceğimiz, belki de sağlıklı bakıp da olgunlaştıramayacağımız birilerinin güdümünde farklı bir sürecin içine çekilecektir. Biliyorsunuz, Siyasi partilerde kadın kolları var, gençlik kolları var, esnaf kolları var, değişik isimler altında var ama her hâlde, Anayasa değişikliğinden sonra AKP’nin de bir yargı kolları olacak gençlik ve kadın kolları dışında. Belki diyeceksiniz ki bu çok ağır bir suçlama. Hayır, efendim, hiç ağır bir suçlama değil. Bakınız neden bu kanıya varıyoruz? İki somut örnek söyleyeceğim. Birincisi şu: Anayasa Mahkemesine üye seçeceksiniz. Üyeyi önce belirliyorsunuz, şu kişi olsun diyorsunuz. Sonra bakıyorsunuz o kişinin koşulları uymuyor. O zaman başka bir arayışa giriyor siyasi iktidar. O kişinin koşullarına uygun bir alan yaratmaya çalışıyorlar. Hatırlarsınız. Bir kişiyi buldular, baktılar ki üst düzey bürokraside çalışmamış, ne yaptılar? Önce ona Denizcilik Müsteşarlığında müsteşar yardımcılığı koltuğunu verdiler. Bir ay orada görev yaptı, ondan sonra Anayasa Mahkemesi üyeliğine taşıdılar. Peki, bu ülkede o kişinin dışında üst düzey görev yapan başka bir bürokrat yok muydu? Binlerce var ama onlar kafalarında zaten bir aday belirlemişler, o adayı oraya taşıyacaklar. İkinci somut örnek geçen gün Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda yaşandı. Bir üye buluyorlar yine. Koşulları tutmuyor, yaşı 45’i bulmamış. Olsun, Anayasayı ona göre düzenleriz. Hepsini sayarız, Sayıştay’ı saymayız, çünkü üyemiz belli, henüz yaşı 45 olmamış ve hazırladıkları Anayasa değişikliğinin ne kadar sorunlarla dolu olduğunu o Meclis Genel Kurulunda herkes gördü. Seçim yapıldı. Aday zaten önceden belli idi. Kâğıtlar dağıtılmış, özgeçmiş bile dağıtılmıyor. Milletvekillerinin, AKP milletvekilleri dâhil, o kişinin özgeçmişini öğrenmesine gerek yok ki. Bu gelen kişi kimdir? Birikimi nedir araştırmaya gerek yok ki. Birisi karar vermiş zaten, onun altına mühür basılmış, zarflara atılacak ve ilahi adalete bakın, seçim yapılıyor, ikinci tura kalması gereken en çok oyu alan 2 kişi çıkmıyor, son 2 kişi 1’er oy alıyorlar. Şimdi kim oylanacak Anayasada bir düzenleme yok. Uzun tartışmalardan sonra çözümü buluyorlar. MHP’li Meclis Başkanvekili ayrılıyor. Niçin ayrılıyor, oraya da soru işareti. Yerine AKP’li Meclis Başkanvekili geliyor ve olayı kendi bildiği şekliyle çözüyor. Siz buna hukuk diyorsunuz değil mi? Siz buna demokrasi diyorsunuz? Bunun ne hukukta, ne demokraside yeri yoktur, ne de ahlakta yeri var ama AKP’nin Türkiye’yi getirdiği nokta budur.
Şimdi, bu süreçte Sayın Cumhurbaşkanına büyük görev düşüyor. Eğer bu ülkenin cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, 70 milyonun cumhurbaşkanı olmak istiyorsa 70 milyon yurttaşın duyarlılığını dikkate almak zorundadır. Hülleyle Anayasa Mahkemesine üye tayin etmek hiç kimseye yakışmaz. O Anayasa Mahkemesi eğer Anayasa ile ilgili karar verecekse, Anayasaya aykırılıkları saptayacaksa temel görevlerden birisi Cumhurbaşkanına düşmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesine üye atarken toplumun duyarlılıklarını ama her kesimin duyarlılıklarını dikkate almak zorundadır. Şunu açık yüreklilikle söylüyorum: Adaletin kantarı bozulursa o kantar bir gün gelir o adaleti bozanları da tartar. Onun için diyoruz ki, adalet mülkün temeliyse, adalet kamunun vicdanıdır. Eğer yapılan işlemlerden kamu vicdanı rahatsızsa orada adalet yoktur. Adalete böyle bakmamız gerekiyor.
