Kemal Kılıçdaroğlu'nun 11 Kasım 2014 tarihli CHP grup toplantısında yaptığı konuşma
Bu grup toplantısında kadınların sayısı öyle anlaşılıyor ki erkeklerden fazla. Dolayısıyla memnuniyetimi ifade etmek istiyorum. 2015 seçimlerinde kadınların ağırlıklı olduğu bir süreci başlatacağız. Hep beraber çalışacağız. Güzel Türkiye’yi haramilerden temizlemek için bunu yapacağız.
Değerli arkadaşlarım, televizyonları başında bizi izleyen saygıdeğer yurttaşlarım; dün Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 76’ncı yıl dönümüydü. 76 yıldır O’nu özlemle ve şükranla anıyoruz ama bu kez anma daha görkemli oldu. Eline bayrağını alan Anıtkabir’e koştu. Her yaştan insanımız, yediden yetmişe O’na şükranlarımızı sunduk ve O’na şunu söyledik: Senin kurduğun cumhuriyete sahip çıkmak için biz buradayız. Senin hedef olarak gösterdiğin çağdaş uygarlığa aşmak için buradayız ve hep beraber Mustafa Kemal Atatürk’ün koyduğu ilkeleri hayata geçirmek, onları daha da görkemli hâle getirmek buradayız dedik. Ve yine söyledik: Cumhuriyete sahip çıkmak Mustafa Kemal Atatürk’e sahip çıkmaktır. Kadın erkek eşitliğini savunmak Mustafa Kemal’in ilkelerine sahip çıkmak demektir çünkü biliyoruz ki cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir. Cumhuriyet, diktatörlere, sultanlara, padişahlara karşı yapıldı; kimsenin kulu değiliz, artık, biz Cumhuriyetin özgür yurttaşlarıyız demek için oraya gittik. Mustafa Kemal Atatürk’ü ve O’nun büyüklüğünü anlamak için sadece kısa bir mukayese yapmak yeter. Bir Mustafa Kemal Atatürk gibi bir liderin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne bakın bir de Mustafa Kemal Atatürk’ün olmadığı İslam coğrafyasına bakın. Eğer bu mukayeseyi yaparsanız Mustafa Kemal Atatürk’ün büyüklüğünü çok daha iyi anlarsınız. O kadar büyük ki düşmanları bile ona saygı gösteriyor. O kadar büyük ki O’nu düşmanları Nobel’e barış adayı olarak gösterdiler. O nedenle “Yüzyılda bir çıkar bu tür bir lider, o da Türklere nasip oldu” diyor Churchill. Ve biz, nasip olduğu için son derece mutluyuz.
Güzel laflarla anlatabilirsiniz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ama O’nun yaptıkları asıl önemli olan odur. Bakınız 1921’de, daha cumhuriyeti kurmadan önce Çocuk Esirgeme Kurumunu kurdu çünkü biliyordu ki savaş meydanlarında binlerce şehidimiz var ve onların çocukları yetim, onlara bakmak gerekiyordu. 1921’de Çocuk Esirgeme Kurumunu kurdu. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti cihangir bir devlet olmayacaktır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti iktisadi bir devlet olacaktır” diyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü çok iyi biliyordu ki savaş meydanlarında kazanılan zaferler ekonomik zaferlerle taçlandırıldığında ancak Türkiye dünyada itibarlı bir ülke olacaktı ve bunu yaptı. 1923’te İzmir İktisat Kongresini topladı, 17 Şubat 1923. Hiçbirisi ekonomi eğitimi görmemişti ama Türkiye’nin bir ekonomik kalkınmaya, dönüşüme, hamleye ihtiyacı vardı. Bunu yaptı, 1923’te topladı. 1925 17 Aralığında köylülerin en çok şikâyet ettiği Aşar Vergisini kaldırdı çünkü diyordu ki “Köylü milletin efendisidir.” Köylü üretir, köylü alın teri döker. O zaman tarım toplumuyuz ve tarım toplumunun gereği olarak aşarın kaldırılması lazım ki köylü rahat bir nefes alsın, bunu yaptı. Bir gerçeği çok daha iyi biliyordu. Herhangi bir tehlikeyle Türkiye Cumhuriyeti karşı karşıya geldiğinde kendi silahlarımız olmalıydı, kendimiz kendimizi savunmalıydık. Birilerine el avuç açıp silah istememeliydik ve 1925 15 Ağustosta Kayseri’de uçak fabrikasının temeli atıldı. O hayattayken biz uçak ihraç eden bir ülkeydik. Sonra? Bir devlet düşünün -özellikle Adalet ve Kalkınma Partisine oy veren yurttaşlarıma sesleniyorum- kendi parasını basacak bankası yok, kendi parasını basamıyor. Oysa Osmanlı’nın geleneğinde bir yerde paranızı basarsanız egemenliğimizi ilan etmiş olursunuz. Mustafa Kemal Atatürk bu gerçeği de biliyordu ve 1930’da Merkez Bankasını kurdu. İlk kez biz kendi paramızı basan bir devlet olduk.
