Figen Yüksekdağ'ın 24 Eylül 2018'deki savunması


Bugünkü dava duruşmasında fezlekeler hakkında konuşacağım. DTK hakkındaki fezleke, 1 no'lu fezleke, Urfa, Suruç konuşmam ve 6-8 Ekim süreciyle ilgili fezlekeler üzerine konuşacağım.

Türkiye halkları Ayhan'ın değerini her gün yeniden keşfedecek ve yüceltecek

Öncelikle savunmama geçerken zorunlu birkaç noktaya da vurgu yapacağım. Bizler siyasi saiklerle yargılanan ve yargı tehdidi ile karşı karşıya olan insanlar olarak her duruşmada siyasi tutumlarla karşı karşıya kalıyoruz. Siyaseten yaşanan her şey bizi ve dava süreçlerini ilgilendiriyor. Birincisi; siyasi kurum üzerinde ağır basınç politikaları var. Bunun sonucunu geçtiğimiz günlerde yaşadık. İki dönem milletvekilliği yapan, beraber çalıştığım İbrahim Ayhan vefat etti. Ayhan'ın vefatı bu ülkenin Meclis'indeki, memleketteki siyaset durumunu çok açık özetliyor. Bizlerin değil belki ama Türkiye'deki siyaset kurumunun trajedisini resmediyor. Ayhan, kendi temsil ettiği ilde yaşamadı ve ölmedi, sürgünde öldü. Bu ülkedeki birçok değerin yaşadığını yaşadı. Nazım Hikmet bunlardan biridir, yıllar sonra hatırlandı. Ahmet Kaya, Yılmaz Güney bunlardan biridir. Adını sayamayacağım çok sayıda sanatçı, aydın, siyasetçi bu ülkeye çok şey katan ve öldükten sonra onların mirasıyla beslendiğimiz insanların deneyimlerden ders çıkarmak gibi bir olgunluğa ulaşılamamıştır. Bu halkı temsiliyet makamında onurlandırmış bir insan, İbrahim Ayhan, Güney Kürdistan'da sürgünde yaşamını yitirdi. Onun anısı ve mücadelesi önünde saygıyla eğiliyorum. Bu siyasi iktidar onun kıymetini bilmemiş olabilir ama Türkiye halkları onun değerini her gün yeniden keşfedecek ve yüceltecek. Barış, demokrasi, özgürlük ve insanlık değerleri uğrunda mücadele eden ve yaşamını yitiren herkesi minnetle anıyorum. Halklarımıza ve ailesine başsağlığı diliyorum. Eşbaşkanlarımız, milletvekillerimiz cenazedeler. Ben de yüreğimle onların yanındayım.

Onlar bizi yıkmaya çalıştıkça biz daha dik durmayı öğrendik

İbrahim Ayhan'ın karşı karşıya kaldığı tablo HDP'nin ve Türkiye'deki demokratik muhalefetin yüzyüze olduğu tablonun özetidir. Bizleri siyasetten, bu ülkeden sürmeye çalıştılar. Ama tutukluluğum neredeyse 2 yılı bulacak, onlar bizi sürmeye çalıştıkça gitmedik, dimdik ayakta değerlerimizi savunduk. Onlar bizi yıkmaya çalıştıkça biz daha dik durmayı öğrendik. En fırtınalı denizlerde yol almayı öğrendik, onlar bizi marjinal unsur olarak göstermeye çalıştıkça bizler bu ülkenin bağrında onların karartmaya çalıştıkları değerleri her gün parlatmaya, Türkiye toplumu için aydınlık yaratmaya çalıştık. HDP çok ciddi bir siyasi kuşatma ile karşı karşıya.

Yargı siyasette açık pazarlıkların konusu haline geldi

Yeni gelişmeler kesinlikle en kötü yerden yaşanıyor. Biz ilk tutuklandığımız gün siyaset kurumunun yargı üzerindeki vesayetinden bahsetmiştik. Yargıyı iktidara bağımlı kılma müdahalelerinden bahsetmiştik. Yargı kurumunun bağımsız bir karar verme inisiyatifine sahip olmadığını söylemiştik. 2 yıl geçmeden bu işgal bir ilhaka dönüşmüş durumda. Güvenilirliği tartışmalı seçim sonuçlarıyla yasama, yürütme ve yargı tek merkezin insafına bırakıldı. Geride bıraktığımız aylar boyunca bu rejimin sonuçlarını idrak etmeye başladık. Artık siyasette açık pazarlıkların konusu haline geldi yargı. Öncesinde daha dolaylı yollardan hareket ediyordu ancak bugün bu vesayet öyle bir hale gelmiştir ki, al - ver konusu haline dönmüştür. Rahip Brunson'un ev hapsine çıkarılması, Amerika'nın yapılan anlaşmayı adeta faş etmesi ne kadar üst düzey bir rezaletle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Rezalet o kadar üstün ki, siyasi iktidar bunu gizleme gereği bile duymuyor. Yargıyı baskı altına almayı bir övünç meselesi sayıyor.

Mahkeme heyetlerinden bir beklentimiz yok

Bütün devlet mekanizmalarını ele geçirmeyi marifet sayan, bunun kibrini yaşayan bir siyasi iktidarla yüzyüzeyiz. Bu koşullarda mahkeme heyetlerinden bir beklentimiz yok. Adalet yazısı mahkeme duvarlarındaki yazıdan, bir iktidar partisinin oyuncağından ibaret.

İktidarın tek derdi kendi bekası

Türkiye'de yaşanan ağır bir siyasi kriz var, merkezinde de adalet krizi duruyor. Bu kriz bu şekilde devam ederse bu adalet krizi çok daha büyük krizlerin, toplumsal gerilimlerin kaynağı olacaktır. Siyasi iktidarın bu sorunu görmek gibi bir derdi yok. İktidar, ömrünü 3 yıl 5 yıl daha uzatmak ile ilgileniyor. Tek derdi kendi bekası.

Milyonlarca insan bu adalet krizi ile karşı karşıya

Bu adalet krizi sistematik olarak sürdürülüyor. Bu krizin tek muhatabı bizler değiliz. Bizler burada yargılanıyoruz ama eylemini, hareketini bilinçle ifade eden bir siyasi partinin parçalarıyız. Ben bu durumu bir mağduriyet olarak görmüyorum, aksine bir onur vesikasıdır. Bu ülkede kendi fikrini savunan kimler yargılanmamış? Bizim yapacağımız direnmektir. Bu zamana kadar bunu yaptık. Ama kendisini savunamayacak, direnme dayanaklarını edinememiş, örgütlü yaşayamamış, kendisini kuşatan koşulları bilinçli bir değerlendirmeye tutamayan milyonlarca insan ne yapsın? Bugün milyonlarca insan bu adalet krizi ile karşı karşıya.

Birileri multimilyoner olurken birileri ekmeğin 2,5 TL'ye çıkmasının çilesini çekiyor

Geride bıraktığımız birkaç aylık süre içerisinde onlarca insan dolar zengini oldu. Milyonlarca dolarlık vurgun yaptılar. Bakın sağınıza solunuza bundan konuşan var mı, siyasilerden bunlardan konuşan var mı? Herhangi bir hukukçunun bunu soruşturma olasılığı var mı? Birileri bu ülkede multimilyoner olurken birileri ekmek fiyatının 2,5 TL'ye çıkmış olmasının çilesini çekiyor. Havalimanında, "bir lokma ekmeği bize zehir etmeyin" dedikleri için, "emeğimizin karşılığını almak istiyoruz" dedikleri için işçiler vahşice saldırıya uğradı. Yargı o insanların yanında durmadı. Aksine iktidar emriyle o insanları tutukladı. İşte 'adalet krizi' dediğim şey budur. Uçurum gittikçe derinleşiyor. Siyasi iktidar Türkiye toplumunun milliyetçi, dindar duygularını kullanarak Türkiye'deki en ağır sorunları geri plana atma, yokmuş gibi illüzyon yapma yöntemi dışında yöntem bilmiyor. Biz bu koşullarda sağlıklı bir yargılama bekleyemeyiz.

Berberoğlu bırakıldı ama Güven hâlâ tutuklu çünkü HDP'li

Kara mizah; iki tane tutuklu vekil var son seçimlerden sonra. Birisi Enis Berberoğlu, birisi Leyla Güven. Bizim hakkımızdaki davalar bir hukuk davası değil, biz rehineyiz. Siyasi iktidar baştan beri bize rehine muamelesi yaptı. Enis Berberoğlu bu rehinelerden birisidir. Pazarlıklar oldu, görüşmeler oldu; Enis Berberoğlu tahliye edildi. Ama evlere şenlik bir karar. Meclis isterse Enis Berberoğlu'nu tekrar tutuklayabilir. Yani her şey bir kişinin iki dudağı arasında. Bizim dokunulmazlığımızın kaldırılması sürecinde de böyle olmuştu. Bu sistem kalıcı hale getirildi. Yargı kurumu bunun içinden nasıl çıkacak. Hitler faşizminin bile bir hukuk mekanizması vardı ama böyle bir çelişkinin olduğu yerde nasıl bir sistemden söz edilebilir. Berberoğlu bırakıldı ama Güven hâlâ tutuklu. Neden? Çünkü HDP'li.

Birilerini siyasi pazarlıklarla tahliye ediyorsun, birilerini yıllarca hapis tutuyorsun

Berberoğlu'nun tutuklanması münferit bir hadiseydi, dokunulmazlıkların kaldırılması HDP'ye yönelikti. Ama görüldü ki şişede durduğu gibi durmuyor. Bu memlekette bir şey içtihat olabilir mi, ondan da şüpheliyim. Hiçbir tutarlılık yok ki. Bir yasayı birisine uyguluyorsun, birisine uygulamıyorsun. Birilerini siyasi pazarlıklarla tahliye ediyorsun, birilerinin dosyası bomboş olmasına rağmen yıllarca hapis tutuyorsun.

Oturup kalkıp "yargıya güven yüzde 30" diyorlar. Utanmadan bunu söylüyorlar. Siz bu hale getirdiniz. Güveni berhava ettiler, yarın öbür gün var olan ciddiyette tamamen ortadan kalkacak. Önceden bir anayasasızlık süreci yaşanıyordu. Hayır, artık tastamam bir hukuksuzluk yaşanıyor. Bir tapu kadastro kanununu işletemeyecek kadar çivisi çıkmış ve toparlayacak bir siyasi iktidar yok. Böyle bir vesayet toplumu ile yaşamayı hak etmiyor bu ülkenin hiçbir insanı.

Demokratik direnişten vazgeçmeyeceğiz

Tarihin sesi olmaya, gerçeğin sesi olmaya gayret edeceğiz. Doğrular bu kadar yok ediliyorsa birilerinin hangi koşullarda olursa olsun gerçeklere sahip çıkması gerekir. Bizler derin bir haksızlıkla karşı karşıyayız ama bu yaşadığımız zulüm düzeni karşısında hiçbir zaman yılmayı, geri adım atmayı tercih etmedik. Tercih ettiğimiz yoldan, demokratik direnişten vazgeçmeyeceğiz. Bu ülkenin bütün dürüst namuslu insanlarının direnci olmaya devam edeceğiz.