Değerli milletvekilleri, 16 Ekim Dünya Gıda Günü. Bir dönem övünürdük, Türkiye dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden birisidir diye. Şimdi dönüp bakıyoruz, sekiz yılda bu ülkeyi ne hâle getirdiler. Türkiye, gıdada kendi kendine yeten bir ülke mi? Hayır. Niye bu hâle geldi? Çiftçilerimize soruyorum, özellikle çiftçi kardeşlerime soruyorum, AKP’ye oy veren çiftçi kardeşlerime özellikle de soruyorum. Besiciliği öldürdüler et ithalatına başladık, 25 yıldır ilk kez donmuş et ithalatı da yapmaya başladık ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilki daha yapacağız. Süt, süt tozu ve tereyağını da ithal edeceğiz. Çiftçi kardeşine soruyorum, besici kardeşime soruyorum: Üreten, alın teri döken, sabahın 6’sında kalkıp çalışmaya başlayan ama alın terinin karşılığını alamayan o çiftçi kardeşime soruyorum: Oy verdiğin AKP’nin gerçek yüzünü gör. Senin alın terinin ve emeğinin değerini vermez, onun derdi başka. O, senin alın terini sömürür. Sen ona oy verdiğin sürece o seni daha da zor duruma sokacaktır. Bakın, 2003’te 42 milyon büyük ve küçükbaş hayvanımız varken, 4,5 milyon sayıda azalma var, bugün 37 milyona düştü niçin? Ve çarpıcı bir tabloyu daha o çiftçi kardeşlerimize vermek isterim. Bir Avrupalı yılda 75 kilo kırmızı et tüketiyor, Türkiye’de 6 kilo. Bizim insanlarımız et yemesini bilmiyor mu? Biliyor ama nasıl alacak, sorun orada. Para nerede, sorun orada. Onun için ben besiciye de, çiftçiye de sesleniyorum, AKP’ye güvenmeyin. Bunların derdi sizin sorunlarınızı çözmek değil, sizi daha da zor duruma sokmak, sizi içinden çıkılmaz üretici olmaktan çıkarıp farklı bir kulvara sokmaktır onun derdi. Ve şu gerçeği de herkesin bilmesi lazım: Türkiye şu anda dünyanın en pahalı etini yiyor, bize layık gördükleri bu. Hem kendi kendine yeten bir ülke konumundan alacaksınız Türkiye’yi, et ithal edeceksiniz ve kendi insanınıza dünyanın en pahalı etini buyurun gelin alın diyeceksiniz. Çarpıcı bir tablo daha, Et ve Balık Kurumunun İnternet sitesinde değerli arkadaşlar. Orada Et ve Balık Kurumu Genel Müdürlüğüne hitaben yazılmış bir teşekkür mektubu yayınlanıyor. Diyor ki “Şahsınızın ve heyetinizin Sicenika’ya gelerek satışından sıkıntı çektiğimiz ve bölgemizin en önemli gelir kaynağı olan büyükbaş hayvanlarımızın alımı hususunda yapmış olduğu alım anlaşmasının halkımız açısından önemi çok büyüktür. Size teşekkür ederiz” diyor. Satışında zorluk çekiyorlar, biz gidip alıyoruz ama bizim köylümüz orada duruyor, bizim çiftçimiz duruyor, bizim besicimiz duruyor, perişan vaziyette. Onlar alıyorlar bu teşekkür mektubunu kendi İnternet sitelerinde yayınlıyorlar. Sayın Başbakandan istirham ediyorum. Bütün miting meydanlarında bunu büyütsün. O konuştuğu duvarın arkasına bunu assın, bizim çiftçimiz de onu görsün. Görsün ki, AKP Hükümeti kime hizmet ediyor, onu bizim çiftçimizin daha iyi görmesi lazım. Ama biz şunu söylüyoruz: Çiftçinin sorununu çözecek olan Cumhuriyet Halk Partisidir diyoruz çünkü biz emeğe ve alın terine değer veriyoruz. Çünkü biz diyoruz ki, önce bizim insanımız kazanacak diyoruz. Bizim insanımız kazanacak, bizim insanımız üretecek ki ülke güçlü olabilsin, o işsizlik dediğimiz kâbustan bu ülke kurtulabilsin diye. Ve onun için diyoruz ki, aç ve açıkta kimse kalmayacak ve onun için diyoruz ki Cumhuriyet Halk Partisi aile sigortasını getirerek sosyal devletin güçlenmesine katkı verecektir.