1 Aralık 1033’te Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı uygulamaya konuldu. Hani bir ara diyorlardı ya “Bize plan değil pilav lazım.” Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı 1933 yılında yürürlüğe girdi ve 1934 3 Mayısı, Kayseri’den kalkan kendi uçağımız Ankara’ya indi. Türkiye böyle bir Türkiye idi.
11 Ağustos 1937, sadece uçak değil Haliç’te ilk Türk denizaltısının omurgasını yerleştirme töreni yaptık, kendi denizaltımızı da artık yapıyorduk. Mustafa Kemal budur, Mustafa Kemal Atatürk budur. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni üretimle, güçlü ekonomiyle itibar kazanacağını bilen birisidir Mustafa Kemal Atatürk, O’nu böyle bilmemiz gerekiyor. Sadece onu mu yaptı? Hayır. 24 Haziran 1938, Toprak Mahsulleri Ofisini kurdu. Köylünün ürettiğini Toprak Mahsulleri Ofisi alacaktı, köylü perişan olmayacaktı. Sadece onu mu yaptı? Hayır. 1938 20 Temmuzunda Fiskobirlik’i kurdu. Neden? Fındık üreticisi perişan olmasın diye. Onun için bu millet Mustafa Kemal Atatürk’e şükran duyuyor. O’nun çağdaşı olan pek çok devlet adamları gitti. Devrim yapan pek çok lider tarihin çöp sepetine gitti. Ayakta kalan, 20. Ve 21. Yüzyıla damgasını vuran Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleridir. Herkes bunu çok iyi bilsin.
Borçlanmanın ne olduğunu çok iyi biliyordu. Borcun bir toplumu nasıl bir tutsak hâline getirdiğini de çok iyi biliyordu. Kimseye el avuç açmadılar. Fabrikaları söylemedim, demiryollarını söylemedim, Osmanlı’nın borcunu son kuruşuna kadar ödediler. Bütün bu yatırımları yaptılar. Ne zaman? 4 Haziran 1944. Bizim ekonomik ve siyasi tarihimizin dönüm noktasıdır bu tarih. Bu tarihte hiçbir borç kalmamıştır. Bütün borçlar, Osmanlı’nın borcu, düyunu umumiyenin borcu tamamı ödenmiştir. Ve bir tarih daha, 22 Eylül 1947. Önemli bir tarihtir. Merkez Bankası bir açıklama yaptı. Merkez Bankasının kasasında 176 ton altın vardı. Düşünün değerli arkadaşlar, bir ülkeyi ayağa kaldırıyorsunuz, köylüyü perişan eden aşar vergisini kaldırıyorsunuz, kendi uçağınızı yapıyorsunuz, denizaltınızı yapıyorsunuz, Anadolu’nun her tarafına fabrikalar götürüyorsunuz, Osmanlı’nın borcunu son kuruşuna kadar ödüyorsunuz. Yolsuzluk yapanları da Yüce Divan’a gönderiyorsunuz. Mustafa Kemal sağlığında yolsuzluk yapan kişileri dört ayrı dosya hâlinde Yüce Divana göndermiştir. Bu ülkenin insanları Mustafa Kemal’e şükranla bağlanmasın da ne olsun. Bu ülkenin insanları Mustafa Kemal Atatürk’e saygı duymasın da ne olsun. Mustafa Kemal Atatürk’ü biz böyle biliyoruz, böyle tanıyoruz, bütün dünya da böyle biliyor, bütün dünya da böyle tanıyor. O nedenle bütün dünya Mustafa Kemal Atatürk deyince düğmesini ilikliyor ve saygı duyuyor. Bizden bazı dili uzunlar var. Sağlığında da Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmeyenler vardı, şimdi de sevmeyenler var. Onlarda Allah korkusu yok, samimi söylüyorum, onlarda Allah korkusu yok. (Alkışlar( Ya, bu kadar bu ülkeye hizmet etmiş birisi. Bütün mal varlığını bu ülkeye adadı. Hayatı savaş meydanlarında geçti. Böyle bir insanı bizim yüceltmemiz kadar doğal ne olabilir.