Gerçeği değiştiremezsiniz, dünya dönüyor

Ünlü bir Galileo yargılaması var. Galileo "dünya dönüyor" dediği için engizisyon tarafından ölümle cezalandırılıyor. Ancak ölüm cezası açıklanınca Galileo'nun söylediği tek bir cümle vardır: "İyi de dünya yine de dönüyor". Siz "dünya dönmüyor" deseniz de gerçek gerçektir, dünya yine de dönüyor. Kibirden kendisini kaybetmiş bir iktidar karşısında doğruya "yanlış" dedirten bir iktidar karşısında tek bir şey söylüyoruz, "dünya dönüyor bağlayamazsın". Hallac-ı Mansur gibi insanların derilerini yüzebilirsiniz, Seyid Rıza gibi asabilirsiniz ama gerçeği değiştiremezsiniz.

DTK bölgesel demokratik bir kitle örgütüdür

Fezlekeler ile ilgili savunmalarıma geçiyorum. Birinci fezlekenin konusu DTK kongresi; bizlere örgüt üyeliği ve yöneticiliği iddiasının dayandırıldığı fezlekedir. Nedir bu DTK faaliyetleri? Bu faaliyetler nedir ki, DTK nedir ki binlerce insan bu nedenle yargılanıyor? Öncelikle şunu belirteyim; DTK yargılamaları oldukça yenidir. DTK 11 yıllık bir sivil toplum kuruluşudur ancak yargılama geçmişimiz 2 yıllık bir sürece dayanır. DTK ile ilgili açılan bütün davaların siyasi saikler taşıdığını tespit etmeliyiz. DTK'nin bu suçlamaları hak edecek bir faaliyeti var mıdır? DTK bir bölgesel demokratik kitle örgütüdür, Kürt sorununda çözüm sürecinin zeminini oluşturmak amacıyla kurulmuştur. Kuruluş tarihi 2007. Bu yıl hatırlarsınız çözüm sürecinin daha sesli tartışıldığı bir dönemdi. Oslo süreci, İmralı ile görüşmeler bunlardan birisidir. Devletle Öcalan görüşmeleri daha sistematik başlatılmıştır. 2011'den sonra da faaliyetlerini çok açık bir konseptle sürdürmüştür. 2 yıl önce DTK faaliyeti yürütmek suçuyla insanlar gözaltına alınıyor ama daha öncesinde DTK ile ilgili hiçbir suçlama söz konusu değil. 2007'de faaliyete başlamış bir kurumdan söz ediyoruz. Kürt sorununun çözümü başlığında muhatap olarak görülmektedir bu kurum. Çok organik bir yapılanma değildir, neredeyse bir suç örgütü ile yer alıyor fezlekede. Ben acı acı güldüm. Bir dernek düşünün; üyeleri vardır, denetleme kurulu vardır, demokratik bir hiyerarşisi vardır. Ama DTK yan yana dizilmiş bileşenlerin yapılanmasıdır. DTK yapısı, içerisindeki demokratik, sivil karaktere vurgu yapmak için kendisini eşitlikçi, yatay bir biçimde ifade etmiştir. Daimi meclis vardır, bu da kendisini kısa sürelerde yeniler. Bileşenlerinin her biri kendi içinde bağımsızdır. Demokratik İslam Komisyonu var, Sağlık Komisyonu var, özerk yürütüyor çalışmalarını. DTK kurulurken bilhassa oluşturulmuştur bu yapı. Geçici bileşenleri var, dönem dönem iş insanları geliyor, çalıştayda bir araya geliyorlar. Başka bir gün bir konferansın kararı için bir araya geliniyor. Böyle bir yapıdan zorlaya zorlaya bir terör örgütü icat etmek mantıken olanaksız. Bir siyasi mekanizmayı terör örgütü uzantısı ilan edebilmek için temel bazı vurgulara ulaşmanız gerekir. Bir; şiddet çağrısı yapıyor mu, şiddet uyguluyor mu? DTK'nin tarihinde yoktur böyle bir şey. DTK'yi bir eylem örgütü olarak adlandırmak zaten bunun gerçek olmadığını gösterir. HDP, DTK'den daha çok eylem örgütüdür, biz partiyiz çünkü. İkincisi; bilinen terör örgütü uzantılarına benzeyen bir sistematiğin olduğunu görmeniz gerek. Peki, iddianamede böyle bir delillendirmeye rastlıyor muyuz? Hayır.

Kürt sorununda çözümden vazgeçildikten sonra DTK terörist ilan edilmiştir

Elbette DTK'nin terör örgütü uzantısı ilan edilmesi, bu kapsamda kriminalize edilmeye çalışılması, siyasi operasyonların yapılması siyasi nedenlere dayanıyor. Birinci siyasi neden, siyasi iktidar Kürt sorununda çözüm sürecinden ne zaman vazgeçti, HDP'ye yönelik tavrı da marjinal bir biçimde değişti. Kendisini reddedecek kadar değişti. Karakter sahibi olanlar bir gün öncesi ile bugünün uyumlu olmasına özen gösterir ama ben siyasi iktidardan böyle bir tutum beklemiyorum zaten. DTK'ye yaklaşım da siyasi iktidarın utançlarından birisidir. Kürt sorununda çözümden vazgeçildikten sonra DTK terörist ilan edilmiştir.

DTK ile ilişkili soruşturma yürütmek istiyorsanız bu mahkeme salonları yetmez

Eğer bu memlekette DTK ile ilişkili soruşturma yürütmek istiyorsanız bu mahkeme salonları yetmez. DTK'nin mitingine gitmiş yüzbinlerce insanı ne yapacaksınız? Yüzbinlerce Kürd'e dava mı açacaksınız? Yüzbinlerce insanı yargılayacak bir mahkeme salonu var mı?

DTK terör örgütü uzantısıysa iktidar temsilcileri neden DTK ile mesai yaptı

DTK faaliyetlerinin suç unsuru olarak tanımlanması akla ve hukuka aykırıdır. Siyasi iktidar ne yaptığını bilmeden DTK'yi terör örgütü uzantısı ilan etmiştir. Peki DTK terör örgütü uzantısıysa şu soruyu sormak bizim hakkımız: Böyle bir örgütle bu ülkenin bakanları, Meclis Başkanı ve iktidar temsilcileri neden sabahlara kadar mesai yaptı? İktidar kendisi açıklayamadığı şeyleri hukukun önüne atıyor.

Siyasi iktidar kendi eylemine sahip çıkma basiretini göstermiyor

Size bir dizi belge vereceğim. DTK ile bu iktidarın çalışmaları çok uzak tarihlerde olmadı. Bir siyasi iktidar düşünün terör örgütü uzantısı ilan etmeden önce bir dizi görüş alışverişinde bulunuyor, evet karşıt görüşler, bir takım mücadele elbette var ama bir taraftan çok köklü konularda diyaloglar kuruluyor, bunları ne yapacağız? Meşhur lafları vardı ya "kandırıldık", hadi kandırdılar diyelim; ne oldu siz uyandıktan sonra, DTK nasıl terör örgütü oldu? Bunun yine hiçbir ispatı yoktur. Ne yapmış DTK, demiş ki "gelin yeni anayasa meselesini tartışalım, silahlar konuşuyor, insanlar ölüyor, bu ölümler dursun, biz bütün taraflara çağrı yapıyoruz gelin konuşalım" demiştir. DTK "artık oluk oluk kan akmaya başlamışken bu ölümleri durduralım" demiştir, yapması gerekeni yapmıştır. Terör örgütü uzantısı ilan edildikten önce de sonra da… Ama siyasi iktidar kendi eylemine sahip çıkma basiretini göstermiyor.

Çözüm süreci bir fırsattı ama ikinci yol seçildi

Bu ülkede çözüm süreci ciddi bir süreç olarak demokratik ve devrimsel bir süreç olarak yaşandı. Bir fırsat, bir olanak doğdu. Evet, bütün sorunlar çözülmemişti ama Türkiye'nin demokratik bir şekilde yeni bir çağa girebilmesi için bir umut oldu. 21. yüzyılda kendisini yeniden üretemeyen, demokratik bir biçimde tesis edemeyen hiçbir ülke kendisini var edemez, bu görmemiz gereken bir gerçektir. Çözüm sürecinde iki yolla karşı karşıya kaldı Türkiye; ya Kürt sorununu çözüp kendisini demokratik bir biçimde güçlendirecekti ya da bir rejim değişikliği ile bütün kudreti tek bir elde toplayarak durum kurtarılmaya çalışılacaktı. Çözüm masasının devrilmesi ile ikinci yol seçildi. Şu an var olan kriz, bitmeyen sorunlar, yaşanan kaos sorunu bir kişinin elinde tutarak kontrol etme yöntemi ile gelecek kurmaya çalışılıyor. Bunun akılla hiçbir bağlantısı yok.

DTK'nin kuruluşu içinde AKP vekilleri vardır

Çözüm süreci derken, pragmatist anlamda sadece Kürt sorununun dar milli sorunlar içerisinde çözülmesi beklenmiyordu. Sadece Kürde değil herkese hakkı olanın verilmesiydi. Kadına, gence, memura, işçiye nasıl bir hakkı hak ediyorsa onu vermektir. Asıl verdiğimiz mücadele, hayatı kazanma mücadelesidir. Bu ülkenin yurttaşının ekmeğe değil, sadece bir hayata ihtiyacı vardır. Demokrasi varsa hayat vardır. O süreç içerisinde ne yazık ki siyasi iktidar kendi gelecek kaygısını düşünerek, memleketi kendi ihtiyaçlarına uydurmak için o zemini tepmiştir. DTK de o zeminin oluşturduğu bir yapıdır. Siyasi iktidar da kendisini muhatap kabul edebileceği bir toplumsal mekanizmaya ihtiyaç duymuştur. Diyabakır'da DTK'nin kuruluşu içinde AKP vekilleri vardır. Ne enteresan değil mi, Ensarioğlu başta olmak üzere hiçbirinin hakkında bir soruşturma yok. Bunlar DTK kongresinde delege olarak yer almıştır. Onların belgelerini de heyetinize sunacağım. Sorun katılmaları değil, sorun yapmadıkları, attıkları adımları atmaktan vazgeçmiş olmalarıdır. Aynı DTK çözüm süreci kapsamında Meclis'e davet edilmiştir, eşbaşkanları Meclis'e gitmiştir. Anayasa uzman komisyonunun Meclis Başkanı imzası ile DTK'ye gönderdiği davet vardır, açık bir müzakere vardır. Bu çok doğal bir süreçtir. Bizim bunları bugün anlatıyor olmamız tuhaf. Bu ülkenin cumhurbaşkanı, Diyarbakır ziyaretinde, DTK'nin önceki Eşbaşkanı Ahmet Türk'le bir araya geliyor, basına açık resmi görüşme yapıyor. Bunların her biri yaşandı.