Değerli milletvekilleri, 5 ay sonra Orta Vadeli Program açıklandı nihayet. Yaklaşık 4 ay sonrada Orta Vadeli Mali Plan açıklandı. Tabloya bakıyoruz, borsa çok iyi gidiyor. Gittiğim toplantılarda borsadan kazanan var mı diye soruyorum, el kaldıran yok. Borsa iyi gidiyor, yabancılar iyi kazanıyor. Bu ülkenin çiftçisi, işçisi, memuru, emeklisi bu işten hiçbir şey kazanmıyor. Onlar daha az alıyorlar başkalarına kazandırmak için. Cari açık da başını almış gidiyor. İşsizlik orta yerde duruyor bir cenaze gibi, 2002-2010 cenazeyi kaldıran yok, herkesin evinde bir kâbus gibi bekliyor işsizlik tehlikesi, çocuğu, kızı, oğlu bir şekliyle iş bulacak mı, bulmayacak mı kaygısı her yerde var. Şimdi Sayın Başbakana bir soru sormak istiyorum: Geçen ay Türkiye’ye 1 milyon dolar para getiren bir yabancı, sıcak para getiren bir yabancı bir ayda kaç lira kazanır? Arkadaşlarımız hesapladılar, bir ayda kazandığı para 56 bin dolar. 1 milyon dolar para getiriyorsunuz Türkiye’ye, 56 bin dolar para kazanıyorsunuz.
İkinci soru şu: Bu ülkenin hangi sanayicisi, hangi çiftçisi, hangi üreticisi, hangi ihracatçısı 1 milyon dolar karşılığında bir ayda 56 bin dolar kâr elde eder? Böyle bir şey yok. Rakamlara inanmıyorsa kendi danışmanlarına sorabilir. Büyük para, aylık yüzde 5 dolar bazında. Bunun için ne oluyor? Adam gidiyor Japon bankalarından düşük faizli kredi alıyor, gelip Türkiye’de bu işe yatırıyor ve para kazanıyor, kredi alıyor, Türkiye’de para kazanıyor.
Soru üç, asıl soru şu: Bu ekonomi politikası kime hizmet ediyor? İşçiye mi hizmet ediyor, çiftçiye mi hizmet ediyor, emekliye mi hizmet ediyor, sanayiciye mi, üreticiye mi, kime hizmet ediyor? Ve 70 milyon insan kim için çalışıyor, kim için katma değer yaratıyor? Eğer bu sorunun yanıtını kahvedeki vatandaşımız, Artvin’de Trabzon’da, Edirne’de Kırklareli’nde, Mersin’de Adana’da bu soruların yanıtını bulursak Türkiye değişecektir. Türkiye, AKP’nin izlediği ekonomi politikalarından kurtulacak demektir.
Değerli milletvekilleri, Emekli Sandığı emeklileri, Bağ-Kur, SSK, şimdi toplandı Sosyal Güvenlik Kurumu diyoruz, bu emeklilerle ilgili Sayın Başbakan zam açıklaması yaptı. Hemen şunu söyleyeyim: Söylemle verilen rakamlar arasında farklılıklar var. Sanki birinci, ikinci ay, ikinci yarıyılda 60’ar lira verilecekmiş gibi. Yok böyle bir şey. Yapılan zam yetersizdir. Ve Sayın Başbakan bu zammı açıklarken diyor ki “En çok ana muhalefet partisinin lideri emeklilere açıklama yaparken onları hep istismar etti.” Yine yanlış söylüyor, yine doğruları söylemiyor. Emeklilere doğruyu söylüyorum Sayın Başbakan, sen rahatsız oluyorsun, biz bunu biliyoruz zaten. Benim soruma hâlâ yanıt vermiş değil. Sayın Başbakan, sen bu ülkede yaratılan katma değerden emekliye pay veriyor musun, vermiyor musun? Bu soruyu anlayamayacak düzeyde de değilsin, gayet iyi de anlıyorsun niye yanıt vermiyorsun? Emekliyi kandıracaksın, emeklinin sırtına bineceksin, sonra dönüp diyeceksin ki, emeklilere zam yaptım. Emekli hakkını alamadı. Emekli aylığını aldığında görecektir. Tüp gaza yapılan zamma bak. Et zammı ne kadar diye