Mustafa Kemal’in Türkiye’si bugünkü Türkiye’den daha görkemli olmalıydı, daha iyi olmalıydı. Madenlerimizi daha iyi çalıştırmalıydık. Katma değeri yüksek ürünler üreten bir Türkiye olmalıydık. Kendi uçağımızı 1925-1934’te yaptık, şimdi kendi uçağımız bile yok. O zaman ne yapacağız? O ilkelere sadık kalarak, tarihimizden güç alarak çağdaş uygarlığı yakalamak için hep beraber çalışacağız. Haramilerden bu ülkeyi kesinlikle temizleyeceğiz.
Bakın değerli arkadaşlarım, maden faciaları oluyor. Sadece bizde bu kadar yoğun maden faciası oluyor, neden? Hangi gerekçeyle oluyor? Çünkü devlet akılla yönetilmiyor. Çünkü devlet, önyargıyla yönetiliyor. Madenci misin? Aşağıya mı ineceksin? Sabah çıkarken evden eşinle, çocuklarınla helalleş, çünkü sen öleceksin. Böyle bir anlayışla devlet yönetilmez. Devleti yöneten kişi madenciye de güvence verecek. İneceksin, çalışacaksın, kazanacaksın ve çoluk çocuğunun yanına gideceksin. Eğer devleti böyle yönetirseniz sorunu aşmış olursunuz. 28 Ekimde Ermenek’te bir facia oldu biliyorsunuz. 12 gün sonra 2 işçimizin naaşına ulaşıldı. Şimdi, 16 işçi için çaba harcanıyor. Daha önce Şili’de böyle bir olay olmuştu. Şilili madenciler 69 gün yer altında kaldılar. O zamanki Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer bir açıklama yapmıştı: “Şili’de 69 gündür yer altındalar. Türkiye’de olsaydı biz bunları 3 günde çıkarırdık” demişti. Aradan bu kadar süre geçti hâlâ ulaşılamıyor. Değerli arkadaşlarım, o zaman yapmamız gereken nedir? Biz yapacağımızı şöyle yaptık: 6 Kasımda Türk-İş’i, Hak-İş’i, DİSK’i, maden işçileri sendikasını oluşturan üç ayrı konfederasyondaki sendikaların yöneticilerini ve uzmanları, Türkiye Mimar Mühendis Odaları Birliği ve onların uzmanlarını, Türk Tabipler Birliği ve onların uzmanlarını topladık. Hep beraber oturduk “Bu facialar nasıl önlenir, hangi önlemleri almamız gerekir” diye karar verdik. Uzun bir tartışmamız oldu. Tartışma sonunda, dünyaları farklı, siyasi görüşleri farklı olan bu grup on madde üzerinde uzlaştı. Bir daha bu tür kazaların olmaması için on madde üzerinde uzlaştık ve ben bunu bir basın toplantısıyla açıkladım. Şimdi buradan tekrar açıklamak istiyorum.
On maddeden birincisi: Maden işyerlerinde taşeron işçi olmamalıdır. Bütün herkesin ortak görüşü.
Maden işyerlerinde redevans sistemi yani kiralık iş olmamalıdır. Bu konuda da görüş birliği var. Hak-İş’in de var, Türk-İş’in de var, DİSK’in de var, Mimar ve Mühendisler Birliğinin de var, Türk Tabipler Birliğinin de var.
Ve yine, bütün bu meslek kuruluşlarının ortak görüşü: İşyerlerinde mutlaka sendikalaşmanın önü açılmalıdır. 12 Eylül darbe hukuku sendikalaşmayı öldürdü. Şu örneği verdiler bana: Türk-İş’ten gelen değerli bir uzman şu örneği verdi: Sendikanın olduğu işyerinde iş kazası oranı yüzde 8, sendikanın olmadığı yerde iş kazası oranı yüzde 92. Bu acı gerçeği hepimizin bilmesi lazım. Sendikalaşmanın önündeki engelleri kaldıralım. Darbe hukuku madem bunu yaptı, bunu da ortadan kaldıralım ve son verelim.
Yine, kesinlikle maden işyerlerinde uluslararası standartlar olmalı. 176 sayılı İLO sözleşmesi Parlamentoya gelmeli ve Parlamentodan oybirliğiyle çıkmalı. Eğer yer altında çalışan işçilere saygı gösteriyorsak, onların geleceğini güvence altına almak istiyorsak 176 no’lu sözleşme gelmeli ve oybirliğiyle çıkmalı. Kesinlikle havza sistemine geçilmeli. Her bir ocak için ayrı ayrı değil, bütün havza beraber değerlendirilmeli.