Yargıya yanlış delil sunmak suçunun itirafı

6 ay önceydi, FETÖ davasından yargılanan bir polis memurunun duruşması yapılıyor. Polis memuru kendisini şöyle savunuyor; "Bu iktidar benden DTK ile ilgili Diyarbakır'da belgeler hazırlamamı istedi ve ben 20 bin sayfa DTK ile ilgili, KCK ile ilgili, Diyarbakır'daki sivil toplum kuruluşları ile ilgili doküman hazırladım." Bunu sitem etmek için söylüyor. Gerçek anlamda bir hukuk mekanizması olsa yargıya yanlış delil sunmak suçunun da itirafıdır bu. Bu açıklama DTK ile ilgili "terör örgütü uzantısıdır" diye hazırlanan dosyaların nasıl yaratıldığını çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Öyle bir zihniyetle karşı karşıyayız ki, siyasi tasfiye operasyonlarını başlatmış, diyor ki; "bana belge yaratacaksın". Ve emniyet kurumları dayanak üretmek için çalışıyorlar. Bu çalışmayı yaparken nesnel verilere dayanmadıkları için yalanlarını ortaya çıkaracak birçok boşluk bırakıyorlar.

Gerek Selahattin Bey'in ve diğer milletvekili ve belediye eşbaşkanı arkadaşlarımızın davasındaki insanlar, şu an kendisi de yargılanma pozisyonu ile karşı karşıya kalmış olan polislerin yarattığı belgelerle oluşturulmuştur. Ayrıca davaya bakan savcı ve hakimlerin çoğu da tutuklanmıştır.

Doğrunun neden doğru olduğunu kanıtlamak bize düşüyor

DTK ile ilgili iddianamede ifade edilen noktaların hiçbirinin güncel olarak da, tarihsel olarak da doğru olmadığı ortada. Yanlış o kadar özgürce karşımıza çıkarılıyor ki doğrunun neden doğru olduğunu kanıtlamak bize düşüyor. Böyle bir şeye zorunlu değiliz aslında. Bugün sürdürülen yargılamalar için çetin bir mücadele vermemizi gerektiriyor. Ben sadece çıplak bir gerçeği söylüyorum ama sorun şu; nasıl bu kadar çıplak olan gerçek böyle çarpıtılabilir. Bunun hukukla ilgisi yok. Sadece kanuna bağlılığı esas alsa böyle çarpıtmalardan bir iddianame yürütülemez.

Bir toplum gördüğünü söyleyemiyorsa o toplum değersizleşir, çürür

Ben en azından mücadele veriyorum. Ama toplumun büyük kesimini ne hale getirdiler. Bir toplum açısından bu kadar trajik bir durum olabilir mi? Bütün devlet kurumları bu soruya cevap vermelidir. Yargı da yasama da hepsi sorumludur. Türkiye toplumunu kişiliksizleştiren bir despotik anlayış sürdürülüyor. Bir toplum gördüğünü söyleyemiyorsa o toplum değersizleşir, çürür. Biz ister hapishanede ister dışarıda olalım, mücadele yürütüyoruz. Ancak herkesin bu mücadeleyi vermesi lazım.

DTK benim çalışmaktan onur duyduğum kurumlardan birisidir

DTK, bu ülkenin demokrasi kültürünün ürettiği en saygın kurumlardan birdir. DTK, bu ülkede analar ağlamasın, evlatlar ölmesin diye kurulmuştu. Ben bu zamana kadar katıldığım bütün çalışmalarına saygı duyarak katıldım. Kongrelerine, konferanslarına katılmışımdır, ortak açıklamalar yapmışızdır. Bunlar bizim görevimizdir ve DTK benim çalışmaktan onur duyduğum kurumlardan birisidir.

Bütün tiranlar hiç iktidardan inmeyeceklerini düşünürler

DTK'yi, kendi çıkarları için bu kadar hedef tahtası haline getiren iktidar, şunu düşünmeli; bir ülkede sivil toplum bu kadar hedef haline getirilirse, bu ülkede iler tutar hiçbir mekanizmanın kalması mümkün değildir. Şu an ipleri elinizde tutarak işleri yürüttüğünüzü düşünebilirsiniz ama bu büyük bir illüzyondur. Bütün tiranlar böyle düşünmüştür. Hiç iktidardan inmeyeceklerini düşünürler. Firavun ebediyen yaşayacağını düşünerek öbür dünya için mezar yaptırmıştır. İktidar saplantısına kapılmak böyle bir şey ama bu saplantı bütün ülke için risk üretmeye başladıysa bu siyasi iktidarın aklını başına toplaması gerekiyor.

Gerginliği biraz gevşetse her şey yıkılacak, o nedenle gerilimi hiç bitirmiyor

Şu an ipleri çeken bir yönetim tarzı var, gerginliği biraz gevşetse her şey yıkılacak. O nedenle gerilimi hiç bitirmiyor. Niye? Çünkü bu ülkede demokratik kurumlaşma bırakmadılar. DTK gibi bu kadar meşru bir örgütlenme terör örgüt uzantısı ilan ediliyor. 15 Temmuz'dan sonra 500'den fazla kurum kapatılıyor.

DTK faaliyetleri içinde olmak gibi bir suç isnadı olamaz

DTK faaliyetleri içinde olmak gibi bir suç isnadı olamaz. DTK bir suç örgütü uzantısı değildir, bir suç örgütü uzantısı olduğunu iddia eden iddia makamı gerekçelerle açıklamak zorundadır. Bir terör örgütü uzantısı olduğunu iddia edebilmesi için dayanakları olması gerekiyor, böyle bir dayanak söz konusu değildir. Eğer bu iddiada ısrar edilecekse DTK faaliyetleri bütün boyutları ile incelenmek zorundadır.

İktidar temsilcileri DTK soruşturmasının kapsamına alınmalıdır

DTK faaliyetlerine sadece ben katılmadım bu ülkenin bakanları, başbakanları ve çözüm sürecinde DTK eşbaşkanlarının resmi olarak temsil edilmesini sağlayan iktidar temsilcileri bu soruşturmanın kapsamına alınmalıdır. Satır aralarına saklanmış gerçeklerin üzerinin açılması ve soruşturmanın genişletilmesi gerekir. Çözüm süreci boyunca DTK Eşbaşkanı doğrudan Cumhurbaşkanı'na bağlı faaliyet yürüten Kamu Güvenliği Müsteşarı ile, bakanlarla görüşme yaptı. Bunların her birisi göz önünde bulundurulmalı. Neye göre birilerini DTK faaliyeti ile yargılıyorsunuz cevap verilmesi lazım.

Bir hukuk insanı iddianamede yalan uyduramaz

Ben HDP Eşbaşkanı olduğum için DTK'nin doğal delegesiymişim, Eşbaşkan olduğum için de yöneticiymişim. İçler acısı bir iddia. Ben HDP'nin Eşbaşkanlığını yapmış birisi olarak başka bir kurumun eşbaşkanı olacağım ve göğsümü gere gere onun arkasında durmayacağım! Her şeyden önce akla aykırı. Adalet talep etmiyorum, en azından gerçeğe biraz saygı duyulabilir. DTK benim yöneticisi olmaktan onur duyacağım bir şeydir ama bir hukuk insanı iddianamede yalan uyduramaz. Bizler yaptığımız çalışmaların sonuna kadar arkasında durduk ve durmaya devam edeceğiz. Türkiye'deki barış, demokrasi, özgürlük mücadelesi tasfiye edilemez.

Siyasi bir fenomen olarak HDP tarih sahnesine çıktı ve iktidar denklemlerini bozdu

6-8 Ekim olayları yaşanırken ve yaşandıktan sonra herhangi bir yargılama konusu yapılmadı. Ne zaman ki 7 Haziran seçimleri yaşandı, bize yönelik komplonun miladı 7 Haziran seçimleridir. Siyasi bir fenomen olarak HDP tarih sahnesine çıktı ve iktidar denklemlerini bozdu. İlk defa tek başına hükûmet kuramayacak noktaya geldi. HDP'nin başarılı bir kitle desteğiyle o seçimlerden çıkması siyasi iktidarın sultasına son verdi. Geçmişte suç olarak görülmeyen birçok başlık operasyon konusu haline getirildi. 6-8 Ekim olaylarının partimizle bağının kurulması böyle bir gündemdir.

6-8 Ekim Demirtaş'a yönelik linç operasyonuna dönüştü

İktidar kendi sorumluluğunun üstünü örtmek için yapmıştır, bunu Demirtaş'a yönelik kişisel bir linç operasyonuna dönüştürdü. Herhangi bir dayanağı olmamasına rağmen algı operasyonuyla bir partinin suçlu ilan edilmesi ve cezanın yargıya bırakılmadan siyasi iktidar tarafından kesilmesi ile karşı karşıya kaldık.

İddianameyi yazan da, yargılayan da cezayı kesen de iktidar

6-8 Ekim'in iddianamesini yazan da, yargı kürsüsünü kuran ve yargılayan da, cezayı kesen de siyasi iktidardır. Bütün suçlama operasyonları sürdürülmüş, siyasi iktidar tarafından yargı organları da fon olmaya alet olmaya zorlanmıştır. Türkiye'deki yargı sisteminin maruz kaldığı meşruiyet sorgulamalarına yol açan davalardan birisi de budur.

İnsanlarla birlikte gerçekler de katledildi

6-8 Ekim konusunda ilk söylenmesi gereken, siyasi iktidarın algı operasyonundan çıkarılmasıdır. Bu baskıdan çıktığımız sürece gerçeği bulma şansımız olur, aksi durumda tarih bir dizi aydınlatılmamış katliamlar sürecinde olduğu gibi bu da karanlığa gömülür. Gerçeğe sadık kalarak, bütün Türkiye toplumunun gözünden kaçırılan gerçeklere işaret edeceğim. Önemli bir düşünürün söylediği gibi "yalanların bacakları kısadır bir süre sonra koşmayı başaramaz." İşte 6-8 Ekim için söylenen yalanların da böyle bacakları kısadır. 6-8 Ekim'in bir yargılama konusu haline getirilişi sürecinde insanlarla birlikte gerçekler de katledildi.

6-8 Ekim bilinçli planlı bir şekilde partimizin üzerine yıkılmaya çalışılmıştır

6-8 Ekim siyasi iktidar tarafından kendi sorumluluğunu karartmak amacıyla bilinçli planlı bir şekilde partimizin üzerine yıkılmaya çalışılmıştır. Neden doğrudan siyasi iktidarın sorumluluğundadır diyorum. Eğer bir memlekette 51 kişinin katledilmesine yol açan bir olay yaşanıyorsa, bunu önlemek, geleni görmek, siyasi iktidarın görevidir, siyasi iktidar bunun sorumluluğunu muhalefete atamaz, bu gayrımeşrudur. Siyasi iktidar 6-8 Ekim'in geldiğini göremedi. Biz göremedik, muhalefet olarak bunun özeleştirisini veriyoruz. Ama o iktidar, muhalefetin hiçbir uyarısına kulak vermeyen bu kadar kadiri mutlak bir iktidarın geleni görmemesi suçtur.

