Kırmızı Gül Demet Demet'in öyküsü
Erzurum, Palandağı'nın kuzey eteğinde otağ kurmuş güzide bir memleket köşesidir. Bu coğrafya tarihî birçok vakıanın ve yolların kesişim noktasıdır. Bu şehir l950'lere kadar ticaret sebebiyle de çok eski ve canlı bir geçmişe sahipmiş. Buralarda herkes işine gücüne sahip olur; iyi para kazanır ve güzel güzel geçinip gidermiş. İşte bu yüzden Erzurum'a, tarihin en eski devirlerinden beri çok önemli bir ticaret merkezidir, derler. Erzurum o zamanlar ta Çin'den Maçin'den gelip Avrupa'ya kadar uzanan tarihi İpek Yolu’nun şanlı şehirlerinden biri olmuştur. Tebriz’den gelip Trabzon’a giden kervanların mutlaka uğrayıp konakladığı alış veriş yaptığı, konak yeridir Erzurum. Erzurum'un meşhur tüccarları yakın ticaret merkezlerine mal götürüp mal getirirlermiş. Tebriz ve Revan (Erivan) bu ticaret merkezlerinin en gözde şehirleriymiş. Tebriz'e giden tüccarlar, Revan’a da mal almaya gider, aldıkları malları da Erzurum pazarında satarlarmış.
Söylendiğine göre çok eskiden -kimilerine göre 150 yıl kadar önce- genç yaşında dul kalmış, oldukça zengin bir hanım ile onun biricik varlığı civan balası yaşarmış. Bu türkünün konusunu teşkil eden olay da genç yaşta yitirilen bu öksüz bala ile talihsiz hanımın hikâyesidir.
O zamanlarda Erzurum'un birçok mütevazı tüccarı varmış. İşte bu tüccarlardan birisi, kader bu ya, hak vaki olmuş; umulmadık bir zamanda bu âlemden göçüvermiş. Tüccarın ailesi hem acılar içinde hem de başsız kalmış. Zaten adamın bir eşi bir de küçük oğlu varmış. Tüccarın hanımı bakmış olacak gibi değil zaman içinde işin başına geçmiş ve kocası gibi tüccarlığı devam ettirmiş. Kadıncağız eşinin yokluğunu güzeller güzeli, can ilacı oğlu ile gidermeye çalışırmış. Kadın oğluna o kadar düşkünmüş ki onu yere göğe sığdıramazmış. Esen yelden, doğan günden esirgermiş. Oğluna babasızlığını hissettirmemek için elinden ne gelirse onu yaparmış. Oğul da öyle oğulmuş ki anasına bir kez bile öf dedirtmezmiş. O da anasını çok severmiş. Oğlan arkadaşlarıyla oyundan dönerken bile iner bahçeye gül toplar ve onları anasına sunarmış. Bu oğlan da öyle bir alışkanlık haline gelmiş ki kırmızı gül toplamadan eve, anasının yanına gitmez olmuş. Ana da oğlunu, dünyanın en güzel güllerinden daha güzel görürmüş. Bu kırmızı güller zamanla, ana ile oğul arasında adeta sevginin bir sembolü haline gelmiş.
Gün gelmiş, ticarete alışmış olan Erzurum'un bu seçkin ailesinin cesur kadınının yetiştirdiği delikanlının eli artık işe güce erer olmuştur. O da babası gibi mal alıp satmaktadır, hatta kervanlara katılıp Tebriz'e ve Revan'a bile gidip gelmektedir. Zaman zaman kadıncağız, kervana katılan biricik yavrusundan ayrı kalınca kederlere düşermiş. Günlerce damlara çıkar yollara bakarmış, geceleri bir mum ışığında perdesini aralar, sabahlara kadar balasının yollarını gözlermiş. Gam, keder, kuşku yüreğini bir kurt gibi kemirir dururmuş. Ne kadar ısrar etse de delikanlıyı kervanlara katılmaktan alıkoyamazmış. Ana yüreği bu yavrusunun başına bir iş gelecek diye korkusundan pır pır atarmış. Oğlu eve dönünce de günlerce sevincinden gözlerine uyku girmezmiş.
