Evlerinde Bir İpekten Halı Var'ın öyküsü
Birinci Dünya Harbinden evvel Antep’de Ermeniler de biz Türklerle beraber yaşardı. Bulundukları semtler ise Kayacık ile Akyol’du. Suburcu’ndan aşağıda onların evleri yoktu. Aşağı semtlerde yalnız Müslümanlar otururdu. Ama yine de Kayacık ile Akyol’da bir çok Müslüman evi vardı. Bizler Şaraküstü’de oturuyorduk. Bu mahallelerde meyhane bulunmaz, içki içeni de ayıplarlardı. Biz de arkadaşlarla sık sık kaçamak yapar, Kayıcık ve Akyol semtinde bulunan, Ermenilerin işlettiği meyhanelerde demlenirdik. Bu koltuk meyhanelerinde şarkılar söylenir, türküler çığırılırdı. Ben saz çalardım ama Ahmet hem benden iyi çalar, güzel de türkü okurdu. Demin de söyledim ya, sazı kadar sesi de şahaneydi. Zamanla Ahmet kaçamakları sıklaştırdı. Bizden ayrı meyhanelere gitmeye başladı. Bu davranışını anlayamamıştım. Bir gün beraber giderken ona sordum. “Ahmet Ağa, Allah versin, bizden hiç ayrılmazken son günlerde sana bir hâl oldu. Bizden habersiz kaçamaklar yapıyorsun. Yoksa arkadaşlığımızdan hoşlanmamaya mı başladın?” dedim. “Yok be ağam, senden ayrılır mıyım hiç. Ama bundan bir ay kadar önceydi; o gün sen yoktun. Hani biliyorsun ya meyhaneye giderken köşede cumbalı bir ev var. İşte o evin cumbasından halı silkeleyen bir kız gördüm, ne yalan söyleyeyim vuruldum ona. İşte kaçamaklarımın sebebi bu. Şimdi anladın mı?” Günler günleri kovaladı. Biz Ahmet’le kaçamaklarımıza devam ettik. Ama bir türlü o kızı göremedik. Bu arada da yeni arkadaşlar ediniyorduk. Ahmet’in sazı ve sesi arkadaş grubunun çoğalmasına yol açıyordu. O sıralarda Ester isimli bir Ermeni kızı, amcasının oğlu Nazar tarafından kötü yola düştü bahanesiyle vurulmuştu. Ester çok güzeldi ama, Antepliler ona Ester demez Yester derlerdi. Vurulan bu güzelin üzerine hemen bir türkü yakılmış, günün modası olmuştu. Türkü şöyle idi:
Yester ölmüş kalkın gidek mezara
Manocular erken çıkar pazara
Bütün Antep nalet eder Nazar’a
Söyle doktor söyle ölecek miyim
Ölmeden yârimi görecek miyim.
Yesterin giydiği hareli kumaş
Yandım doktor yandım derdime ulaş
Nazar’ı görünce köşeyi dolaş
Söyle doktor söyle ölecek miyim
Ölmeden yârimi görecek miyim.
Ahmet bu türküyü çok güzel söylüyor, arkadaşları tekrar tekrar söylemesini istiyorlardı. Sanki bu türküde kendini buluyordu. Aradan epey zaman geçmişti. Ahmet cumbada halı silkerken gördüğü kızı bir türlü unutamıyor, sazını daha bir dertli çalıyordu. Kendi kendine mırıldanıyordu: “Ölmeden yârimi görecek miyim?”
Son günlerde arkadaş grubumuza dalyan gibi bir genç daha katılmıştı. Sözü sohbeti dinlenir, ağır başlı efendi birisiydi. Adı Mislim’di. Onun da güzel sesi vardı. Her meclisimizde bulunuyor, hizmet etmekten zevk alıyordu. Bu meyhane âlemlerine o zamanın usta kemancısı meşhur Zadik de ara sıra katılırdı. Çok güzel keman çalar, güzel şarkılar söylerdi. Bu âlemler haftalarca hatta aylarca sürüp gitti. Bir gün Mislim şöyle bir teklifte bulundu “Bir adağım vardı yarın keseceğim. Bütün masa arkadaşlarımı bize davet ediyorum. Yarın buraya biraz erken gelin, toplanır bize gideriz. Zadik ustayı da alırsak takım tamam olur” dedi. Hiç birimiz bu teklife yok diyemedik. Ertesi gün erken gelip Mislimgile gitmeye karar verdik. O günü hiç unutamam keşke toplanmaz olaydık. Ama neticenin böyle olacağını hangimiz bilebilirdik.