Siyasi iktidar IŞİD'i öfkeli çocuklar politikası ile desteklemiştir

6-8 Ekim başlamadan önce Türkiye'de hiç söylemedikleri, unutturmak istedikleri başka şeyler yaşandı. Suriye'de yer yerinden oynamıştı, iç savaşın 5'inci yılıydı. Türkiye'deki siyasi iktidar burnunun ucundaki komşusundaki savaşa son vermeye çalışmak bir yana, Suriye'deki ateşe benzin döküyordu. O günün koşullarında eski Osmanlı hayallerini tekrar canlandırıp sınırlarını Suriye'ye kadar genişletmek dahil bir dizi hayal tartışılıyordu, adına da "stratejik derinlik" deniyordu. Derin olmasına derin ama Türkiye'yi bir çukurun içine saplayan bir derinlikten söz ediyoruz. Bu yanlış Suriye politikası, çok daha yakın saldırılara yol açtı. IŞİD, Türkiye'de varlığını genişletmiş, Türkiye sınırları IŞİD tarafından ele geçirilmişti. Yani biz IŞİD'le komşu olmuştuk. Neden? Tek bir cevabı var, çünkü siyasi iktidar IŞİD'i öfkeli çocuklar politikası ile desteklemiştir. O kadar korkunç ki hâlâ IŞİD kampları duruyor. Tek bir caydırıcı adım, işin yanlışlığına işaret eden tek bir muhalefet bırakılmadı. Adana'da, Urfa'da, Hatay'da IŞİD'in çok rahat örgütlendiğini söylüyorduk. İttifak altında girişilen işbirliği politikasının Türkiye'yi bir çukura ittiğini gösteriyor bize.

İktidar PYD'ye ÖSO'nun parçası olmasını dayattı

6-8 Ekim süreci sadece Kürtleri ilgilendiren bir mesele değildi, kadınlara tecavüz eden, köle pazarında satan, çocuklara tecavüz eden, insan kalplerini yiyen bir vahşet ordusundan bahsediyoruz. İslam adını karalayarak vahşet siyasetini sınır boyunca yaymış ve içeri kadar yerleşmiş bir yapıdan söz ediyoruz. O koşullar içerisinde IŞİD tarafından sınır boyunda ele geçirilmeyen tek kent vardı, o da Kobanî idi. Kobanî'nin IŞİD tarafından kuşatılması boyunca partimizin, çeşitli sivil toplum örgütlerinin onca iyi niyetli çabasına rağmen, siyasi iktidar IŞİD konusundaki tavrını değiştirmeyerek Kobanî'nin kuşatılmasına, ağır bir insan kırımı ile karşı karşıya kalınmasının müsebbibidir. O dönemde 2014-15 yıllarında hâlâ Kuzey Suriye'de örgütlü bulunan PYD-YPG yapılanmaları ile resmi, gayri resmi diyaloglarını sürdürmekteydi. Aynı dönemde çözüm süreci devam ediyordu. Çözüm süreci Suriye politikasına da yansımıştı ve İmralı ile görüşmeler yapılırken Suriye'de PYD ile görüşmeler de sürüyordu. Aynı zamanda siyasi iktidar stratejik derinlik altında PYD'ye şu dayatmayı götürüyor, "ÖSO içinde radikal unsurları destekleyin, Şam rejimi ile bütün köprüleri atın, ÖSO'nun parçası olun" diyordu. ÖSO ise tekbirci dinci yapılanmanın ağırlıklı olduğu karakter taşıyordu. Ama bu dönem içinde siyasi iktidar IŞİD'e destek verme tutumunu, uluslararası platformlarda da kendisini zora sokacak düzeyde sahiplendi. Suriye'deki Kürt yapılanmaları ile ayrışmalar yaşandı aynı süreçte çözüm süreci bitti, bu da ayrı değerlendirilemez.

Kobanî kuşatması ile, insan kıyımı ile siyasi iktidar Kobanî'yi düşürmek, Şam rejimini devirmek ve PYD'ye yönelik görüşmede elini güçlendirmek için IŞİD'i desteklemiştir. O plan Kobanî kapısından döndü, Kürt güçleri buna yanaşmadılar. IŞİD gibi tüm ülkelerin de bizim de başımıza bela olan bir örgütten bahsediyoruz. Oradaki siyasi yapılanmaların böyle bir işbirliğine yanaşmamaları gayet uygundur. O dönem bütün bölgenin ve giderek dünyanın başına bela olmuş bir mekanizma ve uzantıları ile uzlaşmanın felaketten başka bir karşılığı yoktur. Bu kafa ile giderlerse felaketin büyüğü kapıda duruyor.

İktidar Kobanî'nin Türkiye halkları bakımından vicdan ve onur demek olduğunu görmedi

O dönem içindeki politikalara, aynı zamanda IŞİD karşısında ciddi bir tepki oluşmuştu, Türkiye'de insani, laik, ahlaki kaygılar da harekete geçmişti. Bütün toplumsal kesimlerde IŞİD'e karşı duyarlılık gelişmeye başlamıştı ama siyasi iktidar bunu görmezden geldi. O dönemde biz tamamen sırtımızı döndüğümüzü de söyleyemem gerek yardım malzemelerinin götürülmesinde ortak da çalışılmıştı ancak esas yük bizdedir. O dönemde siyasi iktidar yer yer çatışan yer yer kolaylaştıran bir rol oynadı ancak Kobanî'nin Türkiye halkları bakımından vicdan, insan ve onur demek olduğunu görmeyerek sosyolojik bir hata yapmıştır.

PYD, "IŞİD'in, ÖSO'nun yanında olun" teklifini reddedince ayrım netleşti

Vicdanları ayaklandıran bir tutum ortaya koymuştur. Buna siyasi kışkırtıcılık da diyebilirsiniz. O koşullar içinde 6-8 Ekim'e gelindi. 3 ay sınır nöbeti devam etti. Özellikle Urfa hattından IŞİD'lilerin yaygın gidiş gelişi vardı, gündüz çok rahat görebiliyordunuz, bunu engellemek için bir sivil inisiyatif oluşturuldu. İnsanlar sınır boyunca yattı, uyudular, sadece biz görüyoruz demek için bizler 3 ay boyunca o sınır boyunda nöbet tuttuk. Tek bir olay, bir ölüm ciddi bir çatışma yaşanmadı. O süreç içerisinde bütün Türkiye'yi hem Kürt halkını batısından doğusuna, bütün toplumu birleştiren bir merkez oldu. Çok farklı düşünceye sahip olan insanlar siyasi iktidarın IŞİD'e yol vermesinden büyük rahatsızlık duyuyordu. O sınır nöbetinde HDP'li olmayan çok fazla insan gördük. Eğer bir komplo veya provokasyon olmazsa Kobanî konusunda bu halkın nasıl duyarlı, kendisine hakim demokratik eylemler yapabileceğinin en büyük kanıtı oldu. Siyasi iktidar Kobanî kuşatmasından sonra IŞİD'e verdiği desteği daha açık ifade etmeye başladı. PYD'ye, "tarafınızı seçin IŞİD'in, ÖSO'nun yanında olun" teklifi reddedilince ayrım noktaları daha net belirmeye başladı.

O zamana kadar, sınır nöbeti devam ediyor, örneğin 4 Ekim günü bayramda bayramlaşmaya Kobanî'ye gittik, kanton sorumluları ile görüştük, Mürşitpınar Kapısı'ndan geçişe hükûmet izin veriyordu. Ekim'in başından itibaren kuşatma daraldı ve siviller çok küçük bir alanda kaldı. Silahlı silahsız olması önemli değil sonuçta orada meşru bir yurt savunması yapılıyordu. Yaşam alanları daralmıştı ve acil müdahaleler gerekiyordu. Örneğin gözümüzün önünden patlayıcılar geçiyordu, buğday silolarından ateş ediliyordu. bunun oradaki kolluk güçleri tarafından bilinmemesi mümkün değil. Her birisi bizim gözümüzün önünde yaşandı. Biz, "hükûmetle bir görüşme yapmamız gerek, anlaşma ve ortaklaşma noktalarını öne çıkaracağımız bir görüşme yapmamız gerek" diye düşündük. Demirtaş ve DTK Eşbaşkanı Selma Irmak Başbakan'dan randevu alarak 1 Ekim'de bir görüşme gerçekleştirdiler. O görüşmenin bazı bölümlerini okumak istiyorum. Selahattin Bey'in savunmasından alıntı yapmak istiyorum. Görüşmede konuşulanları aktarıyor: "Kobanî'den döndükten sonra yanımda Selma Irmak'la birlikte Başbakan'ı ziyarete gittik. Yalçın Akdoğan'la da beraber 5 kişiydik. Kobanî'ye niye Türkiye'nin destek olması gerektiğini anlattım. Akdoğan dedi ki, 'bizim IŞİD'e yönelik desteklediğimiz algısı oluştu o algıyı kırmamız gerek'. Karşılıklı gerilimlerin de olduğu bir toplantıydı, ama nihayetinde şöyle bir uzlaşıya vardık o dönem Ahmet Davutoğlu Hoca'yla: Ben dedim, Başbakanlık çıkışında bir açıklama yapacağım, diyeceğim ki, görüşme çok olumlu geçti, teşekkür edeceğim ve hükûmetin yaklaşımı çok olumludur, inanıyorum ki, bütün bu krizler, sorunlar çözülecek. Çünkü çözüm süreci bitmek üzere, öyle bir tıkanmış ki, Kobanî'ye kilitlenmiş. Hükûmet gerekli duyarlılığı gösterecek, oradaki Kürtlerle de diyaloğa geçecek ve bu sorun kısa sürede çözülecek. Bütün mesele şudur: Kobani IŞİD'in eline geçebilir sonuçta, ama Türkiye buna göz yumdu ve öyle oldu şeklinde bir realiteyi biz kamuoyunun huzurunda gerçekleştirmemeliyiz. Türkiye destek olsun, IŞİD yine orada Kobanî'yi ele geçirirse bilemeyiz. Ama nihayetinde Ankara'nın göz yumması hatta dolaylı destekleriyle oldu denmesin. Tamam dediler, biz iki şey yapacağız dediler. Birincisi Salih Müslüm'ü hemen davet edeceğiz, Türkiye'ye, kendisiyle görüşeceğiz, talepleri nedir, beklentileri nedir? Kendileriyle tartışacağız. İki gün sonra Salih Müslim Türkiye'ye geldi. Ankara veya İstanbul'da, hatırlamıyorum basında vardır, görüşme gerçekleştirdi Dışişleri Bakanı Müsteşarı'yla. Detaylarını ben bilmiyorum, fakat beklentilerini ifade ettiler. Ahmet Davutoğlu aynen şu şekilde, o görüşmemizde de bana ifade etmişti, bizim de onlardan taleplerimiz var, onların da bizden talepleri var, daha önce de görüşmüştük, uzlaşacağımızı düşünüyorum, biz ne gerekiyorsa yapacağız."