Gel zaman, git zaman, bir keresinde, bu zengin kadının oğlu yine bir sıcak yaz günü kervancılara katılıp Revan pazarına mal almaya gitmek üzere yola koyulmuş. Yazın sıcağı öğle vakti olunca çökmüş kervanın başına. Sıcaktan bir hayli müşkül içinde yol almışlar. Eleşkirt derken, Ağrı derken Doğu Anadolu'nun uca dağlarının eteklerinden Iğdır Ovası’na ulaşmışlar. O sene de rivayet edilir ki son elli yılın en sıcak yazı hüküm sürmekteymiş. Sarı sıcaktan Iğdır ovası cayır cayır yanıyormuş. Güç bela kervan Iğdır'a varmış. Orada biraz dinlenmişler ama kervan kafilesi bu yorucu yolculuktan bir hayli bitkin düşmüş. Zaman kaybetmeyelim diye Iğdır'dan da bir an evvel ayrılmışlar. Bu yorgunluk, bitkinlik içinde nihayet Revan'a varmışlar ama kafiledeki herkes bitap düşmüş. Birkaç gün yiyip içtikten, dinlendikten sonra tüccarlar, Revan'da günlerce alış verişlerini yapmışlar. Sıcaktan mıdır, pis sulardan mıdır, yoksa yiyeceklerden midir nedir, her ne sebeptense o yıllarda da Revan'da salgın bir hastalık yayılmış, birçok insan bu hastalığın pençesinden kurtulamamış. Revan'daki bu talihsiz durum anasının nazlı kuzusu, genç tüccarın da yakasına yapışmış. Anasının iki gözü, bir tanesi, bu civan yavrusu, Revan’da bir hastalığa yakalanmış. Bu hastalığın veba olduğu rivayet edilir. O devirlerde bu hastalık amansız, çaresiz ve zor bir hastalıkmış. Bu hastalık yüzünden yüzlerce hatta binlerce insan ölürmüş. Hastalık delikanlıyı bir anda yataklara düşürmüş. Kervancı dostları, hekimler getirtip derdin devasını aramaya çalışmışlar ama bütün çabalar nafile hiçbir şey fayda vermemiş. Kervancılar da arkadaşlarını o halde gurbet ellerde bırakıp geri dönmemişler. Belki iyileşir diye delikanlının başucunda nöbet beklemişler. Zaten delikanlıyı herkes çok severmiş. Oğul da öyle sevilmeyecek oğul değilmiş yani. Hep gülen, seven, alçak gönüllü, gül yüzlü, sıcak yürekli bir oğulmuş.
Aradan bir hayli zaman geçip de kervan Erzurum'a dönmeyince oğlanın anasının zihnini kara düşünceler bürümüş, yüreğini dertler kaplamış, can evine köz düşmüş adeta. Yüreği dağlı ana, ciğerparesi, gül yüzlü çocuğunu çok özlemiş. O taraflardan gelenden gidenden haber sorar olmuş. Fakat Revan'a giden kervandan bir türlü haber alamamış. Zavallı ananın gecesi, gündüzü birbirine karışmış. Hem evlat hasreti hem de kara düşünceler kadıncağızı yiyip bitirmiş. Bu perişan hallerde yine bir gece pencere kenarında yavrusunun yollarını gözlerken öylesini bir uykuya dalıvermiş. Dalıvermez olaymış. O kısacık uyku esnasında gül yavrusunu kabuslar içinde görmüş. Rüyasında oğlu anasına seslenmiş: “Anacığım beni kurtar” diye elini uzatmış. Ana, bir telaşla uyanıvermiş. Uyanıvermiş ama zaten yüreğinden eksik olmayan yaraları hep birden depreşivermiş, köz düşmüş ocağına. Böyle uykudan uyanan anne, yavrusunun başında bir felâketin olduğu düşüncesiyle, yollara düşmüş. Çıkmış Erzurum'dan. Vurmuş kendisini gün doğusundaki yollara. Yayan yapıldak Revan yollarını katetmeye koyulmuş. Dizlerinin dermanı kesilene kadar dereler tepeler aşmış. Sormadığı yolcu, danışmadığı kervancı kalmamış fakat kimselerden bir iyi haber alamamış.
Derken, oğlunun katıldığı kervana ulaşmış. Ulaşmasına ulaşmış, eli, yüzü kan içinde, pabucu, entarisi yırtık adeta bir dilenci gibi kervancı başına koşmuş ama kervancı konuşamamış. Ana, çılgına dönmüş bir hâlde bir o yolcuya sarılıp yavrusunu soruyormuş, bir diğer yolcuya sarılıp oğlunu istiyormuş. Fakat hepsi boşuna, kafiledekilerin ağzını bıçakla kessen bir kelime alamazsın. Hiç kimsenin dili varıp da oğlun öldü demeye cesareti olmamış. Çünkü Revan’da hastalıkla pençeleşen yiğit ölmüş ve kervancı dostları tarafından bir ağacın dibine defnedilmiştir.
Nihayet acı haberi kervancı başından öğrenen ana, yeri delen, göğü yırtan, yürekleri paramparça eden, kervanı darmadağın eden bir çığlık atmış. Korktuğu başına gelmiş. Yaka yırtmış, yaş dökmüş, başını taştan taşlara vurmuş. Sonra acı bir feryat koparıp ağaçlara doğru koşmuş. O ağaç senin bu ağaç benim gitmiş gelmiş. Ağaçlara sarılmış ağlamış, toprağa yüzünü sürmüş ağlamış. Gözlerinden kanlı, topraklı yaşlar akmış. O duygu yüklü kadın, bağrını yerlere sürümüş durmuş. Oğlunun güzel cemalini, kırmızı güller toplayıp getirdiği güzel günleri düşlerken içine farkı bir sızı çökmüş ve ardı sıra yanık mı yanık bir türkü tutturmuş. İşte bu türkü o kadının oğlu için söylediği türküdür. Bütün yurtta yıllardan beri sevilerek söylenen bir türküdür kırmızı gül türküsü.
Kaynak: Güven, Merdan (2005). "Türkiye Sahasındaki Hikâyeli Türküler Üzerine Bir Araştırma (Doktora Tezi)" (PDF). Erzurum. 14 Kasım 2020 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi.
|