Yer altı maden işletmelerinde denetim bağımsız organlar tarafından yapılmalı. Şimdi denetim nasıl yapılıyor? İşveren gidiyor, üniversiteden yeni mezun bir maden mühendisi buluyor “Gel, beni denetle” diyor. Aleyhte rapor “İşine son veriyorum.” Böyle denetim olmaz. Bağımsız bir denetim olacak, kamunun denetimi de ayrıca olacak, denetim raporları ilgili sendikaya mutlaka gidecek.
Yer altında çalışanlar için mutlaka yaşam odaları olmalı. Şili’de 69 gün sonra işçiler sağ olarak çıkıyorsa, bizim ne eksiğimiz var, biz de bunu yapmalıyız.
Maden İşleri Genel Müdürlüğünün taşra örgütü yok. Bir kriz çıktığı zaman bakanlar, milletvekilleri herkes koşuyor. Krizi yönetmek için değil, sorunu büyütmek için gidiyorlar oraya. Maden İşleri Genel Müdürlüğünün taşra örgütü mutlaka kurulmalı ve bu örgüt daha sağlıklı bir denetim yapabilmeli.
Eğitim ve uygulama mutlaka yer altında olmalı. Almanya’da bir maden işçisi yer altına inmek için 3 aylık eğitim almak zorunda, yer altı dâhil. Bizde süre 3 gün. Son otuz yılda Almanya’da maden kazalarında ölen işçi sayısı 3, otuz yılda 3; bizde sadece Soma’da 301 kişi.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konseyi olmalı ve bu konsey özerk olmalı. Bunları niye anlattım değerli arkadaşlar? Diyorlar ya, “Efendim, şu Cumhuriyet Halk Partisi var ya, hep eleştirir, hiçbir öneri getirmez.” Şimdi bakınız, hükümetin yapması gerekeni biz yaptık. Sendikaları topladık, mühendisleri çağırdık, iş yeri güvenliği açısından doktorları çağırdık. Oturduk, konuştuk, tartıştık, on madde üzerinde anlaştık. Grup Başkan Vekilli arkadaşlarıma talimat verdim. On maddeyi kanun teklifi hâline getirin. Önce bu kuruluşlara göndereceğiz, onların onayını aldıktan sonra da kanun teklifimizi Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına vereceğiz.
Maden işçileri onurumuzdur. Onların güvenliğini sağlamaksa bu çatı altında görev yapan bütün milletvekillerinin ve siyasal partilerindir. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak görevimizi eksiksiz yaptık. Şimdi, buradan Sayın Davutoğlu’na çağrı yapıyorum. Senin görevini ben yapmak zorunda kaldım, kusura bakma, yer altındaki maden işçileri için. Sen bu önerileri getir, biz de getirelim, gerekirse ortak komisyon kuralım, artık yer altında ölümlere son verelim; görevimizi yapalım, Parlamento görevini yapmış olsun. Davutoğlu bunları yapar mı? Abisine danışacak önce “Ağabey gideyim gitmeyim mi?” diyecek.
Değerli arkadaşlarım, aramızda Yırca Köyü sakinleri de var yani mağdurları da var. Sözümüze Mustafa Kemal Atatürk’le başlamıştık. O, köylüleri “Köylü milletin efendisidir” diye tanımlamıştı çünkü köylüler gerçekten de üretiyorlar, çalışıyorlar, kazanıyorlar, vergilerini ödüyorlar, devlete katkıda bulunuyorlar. Dolayısıyla onları korumak hepimizin ortak görevidir. Yırca sakinleri de kendi topraklarını korumak istediler. Size bu olayın öyküsünü anlatacağım değerli arkadaşlarım. Yırca sakinlerinin arazilerine, zeytin bahçelerine nasıl göz konulduğunu anlatacağım size.
10 Mayıs 2014: Bakanlar Kurulu oturuyor bir karar alıyor, “Yırca köylülerinin arazileri acele kamulaştırılacak, ivedi kamulaştırılacak.” diyor. Şimdi, bir şeyin ivedi kamulaştırılmasının kuralı, yasaları vardır. Nedir?
Bir: Yurt savunmasını gerektiren bir olay olabilir. Savaş hâlidir, acele kamulaştırma kararı alırsınız veya kanunlarında olağanüstü haller vardır, olağanüstü haller nedeniyle acele kamulaştırma kararı alırsınız.
Nedir? Deprem olmuştur, deprem sonrası insanların iskân edileceği yerler vardır, acele kamulaştırma kararı alırsınız.