Hükûmetle görüşmüşüz, adımlar bekliyoruz ama Kobanî'den katliam haberleri geliyor

Asıl o zaman Kürt toplumunun ağırına giden, siyasi iktidarın desteğini açıklaması idi. O zaman bizim heyetimiz uyarıyor, Davutoğlu da bunu kabul ediyor, "ortak çözüm bulmaya çalışırız" diyor. Bizim heyetimiz Başbakanlık kapısında çıkıyor açıklama yapıyor, diyor ki, "her şey kontrol altında her şey müzakerelere bağlı devam edecek". Aslında öfke duyan kesime güven telkin ediyor ama sonra ne oluyor? Bu görüşme yapıldıktan sonra, bir iyi niyet ifadesi olarak bir yardım konvoyu meselesi var, bizim gitsin diye uğraştığımız ama zorlandığımız, "yardım konvoyunun geçişini kolaylaştırın, hükûmet müdahale etsin ki en azından gıda ve sağlık malzemeleri gitsin" diyoruz. Davutoğlu da buna 'evet' diyor. Bizler bu anlaşmaya, verilen sözlere bağlı olarak arkadaşlarımızı görevlendiriyoruz, gerekli teknik hazırlıklar, kolaylaştırıcı çalışmalar yapılıyor. Ancak ondan sonraki süreçte bizim tartışageldiğimiz, sorunun çözülmesi gerektiği noktada çözülmeyen bir siyasi yaklaşımla karşı karşıya kalıyoruz. Zaman kazanma ve oyalama taktiği oluşturularak bizim eleştirdiğimiz politikaları uygulamaya devam ediyor. Bir taraftan hükûmetle görüşmüşüz, adımlar bekliyoruz ama diğer taraftan Kobanî'den katliam haberleri geliyor. İnsanlar üzerindeki basınç arttıkça arıyor. 6 Ekim akşamına kadar bekleyiş sürüyor. 5 Ekim'den itibaren başlayan çok ağır bir kuşatma yaşandı. 5 Ekim'de Kobanî'de savunma güçleri ve sivillerin bulunduğu bir alanda, Mürşitpınar Sınır Kapısı'nın 50 metre yakınından patlayıcı yüklü kamyon ile intihar saldırısı gerçekleşti. 100'e yakın insan katledildi. Bu bütün kamuoyunda ciddi bir tepkiye yol açtı. Başbakan'la yaptığımız görüşmeden sonra bize adeta, "alın size bomba" denmiş oldu, siyaseten izahı budur. Siyasi iktidar, "biz engel olamıyoruz" dese anlarız. Ama hükûmet ise sözler veriyor, aradan 5 gün geçiyor bir bakıyorsun bir kamyon patlatıyor. Siyaset bu kadar kirletilirse o ülkede temiz yer kalmaz. Şuna güveniyorlar biz dibe batıralım Türkiye nasılsa sıfırdan kendisini üretmeyi biliyor… "Bunu başkaları yaptı" deseler, aydınlatılsa bu katliamlar anlarız, en azından hata kabul edilir ama böyle bir durum da yok. Karşımızda çift kişilikli bir iktidar anlayışı var.

Kobanî basit bir şey değil Kürt halkı için

"Kobanî Kobanî" diyorlar, basit bir şey değil ki Kürt halkı bakımından. Akrabası vardır, komşusu vardır, yüzyıllara dayanan ortak geçmiş vardır, soy ağacı aynıdır. Ağacın dallarını bölmüşler sadece. Sınırlar zoraki bir biçimde bölmüş ama kök aynı. O kadar köklü ve tarihsel bir bağ varken Kobanî'yi negatif anlamda ayrı düşünemezsiniz. Birleşiklik kapsamında aynı düşünerek doğru politikalar uygulamak zorundasınız. Ama siyasi iktidarın tavrı, toplumun sınırlarını zorluyordu.

6-8 Ekim çağrısı benim sorumluluğumdadır

6 Ekim günü Kobanî'ye ciddi bir saldırı geliştirildi, o zaman Kürd'ün yanında kimse yoktu. Mazlum halkının yanında sadece Kürt yurtseverler vardı, sosyalistler vardı, insanım diyenler vardı. Katliama uğramış bir halka sahip çıkmak için kendisini ortaya koyan insanlar vardı. Uluslararası güçler yoktu. Toprağı için toprağına kanını dökenler vardı. Bu kadar ağır tablo içinde siyasi iktidardan çıt yok, biz çırpınıyoruz. Eylem ve etkinlikler zaten devam ediyordu.

6 Ekim akşamı MYK toplantımızda bir araya geldik. Kobanî'ye yapılan son saldırı haberini MYK toplantısı sırasında ele aldık. Ne yapalım diye konuşurken Demirtaş Başbakan'la görüşmek için toplantıdan ayrıldı. Demirtaş o görüşmeyi yaparken biz MYK toplantısında çağrı kararı aldık, benim sorumluluğumdadır, ben o çağrıda bir suç görmüyorum. Bir tweet ile zorlama delil yaratılmıştır. Naylon bir gerekçedir. Çağrımızın içinde şiddet yok, "gelin ayaklanalım, olaylar çıkaralım" diye bir kavram yok. Tastamam insanları demokratik hakkını kullanmaya yapılan bir çağrı var. Bunun gibi yüzlerce binlerce çağrı bulabilirsiniz. Ama bu çağrıyı diğerlerinden farklı kılan sadece siyasi iktidarın kafasını takmış olmasıdır. İlk kurguyu tweetten kurmuşlar, dramatik bir hikaye olduğu kesin. Bir tane tweet atıyorsunuz. 100 yıllık meseleden söz ediyoruz, aylarca devam eden bir süreçten bahsediyoruz, 6 Ekim'de tweet atınca birden ayaklanma çıkıyor, insanlar birbirini öldürüyor. Bu kadar kötü bir mizansen oluşturulamaz. Tam bir altüst oluş durumu, varlık yokluk meselesi. Biz o ölüm kalım anında bile çok sağduyulu bir çağrı yapmışız. Gözümüzün önünde insanlar boğazlanırken, toplum HDP'nin çağrısına mı bakıyordu? Hayır, herkesin gözü kulağı Kobanî'deydi. İnsanlar hiçbir şeyine bakmadan, herhangi bir kuruma gitmeden kendisini sokağa attı.

6-8 Ekim'in gerçek iddianamesi halkın gerçekleridir

6-8 Ekim çözümlenmezse bu ülkede hiçbir şey çözümlenemez. Bu siyasi iktidar hâlâ bunu çözümlemeye uzak. 6-8 Ekim'in gerçek iddianamesi bu değildir, 6-8 Ekim'in gerçek iddianamesi halkın gerçekleridir. İddia ediyorum 6-8 Ekim'i yaratan bizzat Cumhurbaşkanı'nın 7 Ekim'de Antep'te yaptığı konuşmadır, çağrıdır. Bu konuşma ciddi infial yarattı. Biz hâlâ üzerinde tartışıyoruz, hâlâ çözümleyemedik. Bu bir örgüt tarafından gerçekleştirilemez. Hiçbir siyasi kurumla ilişkisi olmayan insanlar o gösterilere kendi inisiyatifleri ile katıldı. 6 Ekim akşamı insanların psikolojisi buydu. Sokağa çıktım, meydan meydan gezdim ki nerede bir yürüyüş var diyen, kendi mahallesinde komşularını toplayıp eylem yapanlar oldu.

Cumhurbaşkanı Kobanî halkını IŞİD'in kanatları altına itmeye çalıştı

Bildiğimiz bir şey var, bir toplum hiç değildir. Bir toplumu hiçleştirmeye çalışırsan hata edersin, bu toplum sana cevabını verir. Bu sefer çok daha büyük bir kaosla karşı karşıya kalırsın. Siyasi iktidar toplumu hiç yerine koydu. Kobanî için ağıt yakan milyonlarca insanı hiçleştirdi ve kışkırttı. Cumhurbaşkanı'nın Antep'te mültecilerle bayramlaşma sırasında söylediği "Kobanî düştü düşecek" sözü ciddi infial yarattı. Cumhurbaşkanı çıktı o çağrı ile bütün Kobanî halkını IŞİD'in kanatları altına itmeye çalıştı. Cumhurbaşkanı'nın bu sözünü unutturmak için ellerinden geleni yaptılar. Hâlâ suçu bize yıkarak bizden suçlu üretmeye çalışarak bu gerçeği unutturmaya çalışıyor. Ama tarih unutmaz.

Kışkırtıcı siyasi iktidar, çok net

Kriminal dayanağı, gerçekçi dayanağı yoktur. Türkiye yargı tarihi bakımından çok kötü bir örnek. Tüm dünya buna bakacak. Bu iddiaları görecek. İbretlik iddialardır. Kışkırtıcı kim? Siyasi iktidar, çok net. Bunun üstünü örtmeye, bize çamur atmaya çalışmayacak. Böyle bir suç yapılanmasının nereden devreye girdiğinin ortaya çıkarılması gerekiyor.

Açıktan saldırılar var hiçbir dava yok

O dönemde, 7 Ekim öğleden sonra, ölümlü olaylar başlıyor. Bu olayların ciddi kısmı güvenlik güçleri kurşunu ile gerçekleşiyor. Provokasyonların büyük kısmı da sivil mi, asker mi, polis mi oldukları belli olmayan insanların açıktan saldırıları gerçekleşiyor ama onlar hakkında hiçbir dava yok.

Yalan ve karalama kampanyası

Bazı raporlardan aktarım yapacağım, örneğin Uluslararası Af Örgütü'nün raporu. Bu raporda dikkat çekici örnekler var. Yasin Börü ve arkadaşlarının katledilmesi olayı... Demirtaş'ı katil ilan ettikleri, bir yalan ve karalama kampanyasıdır bu.

Raporda şöyle ifade ediliyor: "7 Ekim'de şehirdeki en kötü çatışmaların yaşandığı Diyarbakır'ın Bağlar ilçesinde Hüda Par ile bağlantılı bir dernek olan Köy-Der bürolarına yakın bir yerde karşıt görüşlü gruplar arasındaki çatışmalarda aldıkları yaralardan ötürü altı erkek hayatını kaybetti. Hüda Par yetkilileri Uluslararası Af Örgütü'ne evin içerisinde bulundukları 30 dakika boyunca bu durumla ilgili uyarıda bulunmak için polisin defalarca arandığını fakat polisin cesetler sokakta 45 dakika bekledikten sonra ancak geldiğini ve bunun şehir merkezine ulaşmak için mantıksız bir şekilde uzun bir süre olduğunu anlattı.

Bakın çok açık bir şekilde yarım saatlik bir süreden söz ediyoruz. Yasin Börü davasında bu gerçeklikle konuşuldu mu? Tartışmasız bir biçimde Yasin Börü'nün katili Demirtaş ilan edildi. İhmalin ötesinde, ortaya konulan şüpheli durumlar, açık suçlar ortaya konulmadı.

Devam ediyorum, Siirt, Kobanî sürecinde çok açık suç işlenen yerlerden birisidir ancak etkili bir kovuşturma yürütülmemiştir. O olaylarda 33 HDP'li öldürülmüştür ve hiçbirinin adı dahi anılmıyor. Siirt'te kitle üzerine korucular tarafından ateş edilmiştir ve katliam yapılmıştır.