sordum arkadaşlar. Ete bir yılda yapılan zam yüzde 43. Tabii Sayın Başbakan şunu düşünüyor: Nasıl olsa emekli et yemiyor. Et yemediğine göre 43 olmuş, 53 olmuş ne fark eder diyor. Gıdaya bir yılda yüzde 28 zam geldi. Emeklinin torbası, filesi pazarda dolar. Yüzde 28 zam gelmişse pazara, o emekliye sen yüzde 28’in altında bir zam veriyorsan, bakın kalkınma payı hariç, refah payı hariç, ancak onun aylığının dengesini sağlarsın, yani enflasyondan arındırmış olursun. Emekliyi kandırmayalım. Kandırmasına da izin vermeyeceğiz, onun maskesini indireceğim, tek bir emekli dâhi kalıncaya kadar, bütün emeklilere anlatacağım ben. Emekli kardeşlerim şunu unutmasınlar, 9 milyon emekli var, 9 milyon emekli unutmasın. Gidecekler aylıklarını alacaklar, ellerine kaç lira para geçtiğini görecekler. Sonra, kasabın önünden geçip bir sorsunlar bakalım, Türkiye gerçeği nedir diye. Onun için Başbakan kimseleri aldatmaya kalkışmasın.
Başbakanın bir özelliği var. Cilalaması çok iyi, allıyor pulluyor satmaya kalkıyor. Sattırmayacağız onu. Halka gideceğiz onun tezgâhını bozacağız, bu konuda kararlıyız.
Değerli milletvekilleri, Dünya Bankasının bir raporu yayınlandı, bir başka gerçeğe dikkatinizi çekmek için. Kadın nüfusun işgücünü katılım oranları burada yer aldı. Biz yeri ve zamanı geldiğince övünürüz, Müslüman dünyada tek laik, demokratik bir ülkeyiz diye. Şimdi, 2008 raporunda, seçilmiş bazı Müslüman ülkelerde kadının işgücüne katılım oranlarını sizlerin dikkatine sunacağım. Cezayir’de yüzde 37 –benim raporum değil, Cumhuriyet Halk Partisin de raporu değil, Dünya Bankasının raporu- Bahreyn’de yüzde 32, İran’da yüzde 31, Kuveyt’te yüzde 44, Fas’ta yüzde 28, Birleşik Arap Emirlikleri’nde yüzde 42, Malezya’da yüzde 44, Türkiye’de yüzde 23. Eğer bu tablo, bütün kadın kardeşlerimin dikkatle bakması ve değerlendirmesi gereken bir tablodur diyorum ve bu tabloyu her yerde sizlerin anlatması gerekiyor. Eğer bunu anlatabilirsek, Türkiye’de başka bir gerçeği yakalamış oluruz. AKP’nin izlediği politikada en büyük zararı gören kadınlarımızdır, acıyı yaşayan kadınlarımızdır. İşsizliğin acısı, eğer çocuğu işsizse, o acıyı yaşayanlar da kadınlarımızdır. Çalışmak isteyip katkı yapmak isteyen, evin bütçesine katkı yapmak isteyen kadın eğer işsizlik sorunuyla karşılaşıyorsa, önce onun işine son veriliyorsa, o sorunu bizzat yaşayan da kadınlardır. O nedenle biz, kadınlarımız daha güçlü, daha dirayetli siyasetin içine girerek olayı biraz daha sağlıklı, tutarlı ele almalı ve değerlendirmelidir. Eğer biz bunu yapabilirsek Türkiye’de bir başka gerçeği ortaya çıkaracağız. 2008’de böyle, 2010’da ne oldu? 2010’da, istihdamda hani büyük bir patlama yaşandı tarımda. Üretim düşüyor ama TÜİK’in rakamlarına göre tarımda işsizlik çözüldü. Ona rağmen kadının iş yaşamına katılımı yüzde 26’da kaldı, yani Fas’ın bile altında. Bu gerçeği de bilmenizi istedim ve bilgilerinize sundum.
Hepinize teşekkür ediyorum. Güzel bir tabloyu beraber yaratacağız. Partimize katılımlarla her gün biraz daha güçleneceğiz ve yolumuza kararlılıkla devam edeceğiz. Hepinize teşekkür ederim.