Üç: Bakanlar Kurulunca ivedi hâllerde, gerek görülen hâllerde karar alırsınız. Peki, Bakanlar Kurulu kararını ne diye alacak? Kamu yararı varsa alacak, kamu yararı yoksa kararı alamayacak. Ama bunlar kararı aldılar. Yırca köylülerinin lehine karar almadılar havuz medyasının için çalışan iş adamı lehine karar aldılar. Yırca köylülerini gözden çıkardılar, zeytini de gözden çıkardılar, “olmazsa olmaz bizim havuz medyasına para aktaran adama biz işi vereceğiz” dediler ve kararı bunun için aldılar.
Değerli arkadaşlarım, 1 Eylülde iptal kararı için Danıştay’a gidildi. Dendi ki “Bizim zeytin ağaçlarımızı, bizim tarlalarımızı elimizden zorla alamazsınız. Adalet arıyoruz” dediler ve Danıştay’a başvurdular. Bu arada firma köylülere 19 Eylüle kadar süre verdi, 19 Eylüle kadar buraları boşaltın dedi. Boşaltmazsanız zorla gelip boşaltacağız. 17 Eylül gecesi, 19’u beklemeden, baskın yaptılar ama baskında başarılı olamadılar çünkü orada Cumhuriyet Halk Partisinin milletvekilleri vardı ve direndiler. 16 Ekimde Yırca köylüleri dediler ki “Adalet arıyoruz, devlete gidelim.” Manisa Valisine gittiler. 70 yaşındaki Yırcalı bir amcanın söylediği çok ilginçtir değerli arkadaşlarım. Şöyle söylüyor: “Askere çağırdınız geldik, vergi istediniz verdik, elektriği üç gün geç ödesem elektriğimi kesiyorsunuz. Madem söz devletsiniz şimdi bize sahip çıkmayacaksınız ne zaman bize sahip çıkacaksınız?” “Vergimi veriyorum, elektriğimi ödemesem elektriğimi kesiyorsun, askere istiyorsunuz askere gidiyorum. Bu toprak benim toprağım, tapum var, sen elimden alıyorsun. Benim şimdi hakkıma sahip çıkmayacaksın da ne zaman sahip çıkacaksın sen?” diyor ama orada kalıyor çünkü iktidarın gözünü para hırsı bürümüş. Onun derdi başka, onun derdi Yırca köylülerini o alandan nasıl dışarı atarım.
7 Kasım 2014 sabahı baskın düzenleniyor, 6 bin zeytin ağacı kesiliyor arkadaşlar. 6 bin zeytin ağacı onlarca ailenin gelir kaynağını yok etmekteler. Bugünkü gazetelere bakın. Yırcalı kadınlar yan yana durmuşlar, avuçlarında zeytin taneleriyle fotoğraf veriyorlar. Onların nimeti o, onların geçim kaynağı o ve diyorlar ki “Bunu bizim elimizden almayın” diyorlar. Onu alacaksın elinden ne olacak? Soma işçisinin yaptığı açıklamayı herhâlde unutmadık. “Tarımda çalışıyorduk tarımı öldürdüler, mecburen şimdi yer altında çalışıyoruz yoksa açlıktan öleceğiz.” getirmek istedikleri nokta bu.
Değerli arkadaşlarım, baltalı çetelerle 6 bin ağaç katledildi. Bunun mücadelesini hep beraber vereceğiz. Danıştay yürütmeyi durdurma verdi. Onlar önceden haber aldılar bunu ve o katliamı yaptılar. Şimdi ben, Yırca Köyünden gelen… O zeytini benim adıma sökülen alana dikecekler.
Danıştay niye böyle bir karar verdi? Yasalara uyduğu için böyle bir karar verdi, kanunlara uyacak. Nedir kanunlar? Oraya geçmeden önce, bu Hükümetin nasıl ikiyüzlü bir hükümet olduğunu göstermek için güzel bir veri var elimde. Bir taraftan gideceksin zeytinleri yok edeceksin, keseceksin, 6 bin zeytin ağacını, sonra çıkacaksın televizyonlara bir kamu spotu yayınlayacaksın Tarım Bakanlığı olarak. Kamu spotunda ne diyor bakın arkadaşlar: “Çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak için haydi Türkiye, tarım arazilerini birlikte koruyalım.” Komedi değil mi? Vallahi komedi. Zaytungculara buradan mesaj gönderiyoruz, artık onlar ne yazarlar bilmiyorum. “Verimli tarım arazilerine yapılacak olan tarım dışı faaliyetlere izin verilmeyeceğini kamuoyunun bilgilerine saygılarımızla sunarız.” Tam komedi.