Yine Uluslararası Af Örgütü'nün raporunda olay şöyle anlatılmaktadır: "Tanıklar Uluslararası Af Örgütü'ne 7 Ekim'de Siirt'in Kurtalan ilçesinde belediye başkanının aile bireylerinin ve özel korumalarının gün boyunca üç farklı olayda polis müdahalesi olmaksızın Kobanî protestocularına ateşli silahlarla saldırdığını anlattı.10 Gün boyunca, belediyeye ait (iktidar partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kontrolü altında olan) araçların yakıldığı ve belediye başkanının ailesine ait iş yerlerinin saldırıya uğradığı geniş çaplı eylemler gerçekleşti. Görüşülen kişilere göre şehirdeki tansiyon ilk olaydan sonra, yani belediye binasına taşların atıldığı, birkaç camın kırıldığı ve belediye başkanının korumalarının protestocuları ateşli silahlarla geri püskürttüğü öğlen gerçekleşen Kobanî ile ilgili eylemden sonra arttı. Şehrin pazar alanında yaklaşık 13.00 civarında gerçekleşen ikinci olay kameraya yakalandı. Kamera görüntülerinde polis ve askerler hareketsiz bir şekilde dururken bir dizi silahlı erkek kalabalık pazar yerinde havaya ateş açarken görülüyor."

İktidar bir çocuğu davaya malzeme edecek kadar küçülen bir yaklaşım sergiledi

Antep'te kontra gruplar doğrudan halka saldırdılar. Mahallelere linç saldırısı gerçekleştirdiler. Türkiye'de başkaca olayların planlandığını göstermektedir. 6 tane HDP'li katledildi ve hakkında dava açılan 16 yaşındaki bir kız çocuğu, Kürt mahallesinde yaşayan o kız çocuğu o olaylarda aldığı kurşun nedeniyle felç edilmiş bir kız çocuğu idi. O saldırılarda bir sanık bulamadı bu siyasi iktidar. Bir çocuğu davaya malzeme edecek kadar küçülen bir yaklaşım sergiledi.

İlk ölümlü olay Varto'dadır. Yine Af Örgütü'nün raporuna göre sivil 300 kişilik grupta, polis kurşunu ile katledilen 25 yaşındaki bir gençten söz ediyoruz. İzmir'de yine bir linç olayı vardır. Yine bir ırkçı grup tarafından ki onlardan da hâlâ yargılanan yok. Bu yüzden bu cinayetleri işleyenlerin kim olduğunu bilmiyoruz. İzmirde Ekrem Kaçaroğlu'nu kimin linç ettiğini öğrenemedik. Ekrem Kaçaroğlu yaralandı, linç edilerek görüntüleri çekildi.

Onlarla aynı ülkede yaşadığımız için utanıyoruz

Onlar korkmamızı istiyorlar ama korkmuyoruz. Onlar insanlıktan çıkmış, niye korkalım? Onlarla aynı ülkede yaşadığımız için utanıyoruz. O linç görüntülerini yayınladıkları için kaçamadılar, mecburen tutuklandılar. 3 ay tutuklu kaldıktan sonra bütün sanıklar salıverildi. O olmadığı gibi oğlunun katledilmesinin hesabını soran babası hakkında dava açıldı.

Bu siyasi iktidar ölümüzü bile saymadı

Bu saldırıların çokçasından söz edilebilir, kayıtlara geçsin diye anlatıyorum. Bu siyasi iktidar ölümüzü bile saymadı. 6-8 Ekim'de ölenleri bile birbirinden ayırdı. Hepsi candı bizim için, hepsi yaşamayı hak ediyordu ama bu siyasi iktidar, içinden 6 kişiyi seçip siyasi malzeme haline getirdi. Sadece onların ölümünü hatırladı, hatırlattı. Ama tamamen insanlık için kapısının önüne çıkmış, bizim insanlarımızın hak ettiği bir Allah'tan rahmeti bile diline getirmemiştir.

Bizim üzerimize yıkamazlarsa kendi sorumlulukları ortaya çıkacak

6-8 Ekim sürecinde yaşanan ölümler ne kadar büyük bir komployla karşı karşıya kaldığımızı gösteriyor. Birincisi çözüm sürecine dönük bir komplo idi. Çözüm süreci ya tam rayına girecek kalıcı barışın oluşması noktasına gelecekti ya geriye gidecekti bu gidişatı etkilemek için içeriden ve dışarıdan komplo dinamikleri devreye girdi. Komplonun içerideki dinamikleri bugün FETÖ'cü olarak ifade edilen bütün sorumluları, 6-8 Ekim olaylarının içerisinde yer almış.

Eğer bizim üzerimize yıkamazlarsa kendi sorumlulukları çıkacak ortaya. Siyasi iktidar FETÖ'cü polislerle suç ortağıdır. Onların bildiği suçları karşısında müdahale etme inisiyatifini geliştirmemiştir.

Başka bir olay; DBP Diyarbakır Eski İl Eş Başkanı Zübeyde Zümrüt, DBP Kayapınar belediye meclis üyesinin oğlunun vurulduğunu ve hastaneye kaldırıldığını öğreniyor. Aile Zübeyde Zümrüt'ü arıyor ancak Zümrüt evden çıkamıyor. Evlerin etrafı silahlı adamlar tarafından kuşatılmış. Bizim DBP Belediye Başkanımız Gültan Kışanak, evinden çıkamaz hâle geliyor. Bu sırada Emniyet Müdürü ile görüşmeler sürüyor. En sonunda Emniyet Müdürü diyor ki, "hastaneye gitmeyin orada sizin güvenliğinizi sağlayamayız, silahlı güçler var". Böyle bir tablodan söz ediyoruz. O gün hastaneye gidemiyorlar. Genç belediye meclis üyemizin oğlu ertesi gün yaşamını kaybetti.

Tweet atarak dünyayı yakan parti…

Soruşturulması lazım. Şimdiye dek 20 tane önerge vermişiz, hiçbirine yanıt yok. Araştırma Komisyonu kurulması teklifini kabul etmiyorlar. Bütün çabalarımıza rağmen Meclis bünyesinde araştırma komisyonunun kurulmasını kabul ettiremedik. Çünkü gerçekleri anlatmaya başlarlarsa bunun devamı gelecek. Aman cevap sırası bize gelmesin. Bir tane tweet atmış ya... Tweet atarak dünyayı yakan parti... Kendi suçlarını örtmek için canhıraş bir saldırganlık içerisindeler.

9 Ekim Bingöl suikasti; 3 polis memuru ve bir sivil katledildi. Adeta Türkiye'yi bir iç savaş eşiğine getirmek planlandı. Hükûmeti bu noktada uyardık. Efkan Ala da daha sonra, "haklısınız biz de daha sonradan gördük" demiştir.

Facianın müsebbibi biz değiliz, siyasi iktidar, çözümün müsebbibi biziz

Ondan sonraki süreçte bizler bu provokasyona ciddi biçimde müdahale etmek gerektiğini düşündük. Ancak başka bir gelişme oldu, hükûmet kanallarıyla görüşmeler devam ediyordu bizi bu kadar töhmet altında bırakan iktidar, aynı zamanla bizimle görüşmeye devam ediyordu. Başbakanlar, mülki amirlerle görüşmeler devam etti. Hükûmet bu süreçte İmralı ile temasta bulunmuş ve Sırrı Süreyya Önder'e diyor ki, "biz Öcalan'la görüştük, ortak çerçevede uzlaştık, mesajını sizinle paylaşmak istiyoruz". Biz de bunun makul olduğuna kanaat getirdik. İmralı'dan aldıkları yazı, bakanlar aracılığı iletildi. Bu metin kamuoyu ile paylaşıldı. Ondan sonraki süreç içerisinde bu çağrının bir karşılığı alındı ve eylemler 9 Ekim'den itibaren bitmişti. O zamanki hükûmet tarafından da, bizim tarafımızdan da sergilenen çaba, ülkenin ciddi bir uçurumdan sürüklenmesini engelledi. Türkiye'nin çok feci bir biçimde bir iç savaş durumu ile yüz yüze gelmesine engel olduk. Facianın müsebbibi biz değiliz, siyasi iktidardır. Ama çözümün müsebbibi biziz.

"Buradan çıksa çıksa darbe çıkar" dedik

6-8 Ekim sürecinin bütün boyutları ile araştırılması gerekiyor. 6-8 Ekim'den sonra o Diyarbakır meydanlarında ilk tankları gördüğümüzde, "bakın bu iyi bir başlangıç değil. İlk defa kentlerin merkezinde tank gördük. Bu siyasi iktidar orduyu siyasetin yörüngesine yerleştirdi. Tanklar meydanlara yerleştiyse buradan çıksa çıksa darbe çıkar" dedik. Karşılıklı güven bozulmasaydı iyi bir sonuç alınabilirdi. Ama hiçbirini dikkate almadan burnunun dikine gittik. Karakoldan çıkma talimatı verenler, yarım saat olay yerine ulaşmayan güçler, hastanenin etrafını kuşatan, Emniyet Müdürü'nün bile ulaşmasını engelleyen güçler, darbenin organizasyonunu yaptı. Siyasi iktidar bunların hepsini biliyordu. FETÖ'cü güçleri kullandı. Suçu onlara ihale etmek için kullandı.

Bu siyasi iktidar, varlığını kendisine düşman olanlar üzerinden kurmuyor, kendisinden olmayanlara düşmanlık üzerinden kuruyor. FETÖ'cülerle beraber işledikleri suçların kendi kucaklarına düşmemesi için başka bir şüpheli bulması gerekiyordu. Bizim şahsımıza dönük bir yargı komplosuna böyle dönüştürüldü.

Komplonun insani sahiplenme eylemini karartmasını kabul etmiyorum

6-8 Ekim, komplocu güçler ve siyasi iktidar tarafından provoke edilmeseydi tarihin gördüğü en önemli vicdani sivil hareketlerinden birisiydi. Komplonun insani sahiplenme eylemini karartmasını kabul etmiyorum. 6-8 Ekim Türkiye'deki çözülmeyen kritik sorunların ne kadar hayati koşullara geldiğinin göstergesidir. Çok insan öldü, hâlâ da ölüyor, ne oluyor peki? Sorun çözülebildi mi? Bu ülke daha güçlü oldu mu? Her gün daha fazla savaşın içerisinde buluyoruz kendimizi.

Bu kadar nefretten beslenen iktidar anlayışı bir topluma fayda getirmez

Bugün iktidar tarafından getirildiğimiz nokta hem içeride hem dışarıda çatışma ve savaştır. Irak'tan Suriye'ye kadar Türkiye bölgesel bir savaşa girmiş durumda. Türkiye bu savaşın tam merkezine çekildi. Bunu büyük bir üstünlük gibi sunuyorlar, o kadar acı ki. Onların yaptıklarını 100 yıl önce ittihatçılar da yaptı, sonra bu ülkenin insanlarını 780 kilometreye muhtaç ettiler. Gittiler hayallerini 80 bin askerle Sarıkamış'a gömdüler. Sonra bu ülkenin kadim insanları 780 kilometreyi kazanmak için canları ile Kürd'ü ile Türk'ü ile mücadele verdiler.

Biz sadece söylüyoruz kusura bakmasınlar, iktidar olanlar onlar. Yarın bu ülkeyi nelere muhtaç edeceksiniz? Bu kadar nefretten beslenen iktidar anlayışı bir topluma fayda getirmez aksine büyük zararlar verir.

Dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala bizimle yaptığı görüşmede 6-8 Ekim olayı içinde kolluk güçlerine söz geçiremediğini talimatlara uymadıklarını ifade etmiştir. 6-8 Ekim'de dış ihbar olduğu yönünde bulgular olduğunu ifade etmiştir.

Konuşmamın bir bölümünün alınarak siyasi linç haline getirilmesi gerçeği kırmaktır

Diğer fezlekeye geçiyorum; Urfa-Suruç konuşması. 19 Temmuz 2015'te yaptığım hükûmet yanlısı organlar tarafından her gün verilen bir konuşmadan yapılmış bi alıntıdır. "sırtımızı PYD'ye dayıyoruz" sözünün geçtiği konuşmadır. Bu siyasi linç konusu haline getirildi. Bu, doğrudan benim şahsımı hedefleyen bir komploydu. Sorun olan noktalardan birisi şu, benim konuşmamın bir bölümünün alınarak siyasi linç haline getirilmesi, gerçeği kırpmak ve kırmaktır.

Bizim hakkımızda açılan bütün davalar geriye doğru açılmış davalar

Hakkımızda sürdürülen diğer yargılama süreçlerinde olduğu gibi bu yargılama da medya yoluyla yürütüldü. Siyasi nefret söylemleri kullanılarak yürütüldü. Ben o konuşmayı yaptıktan sonra kamuoyunda Temmuz 2015 yılında siyasi iktidarın sonradan yarattığı gibi büyük bir infial yoktu. Böyle bir linç operasyonu yoktu. O süreçte aynı zamanda hakkımda başlatılmış bir soruşturma da yok. Bizim hakkımızda açılan bütün davalar geriye doğru açılmış davalar.

Bir kampanyanın ürünü haline getirilmiş bir cümleden suç icat edildi

Kamuoyu ve iktidarın öfkesinin aracı haline getirilmiş bir kampanyanın ürünü haline getirilmiş bir cümleden suç icat edildi. Neden 'suç icat edildi' diyorum? Birincisi ben o konuşmayı yaptığımda hiçbir hukuk insanı bana, "suç işliyorsun" diyemezdi, çünkü PYD suç örgütü olarak gösterilmiyordu. Peki, bu siyasi iktidar yargılanıyor mu? PYD'yi suç örgütü olarak görmeyen kim? Siyasi iktidar. Ben o günkü konjonktür içerisinde bir konuşma yapıyorum ve bunun önünde hiçbir kanuni engel yok. Bunun bir suç olabilmesi için adı geçen örgütlerin terör örgütü olarak görülmesi gerekir. Gerçek öyle miydi peki? Kesinlikle hayır, 100 defa hayır. 2014 - 2015 boyunca bu örgütlerle sistematik ilişkiler yürütülmüştür. Beraber askeri, siyasal, diplomatik çalışmalar yapılmıştır. Bunları gazeteleri açıp baksanız görebilirsiniz. Ben o gün bu sözü sarf etmekle suç olmamış bir suçu işlemiş oluyorum. Tamam geriye dönük yargılama Anayasa ihlali ama hadi oldu, Meclis'in hikmetinden sual olunmaz, çoğunluğu böyle karar verdi. Ama somut olarak, fiil olarak suç unsurundan söz ediyoruz. O gün yasal olarak herhangi bir suç teşkil etmeyen şey bugün nasıl suç kabul ediliyor.

Bakmış çözümden rant sağlayamıyor savaş konseptini devreye soktu

Yıl 2015 Temmuz, dönüyoruz dolaşıyoruz 7 Haziran sonrasına geliyoruz. HDP'nin AKP'yi tek başına iktidardan indirdiği güne geliyoruz. İki kilit nokta var; çözüm sürecinin bitirilmesi ve 7 Haziran'da HDP'nin aldığı büyük başarı. İktidardaki şahıs bakmış ki çözümden rant sağlayamıyor, ülke huzur içerisinde olsa bile kendisi rant sağlayamıyor, "demek ki benim halim duman o zaman bu memleketi duman etmeliyim" dedi. O zaman savaş konseptini devreye soktu.

PYD, devlet tarafından da toplum tarafından da terör örgütü olarak görülmüyordu

Bizler 7 Haziran seçimlerinden yeni çıkmışız, hükûmet kurulacak mı kurulmayacak mı boşluk durumu söz konusu ama şunu görüyoruz ki çözüm süreci bitirildi. Biz 7 Haziran'dan sonra başka bir aşamaya taşınabilir diye bekliyorduk ancak gördük ki iktidar bitirmekte kararlı. O zaman 20 Temmuz'da Suruç patlaması ile IŞİD'in gerçekleştirdiği, iktidarın da göz yumduğu süreç, Ceylanpınar'da iki polisin suikastle öldürülmesi ile devam etti. Bunun da bir provokasyon olduğu bütün belgeleri ile ortaya çıktı. Şu an bunu da konuşmuyorlar örneğin, kimsenin konuşmasına izin vermiyorlar. Benim konuşmayı yaptığım süreç de tam bu geçiş sürecine denk geliyordu. Siyasi iktidar tedavülde olan politikasını henüz değiştirmemişti ama yeni bir stratejiye geçecekti. Biz onlar kadar ince hesaplar yapamayız, siyasetçiyiz ve elbette konuşacağız. O zamanki koşullar içinde bir karşılığı vardı. PYD, devlet tarafından da bu ülkenin toplumu tarafından da terör örgütü olarak görülmüyordu.

O dönemki konuşmam toplumsal eğilimin bir yansımasıdır. Toplumsal eğilimin dışına düşen siyasi iktidardır. Siyasi iktidar toplumun beklentilerini çiğneyip geçti.

O zamanki konjonktürde de iktidarın PYD ile çok yakın ilişkileri vardır

Dava açıldıktan sonra bakanlığa yazdık siz PYD'yi ne zaman terör örgütü ilan ettiniz? Bakanlık cevap vermedi. Ancak başka bir mahkeme için bakanlığın yazdığı yazı gerçeğin ayan beyan ilanıdır. PYD terör örgütü listesinde yok. Siyasi iktidarın söylediği başka, gerçek başka. Bu, iktidarın karakteristiği haline gelmiştir. Bu iddia koftur. Türkiye Cumhuriyeti, PYD'yi terör örgütü olarak görmemektedir. O zamanki konjonktürde de iktidarın PYD ile çok yakın ilişkileri vardır.

Bu iktidarın PYD ile benden çok daha fazla ilişkisi olmuştur

2015'in sonlarında bu sözümü afişe etmeye başladılar, her gün yayınlamaya başladılar. Kara propaganda ve ikiyüzlü bir propaganda yürütmeye başladılar. İddia ediyorum bu iktidarın PYD ile benden çok daha fazla ilişkisi olmuştur. Bunu size belgeleri ile kanıtlayacağım. Kimse de çıkıp sormuyor. Ana muhalefet partisi arada çıkıp söylüyor ama onlar da gerçeğin peşine düşmüyorlar.

Bazı örnekler vermek istiyorum. Size verdiğim belgeler içerisinde de yer alıyor. 2014 29 Ekimi'nde Kobanî kuşatması önemli ölçüde kırıldıktan sonra Kobanî'ye pêşmerge gücünün gönderilmesi gündeme gelmişti. Bunun için heyette yer alan arkadaşlarımız bakan ve müsteşarlarla mesai yaptılar. Kobanî'ye 29 Ekim'de yardım sevkiyatının yapılmasında anlaşıldı. Bunu organize etmek için şu an kırmızı listeye aldıkları Salih Müslim ile bakanlık müsteşarı Feridun Sinirlioğlu seri toplantılar yaptı. 29 Ekim'de pêşmerge konvoyu Türkiye sınırları içinde dolaşarak Kobanî'ye indi. YPG-YPJ ile yapılan en açık temas budur. Hem siyasi hem diplomatik bir ilişkidir. Şimdi bunları duymak bile istemiyorlar. Terk ettikleri politikayı örtmeye çalışıyorlar. O dönemki politikalar sürdürülebilseydi belki bir yol alabilirdi Türkiye.

Sizin onayınız ve organizasyonunuz ile görüşmüşüm, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu

Benim konuşmayı yaptığım 19 Temmuz 2015 günü, bana gelen iddianamede de yok, 19 Temmuz günü ben Kobanî'ye gittim. Mürşitpınar Sınır Kapısı'ndan, bakanlığın onayı ile, Suruç Kaymakamlığı ve Valiliği'nin organizasyonu ile. Yanımda parti heyeti ile Kobanî'ye gittik. 19 Temmuz'da bir siyasi nezaket ziyareti yapmış oldum. Oradan çıktım aynı gün Suruç'ta mitinge katıldım. O konuşmayı yapmamdan dolayı terör örgütünü desteklemek iddiası ile sonradan hakkımda dava açıldı. Aynı gün siz terör örgütü ilan ettiğiniz, ben de propagandasını yapmakla itham ettiniz. Ben çıkıp sizin onayınız ve organizasyonunuz ile görüşme yapmışım. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. E siz PYD'yi terör örgütü ilan ediyorsanız, ben aynı gün nasıl görüşüyorum? Yaptığım konuşmada kullandığım bir cümleden dolayı saldırıya uğruyoruz. Benim hem şahsım saldırı altındadır hem de parti olarak siyasi haklarımız ihlal ediliyor.

Konuşmanın yapılmasından kısa bir süre önce bölgedeki YPG güçleri ile yaptığı ortak operasyonlardan birisi vardı, Süleyman Şah Türbesi'nin taşınma operasyonu. Bu operasyon YPG güçleri ile birlikte yürütülmüştür. Benim konuşma yaptığım tarihten 3 buçuk ay önce yaşanmıştır bu gelişme. Salih Müslim'e bizim müzakere heyetimiz aracılığıyla hükûmetten bir çağrı gelmiştir, herhangi bir çatışmaya yol açmaksızın bir teklifte bulunulmuştur. Partimiz aracılığı ile iletildi bu teklif Salih Müslim'e. Efkan Ala, Sırrı Süreyya Önder, Salih Müslim, kriz masasının içinde yer almıştır. Süleyman Şah türbesi böyle bir organizasyonla taşındı.

İktidarın hesap verme görevini yerine getirmeme kaçkınlığı

Sonraki süreçte yaptığım konuşmanın bir suç olarak sayılması yine aynı mantığa dayanıyor. Siyasi iktidarın kendi siyasi eylemlerini, kendi sorumluluğunu, hesap verme görevini yerine getirmeme kaçkınlığına dayanıyor.

19 Ekim'le Şubat arasındaki gazete manşetleri: PYD ile işbirliği arayışı, Kritik isim PYD Lideri Salih Müslim Türkiye'de, PYD silah akışı için Türkiye'den izin istiyor, Kobanî için PYD - Ankara diyaloğu, Salih Müslim'in Türkiye'ye geldiği ortaya çıktı.