Bakın değerli arkadaşlarım, 1939’da zeytin için özel bir kanun çıkıyor. Türkiye’deki tek ağaç için, zeytin ağaçları için kanun var. Şimdi size bu kanunun 20. Maddesini okuyorum: “Madde 20- Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin gelişmesine mani olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez.” bu kadar açık. Ancak zeytinyağı fabrikası, o da 3 kilometre ötede kurabilirsin diyor, başka bir şey yapamazsın. Bu kadar mı? Hayır. Devamında bir madde daha var. “Zeytincilik sahaları daraltılamaz. Bu hâlde dâhi kesin zaruret görülmeyen zeytin ağacı kesilemez ve sökülemez.” Açıkça suç işlemişlerdir. Bu ülkenin namuslu savcılarını göreve davet ediyorum. Bu yasa yürürlükteyken 6 bin zeytin ağacını yok eden yetkililer hakkında soruşturma açılmasını istiyorum. Bunu yapacak yürekli bir savcı istiyoruz biz. Devletin savcısını istiyoruz, kamunun savcısını istiyoruz, köylünün hakkına sahip çıkacak bir savcı istiyoruz. Köylünün günahı ne arkadaşlar? Kendi toprağını, tapulu toprağını sahip çıkıyor. Vergisini veriyor, askere gidiyor. Vergiyi niye veriyor? Vergiyi veriyor ki bu ülkede aç insan kalmasın, bu ülkede işsiz insan kalmasın, bu ülkede herkesin aşı işi olsun, bu ülke güzel yönetilsin, bu ülkede refah artsın diye vergisini veriyor. Bunlar ne yapıyorlar? Vergiyle kaçak saray yapıyorlar. Zaten helal olacağı yok, emin olun helal olacağı yok. Milletin parasıyla kaçak saray mı yapılır? Diyorlar ki “Büyük saray yapıyoruz, kaçak saray yapıyoruz, bu bizim itibarımızdır” Bak, bir şey doğru. Hırsızlar için güzel bir itibar kaynağı olabilir o, hiçbir sorun yok. Ama o saray bu ülkenin itibarı değildir. Bu ülkenin itibarı değildir o saray. Ben size şimdi örnekler vereceğim. Kuzey Kore’nin görkemli bir sarayı var, Kuzey Kore itibarlı bir ülke mi? Hiç ilgisi yok, bütün dünya dışlamış durumda. Brunei Sultanının da görkemli bir sarayı var, itibarlı bir ülke mi? Hayır, hiç itibarlı bir ülke değil. Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanının oturduğu Beyaz Ev, kaçak saraydan 6 kat küçük. Bu demektir ki Erdoğan ve Davutoğlu’na göre, Amerika itibarsız bir ülke, biz onlardan 6 kat daha itibarlıyız çünkü bizim kaçak sarayımız 6 kat daha büyük. Böyle bir anlayış olabilir mi? Ama öyle diyorlar. Almanya Başbakanı bir apartman dairesinde oturuyor. Zavallı, gariban, itibarı sıfır herhâlde. Nasıl bir ülke, nasıl bir anlayış? Kremlin Sarayı eski bir saray. 12 tane Kremlin saray yapabilirsiniz bu kaçak sarayın alanına. Gariban Rusya, perişan olmuştur, itibarı yerlerde sürünüyordur herhâlde! Eliza Sarayı, 30 tane Eliza Sarayı yaparsınız bununla. Ne veriyorsunuz değerli arkadaşlar? 1 katrilyon 370 trilyon lira para gömüldü oraya. Zeytin üreticisinin alın teridir, yer altında çalışan madencinin alın teridir, fabrikada çalışan işçinin alın teridir, devlette görev yapan kamu görevlilerinin alın teridir. Sana o parayı devleti yönet diye verdik, kendine kaçak saray yap diye vermedik o parayı. İtibar arıyor, sarayla itibar mı olur? İtibarlı devlet, bakın baştan açıkladım, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’sine niye bütün devletler itibar gösteriyordu? Saygı duyuyordu? Kimseye muhtaç olmadan kendi kalkınmasını sağlıyor, mütevazı yerde oturuyor. Çankaya Bağ Evi, tek söylediği var “Oraya köşk yapacaksanız, Çankaya Köşkünü bir tek ağaç kesilmeyecek” diyor, tek şartı o. Yalova, bir ağaç kesilmesin diye köşkü yürüttüler, bir ağaç kesilmesin diye.