Bugün terör örgütü olarak ilan eden, bizi de destekçisi olmakla itham eden anlayış bu gerçeklerle yüzleşmekten korkuyor. Kuzey Suriye'deki Kürt gerçeğinin bizim nasıl günlük ve siyasal yaşamımızın içinde olduğunu görüyoruz.

Birkaç alıntı daha yapmak istiyorum, Selahattin Bey'in duruşmada verdiği bilgiden bir pasaj: "Suruç Kaymakamı Abdullah Çiftçi'nin açıklamasını Hürriyet gazetesinden okuyorum. IŞİD kuşatması altındaki Kobani'ye yapılan yardımları ve Kobani Kantonu Başbakanı Enver Müslim ile görüşmesini Milliyet'e aktarıyor. Milliyet'teki röportajı, hurriyet.com.tr'den okuyorum. Yasa dışı sınır ticaretinin önüne geçilmesi için, Suruç'taki Mürşitpınar Sınır Kapısı 15 Ekim 2013'te açıldı. Türkiye, PYD kontrolündeki Kobani'ye ilk kez kapısını açtı. Türkiye'den Kobani'ye bir buçuk günde 27 milyon lira değerinde gıda, ilaç, giyim, barınak ve hijyen yardımı yapıldı. IŞİD'in Kobani'ye yaptığı saldırı öncesi 790 TIR, savaş sonrası ise 110 TIR olmak üzere 900 TIR yardım Kızılay ve AFAD üzerinden götürüldü. Kaymakamın açıklaması bu. 900 TIR'ın 899'u bizim topladığımız yardımlardır. Ama biz Kızılay aracılığıyla gönderilmesini kabul ettik. Kızılay da buranın kurumu, öyle gitsin. Kızılay kolilerine konulup gönderildi. Bir yılda Kobani'den gelen 10 bin hasta tedavi gördü, Suruç'ta. Savaşın başladığı günden bu yana 3919 hasta tedavi oldu, savaşta yaralanan 974 YPG'li Türkiye'ye getirilerek tedavi edildi. Suruç Kaymakamı'nın resmi açıklaması. İsmi Abdullah Çiftçi: "Kobani Başkanı Enver Müslim ile görüştüğümde, bana bizzat Türkiye'deki Kobani için yapılan eylemleri tasvip etmiyoruz. Yapılan eylemler bize yarar değil zarar veriyor. Türkiye Kobani'ye her türlü insani yardımı yapıyor dedi. Hem Suruç hem Kobani'nin kaymakamıyım ben. Bunları Suruç Kaymakamı söylüyor. Bugün terör örgütü ilan ettiğiniz yapılanmalar Kuzey Suriye'deki Kürt halkından, Asuri, Süryani, Keldani halkından başka bir şey değil. Sadece siyasi bir bağlantı değil, aynı zamanda idari olarak da, günlük yaşam içerisinde de bir diyalog kuruldu. Suruç'un HDP ve bana dönük bir katliam girişimi olduğu ortaya çıktı

19 Temmuz, Suruç katliamının bir gün öncesidir. Ve biz Suruç katliamı davası belgelerinden de anladık ki biz o zaman çok büyük bir komplonun içerisindeymişiz. Çözüm sürecini bitirmeye karar veren siyasi iktidar çeşitli komplo dinamiklerini serbest bırakmış. Aslında IŞİD bombacılarının mahkeme ifadelerine bakılırsa 19 Temmuz'da HDP'nin miting gerçekleştirdiği alana bir saldırı yapma planı yapmışlar. Benim hakkımda istihbarat toplayan ve internet araştırması yapan sanıklardan birisi saldırıda da ölen kişidir. Sonra biz anlıyoruz ki 19 Temmuz'dan sonra ben o mitingi yaptım ve başka kente geçtim. 20 Temmuz günü sosyalist gençler Kobanî'nin yeniden inşası için bir yolculuk başlatmışlardı. Mürşitpınar'dan geçmek üzere Amara Kültür Merkezi'nde toplanan gençlere yönelik katliam gerçekleşti. 33 genç orada ölümsüzleşti. Daha sonra HDP ve bana dönük bir katliam girişimi olduğu ortaya çıktı.

İktidar Kürt halkının uzattığı barış elinin demokratik güçler tarafından tutulmasını istemedi

Benim o konuşmayı yaptıktan sonra linç edilmemle 20 Temmuz'da gençlerin katledilmesi arasında siyasi ve kriminal bir bağ var. 20 Temmuz'da katledilen gençler benimle aynı siyasi çizgiye sahip olan gençlerdi. 19 Temmuz'da o konuşmayı yapan Yüksekdağ da bütün Türkiye toplumu adına, bütün onurlu Türk halkı adına Kürtlerle ilgili bir şey söyledi. Bu kadar linç kampanyası yürütülmesinin nedeni de bu. Sözü söyleyenin temsil ettiği değerlere de bakmak gerekiyor. 19 - 20 Temmuz günü bombaların hedefi olan birey ve kitle olarak iki kesim de Türkiye halklarının devrimci sosyalist aydın demokratik unsurlarıydı. Siyasi iktidar o süreçte Türkiye'nin Kürt halkı ile eşitlik hukukuna dayalı bir ilişki kurmasını istemiyordu. Çünkü bu ilişki kurulursa Türkiye'de yeniden demokratikleşme süreci devam edecek, siyasi iktidar kanı bir siyasi zemin olarak kuramayacaktı. Siyasi iktidar kendi beslendiği zeminin ortadan kalkmaması için Kürt halkının uzattığı barış elinin Türkiye'deki demokratik güçler tarafından tutulmasını istemedi. 33 sosyalist genci, Türkiye'nin sayısız kentinden çıkıp gelmiş, sınırı hayatı boyunca görmemiş pırıl pırıl gençler katledildi, gelecekteki barış umudunu karartmak için katledildi. Ben, "sırtımızı PYD ve YPG'ye dayıyoruz" derken bir fikri savunuyordum. ondan önceki cümlelerimi televizyon kanallarında yayınlamazlar. "Sırtınızı tekbirci, kelle kesen varlıklara dayayarak Ortadoğu'da bir güç elde edemezsiniz, gittiğiniz yol yol değil". Bunun ardından sözlerimi sarf ettim, "biz sırtımızı bu vahşete karşı direnenlere dayıyoruz".

Direnen halklara sırtımızı dayayabilseydik bu noktaya gelmezdik

Şunu inanarak söylüyorum, gerçekten o çizgi sürdürülebilseydi, biz demokratik gücü ile direnen halklara sırtımızı dayayabilseydik bugün burnumuzun ucunu göremeyecek noktaya gelmezdik.

Şu an siyasi iktidar Suriye'de ne yapıyor? Tekbirci, kelle kesen, IŞİD artıklarının, El Nusra'nın bekçiliğini yapıyor. Rusya'nın elinde oyuncak olmuş. Bir yandan Amerika ile kavgalı görünüp, "bakın ben ne kadar antiemperyalistim" derken, Rusya'nın oyuncağı haline geliyorsun. Bunun açıklanır bir gerekçesi var mı? Kürt halkı ile omuz omuza vermeyi başarabilseydi, bugün Kürt halkının da Türkiye halklarının da geleceği aydınlık olurdu.

Çıkar her zaman Sevr'i, Lozan'ı eleştirirler. Kof antiemperyalist söylemler kurmakta üzerlerine yok. Ama 100 yıl önceki hataları tekrar yapıyorlar. Türk ve Kürt toplumu nasıl koptu? Lozan'la birlikte çizilen yapay sınırlara karşı durulamadığı için bu yapay denge kuruldu.

Benim tarafımdan bir suç işlenmediği gibi bana karşı suç işlenmiştir

Benim tarafımdan işlenmiş bir suç yoktur. Suç isnatlarının hiçbirinin gerçekliğinin olmadığını aklıbaşında kamuoyu biliyor. Ama bu suç olarak kabul edilse bile suçun olağan kılıflarına uydurulamaz. Benim tarafımdan bir suç işlenmediği gibi bana karşı suç işlenmiştir. Ben 19 Temmuz'da o konuşmayı yaptıktan sonra 20 Temmuz'da ölmedim diye bana karşı linç kampanyası yürüttüler. Suruç katliamından sonra "başınız sağolsun" demediler de "niye ölenler arasında HDP vekili yok" dediler. Çok net niyetlerini belli ettiler. Bu saldırı iktidar güçlerinin onayı dahilindedir.

PYD komutanlarına şeref madalyası takan Rusya ile kanka olmuşsunuz

Ortada bir suç olmadığı gibi bir dönem açısından kurulan ve yönü olumluya dönebilecek olan ilişkinin berhava edilmesi vardır. Çok kritik bir geçiş sürecine iktidar ediyorsunuz, tek iktidar gücü olduğunuzu iddia ediyorsunuz, o zaman ona göre hareket etmek zorundasınız. Beni marjinal haline getirmeye uğraştılar. Çok başarılı olduklarını düşünüyor olabilirler ama dünya dönüyor, gerçek gerçektir. Gerçek çok nettir. Siz Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti olarak HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ'ı PYD ile ilgili söylediği tek cümleden dolayı yargılıyorsunuz ama PYD komutanlarına şeref madalyası takan Rusya ile kanka olmuşsunuz, en yakın müttefikiniz. Dünyada hiçbir güç PYD'yi terör örgütü olarak görmüyor. Çünkü bunun için somut suç kanıtlarının olması gerekiyor.

Afrin Operasyonu başlatıldığında bazı kanıtlar üretildi, "Afrin'den bize roketler atılıyor" denildi. Sizin MİT Müsteşarınız 2 yıl önce diyordu ki, "biz Suriye ile savaşmak istersek iki roket attırırız savaş gerekçesi ilan ederiz". Çıkıp aklı çalışan insanlar sordular, "bir takım provokatif güçler savaş çıkartmak için atmış olabilir mi?" Hemen derdest edip tutukladılar. "YPG'nin derdi tasası bitmiş, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile mi uğraşacak" diyen insanları tutukladılar. Bizi marjinal ilan edenler bütün uluslararası kamuoyunda kendileri bu görüşleri ile marjinal hale gelmeye başladılar.

Suriye'deki Kürtlerin statüsü niye bizim için bu kadar önemli?

Bölge politikasını anti-Kürt politikası üzerinden yürütüyor. Ben hem bir siyasetçi hem bir yurttaş olarak soruyorum Suriye'deki Kürtlerin statüsü niye bizim için bu kadar önemli? Orada bir işbirliği hattı kurmak mümkünken anti-Kürt politikalar temelinde en yakınımızdakileri düşman haline getiriyoruz.

Bir suçu işlemediğimiz için yargılanıyoruz

Bu yol doğru bir yol değildir. Dört bir yandan yalanlarla kuşatılmış olabilirsin ama gerçeği biliyorsan, görmüşsen ve inanmışsan bunu savunmamak en büyük suçtur. Bizler bu suçu işlemedik. Bir suçu işlemediğimiz için yargılanıyoruz. Bu davalar tarihle, toplumla yüzleşme platformlarıdır.

Figen Yüksekdağ, 24 Eylül 2018