Değerli arkadaşlarım, böyle bir anlayış olabilir mi? Devletin itibarı varmış bununla! Devleti itibarlı kılmadın sen, Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün dünyada alay konusu yaptırdın sen. Gidin açın Amerika’dan, Almanya’dan, İngiltere’den, Japonya’dan, Rusya’dan okuyun gazeteleri herkes bunlarla dalga geçiyor. Niye dalga geçmesinler? Yolsuzluğun itibarı olabilir mi? Kaçağın itibarı olabilir mi? Haramın itibarı olabilir mi? Kul hakkı yemenin itibarı olabilir mi? Kendi kendilerine itibar, 1000 odalı saray. Herhâlde bir odaya birisi, öbür odaya birisi oturursa bunlar herhâlde yirmi yıl sonra falan buluşurlar. Bir de bu sarayı daha dolduracaksınız, bu söylediğim 1 katrilyon 370 trilyon daha başlangıç, daha bunun içine adam koyacaksınız, mobilya koyacaksınız bunun içine.
Değerli arkadaşlarım, gülüyoruz ama var ya güzel bir atasözümüz “Güleriz ağlanacak hâlimize” diye. Adalet ve Kalkınma Partisine oy veren saygıdeğer yurttaşlarıma sesleniyorum: İnanıyorum sizin de vicdanlarınız sızlıyordur. O zaman oturalım, o zaman yeniden düşünelim, o zaman yeniden vicdanlarımıza soru soralım: Bu memleket iyi mi yönetiliyor, kötü mü yönetiliyor? Elini vicdanına koy ve kararını ver. İtibar, üretirseniz itibarlı ülke olursunuz. Üniversiteniz bilgi, bilim üretirse itibarlı olursunuz. Gazeteleriniz özgür olur, özgürce yazarsa itibarlı olursunuz. İnsan haklarına saygı gösterirseniz itibarlı olursunuz. Kadın erkek eşitliğine inanır, bunu sağlarsanız itibarlı olursunuz. Hukuk devleti varsa itibarlı olursunuz. Zaten bu tür ülkede eğer yöneticiler zenginleşip halk fakirleşiyorsa orada itibar falan aranmaz, öyle bir itibar yoktur, itibarsızlık vardır orada. Birileri zenginleşiyor, halk yoksullaşıyor, böyle bir şey olmaz değerli arkadaşlarım.
Bakın ben size bizim itibar karnemizi söyleyeyim. İnsani gelişmişlik endeksi 187 ülke arasında 69’uncuyuz. Bunun büyük sarayla ne ilgisi var? 169’uncuyuz biz. Malezya, Umman ve Libya bizim önümüzde.
Cinsiyet eşitliği bakımından 142 ülke arasında 125’inciyiz. İyi yaşam açısından OECD üyesi ülkelerde sonuncuyuz yani itibarsız bir yerdeyiz. Sen kalkmışsın helal parayla kendine kaçak saray yapıyorsun.
Değerli arkadaşlarım, Ebu Zer’in belki yeni duyan arkadaşlarım da vardır ama bu ülkenin ağırlıklı yurttaşları Ebu Zer’i bilirler. Ebu Zer, sahabenin en önde gelen insanlarından birisidir. Dünya malına tamah etmemiştir. Hayatı boyunca hep fakir fukaranın yanında olmuştur. Mazlumların sesi olmuştur. Adıyaman’da da kendisinin makamı vardır. Cesareti, dürüstlüğü ve haksızlıklara karşı çıkması nedeniyle bilinir ve Sevgili Peygamberimizin de övgüsünü kazanmıştır. Ebu Zer, Sevgili Peygamberimizin vefatından sonra da aynı tutumunu sergilemiştir. Söylediği bir cümle çok önemlidir. “Ne zaman yoksulluk bir kapıdan girerse din başka bir kapıdan çıkıp gider.”
Değerli arkadaşlarım, bu hadisi tekrar tekrar dile getirdim fakat dönemin yöneticisi Muaviye Ebu Zer’e tahammül edemedi ve onu sürdü. “Sen buralarda duramazsın” dedi. Muaviye kendisine Şam’da yeşil saray inşa ediyordu, görkemli bir yeşil saray inşa ediyordu. Bizzat inşaatın başında duruyordu, kendi sarayının görkemli olması için özel çaba harcıyordu. Ebu Zer bir gün bu saraya gitti ve Muaviye’ye aynen şunları söyledi: “Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan israftır ve eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir.” bu kadar açık. Aynı şeyi, Ebu Zer’in söylediğini aynen tekrarlıyoruz Davutoğlu ve Erdoğan için: “Bu sarayı, bu kaçak sarayı halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir, kendi paranla yapıyorsan israftır.” Böyle bir şey olamaz. Bunu ancak firavunlar yapar biliyorsunuz, onlar yapmışlardır. Firavunlara baktığınız zaman görkemli sarayları onlar yapmışlardır.
Değerli arkadaşlarım, devletin iyi yönetilmediğini söyledim. Tam bir israf var. Kendi aralarında da huzursuzluk var bu konuda. 5 kuruşun hesabını veren bir yönetime bizim ihtiyacımız var. Halktan alınan vergilerin hesabını veren bir yönetime bizim ihtiyacımız var. Ülkeyi iyi yönetecek bir yönetime ihtiyacımız var. Herkesi kucaklayacak bir yönetime bizim ihtiyacımız var. Ülkeyi bölen, parçalayan, kin tohumları eken değil, sevgiyi, hoşgörüyü egemen kılan bir yönetime ihtiyacımız var. Kadın erkek eşitliğini sağlayan bir yönetime ihtiyacımız var. Hukukun üstün olduğu, adaletin arandığı bir yönetime bizim ihtiyacımız var. Elbette bu yönetimi kendi ülkemizde kuracağız ama kurmanın yolu hepimize sorumluluklar yüklüyor. Seçime gideceğiz, hepimizin sorumlulukları var.
Değerli arkadaşlarım, Mescit-i Aksay’a çirkin bir saldırı yapıldı. İsrail askerleri bu mabete postallarıyla girdiler. Arkadaşlarımız bunu kınadı, biz de kınadık, bütün dünya da kınadı. Hangi inançtan olursak olalım bütün inanç merkezlerine saygı duymak insanlığın temel görevidir. Bunlar da kınadılar ama bunlardan biri çıktı dedi ki “O kutsal topraklarda İsrail postalını ellerine vereceğiz” dedi. Git ver bakalım, elinden tutan mı var? Boyundan büyük laflar söylemeyeceksin. Boyundan büyük laflar söylersen açıkta kalırsın, havada kalırsın. Ne diyordu Davutoğlu? “Bizim gücümüzü test etmesinler:” Hadi, test ettiler ne oldu? Hiçbir şey olmadı, yine oturdun, oturduğun yerde kalıyorsun.
Şunu söylüyoruz: Hiçbir kutsal mekânda asker postalı istemiyoruz, bir. Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yabancı asker postalı istemiyoruz, iki. Bu topraklarda Peşmergenin ne işi var? Hangi gerekçeyle benim topraklarımı çiğniyorlar? AKP’ye oy veren bütün yurttaşlarıma sesleniyorum: Elini vicdanına koy ve düşün, benim topraklarımda, benim askerim varken, Peşmergenin buraya gelmesine hangi gerekçeyle sen izin veriyorsun? Şu anda devlet yok; Başbakan yok, Cumhurbaşkanı da yok. Diyorlar ki “Efendim, koltukların boş olduğunu söylüyor Kılıçdaroğlu.” Evet söylüyorum, o koltuklarda oturanlar görevlerini yapamıyorlar. Teslim alınmışlar. Onların görev yapmaları mümkün değildir, ülkeyi yönetemiyorlar. Ülke yönetilse –kendi bakanı çıkıp diyor- “alan hâkimiyetini kaybettik” diyor. Sen alan hâkimiyetini kaybettiysen Başbakanlık koltuğunda senin ne işin var? Sen orada niye oturuyorsun? Senin Cumhurbaşkanlığı koltuğunda ne işin var, sen niye orada oturuyorsun? Koşa koşa gittiler İmralı’dan yardım istediler ”Aman ne olursun talimat verin olaylar olmasın.” Şu devletin düştüğü hâle bakın. O nedenle söylüyorum, Adalet ve Kalkınma Partisine oy veren yurttaşlarıma sesleniyorum: Devleti bu hâle sokanlardan hesap sormak benim görevim olduğu kadar senin de görevindir bu.
Değerli arkadaşlarım, 14-15 Kasım tarihleri arasında Birinci Dünya Savaşının 100. Yılı nedeniyle İstanbul’da bir toplantı düzenleyeceğiz. Ulusal ve Uluslararası çok sayıda tarihçi -20’ye yakın tarihçi- Birinci Dünya Savaşını tartışacaklar. Biz tarihe not düşmek istiyoruz çünkü biz Cumhuriyet Halk Partisiyiz. Biz geçmişimizin daha sağlıklı tartışılmasını istiyoruz çünkü biz Cumhuriyet Halk Partisiyiz. Biz geçmişimizden ders alıp geleceği daha iyi belirlemek istiyoruz çünkü biz Cumhuriyet Halk Partisiyiz. Çünkü biz halkın partisiyiz. Herkes bunu böyle bilsin.