Verilen söz üzeri ertesi gün, birer ikişer meyhanede toplandık. Zadik Usta da geldi. Bütün arkadaşlar. “Daha eve gitmeye erken, birkaç tek burada atalım” dediler. Uygun bulduk yavaştan yavaştan demlenmeye başladık. Çok neşeliydik. Güneş batmaya yakın Mislim geldi. “Hadin bakalım” dedi. Güle şakalaşa yola koyulduk. Ahmet’in daima önünden geçtiği cumbalı evin kapısına gelince, Mislim kapının tokmağını vurdu. Kapıyı taze bir kız açtı. Mislim “Buyurun buyurun, bu bizim ev şendiği. Hayatı sulamıştır, hayatta oturacağız” dedi. Ahmet’e baktım bir hoş olmuştu. Benzi sararmış, biraz evvelki neşesinden eser kalmamıştı. Bir şeyler sezer gibi oldum. Ama bozuntuya vermedim. Hayata yer sofrası açılmış, türlü türlü mezeler konmuştu. Mislim, “Kusura bakmayın size layık bir sofra değil ama bu kadar yapabildik” diyordu. Bizler de ona teşekkür ettik.
İçkilerimizi yudumlamaya başlamıştık. Ahmet’e bakıyordum bir durgunluk vardı üzerinde. Geçen zaman içerisinde herkes neşelenmeye başlamıştı. Zadik ustadan bir şeyler çalmasını rica ettik. Çok güzel bir taksimden sonra aynı makamdan şarkı ve türküleri hep birden söylemeye başladık. Âlem güzeldi. Üst üste attığımız kadehler bizi iyice coşturmuştu. Vakit geçiyor, biz içiyor söylüyorduk. Ahmet keyifsizdi. Ahmet dalgındı. Bu arada Mislim, Ahmet’e sesleniyordu: “Ahmet Ağa vakit geçiyor, herhalde bizi güzel sesinden, güzel türkülerinden mahrum etmeyeceksin.” Biz de hep bir ağızdan “İsteriz. İsteriz” dedik. Ahmet sazıyla bir gezinti yaptı, sonra o güne kadar hiç birimizin duymadığı bir türküye başladı:
Evlerinde bir ipekten halı var
Şekerlenmiş dudağında balı var
Ben de bildim bir münasip yârı var
Ayıp derler kendi düşen ağlamaz
Ak üstüne karaları bağlamaz.
Sepet aldım bağa girdim üzüme
Ay karanlık yâr görünmez gözüme
Uyma dedim uydun eller sözüne
Ayıp derler kendi düşen ağlamaz
Ak üstüne karaları bağlamaz.
Vakit bir hayli geçmişti, bizler de tam kıvamımızı bulmuştuk. “Hadi artık dağılalım” diye teklifte bulunuldu. Bu teklifi hepimiz de olumlu karşılamıştık. Ev sahibine, bize güzel bir gece geçirttiği için teşekkür edip, oradan ayrıldık. Ahmet’le ikimiz Şehreküstü’nün yolunu tutmuştuk. O yine dalgındı. Dayanamayıp sordum: “Yahu Ahmet evin kapısına geldik sana bir hâl oldu. Benzin attı bir garipleştin. Ne oldu sana hele anlat. Orada söylediğin türküyü bu kadar arkadaşlığımız var, senden şimdiye kadar hiç duymamıştım, nere türküsü bu, çok güzeldi” dedim. Ahmet içini çekti. “Senden gizli nem olabilir ki Ali ağam. O türkü benim türküm. Kapıyı açan kız vardı ya, günlerce görmek için yanıp tutuştuğum kızdı. Müslim bize ev şenliğim diye tanıtınca bir yıkıldım sorma gitsin. Nasıl olmuştu da gönül denen o şeytanın sözüne uymuştum ben. Bilmeden neler düşünmüştüm. Burç gibi babayiğit bir kocası vardı, hem de arkadaşımızdı. O anda sanki başımdan aşağı kaynar su döküldü. Biraz içtikten sonra, türkü isteriz diye meclis ısrar edince, sazı kucağıma çektim ve demin dinlediğiniz türküyü söylemeye başladım. Kelimeler su gibi akıyordu sanki, bana bir hâl olmuştu. İşte işin aslı esası bu. Yani ayıp derler kendi düşen ağlamaz. Hadi artık kapatalım bu meseleyi. Söz ver bana kimseye anlatmayacağına. “Ona söz verdim, evlerimize giden yolda ayrıldık. Hiç aklımdan çıkmıyordu” Ben de bildim bir münasip yârı var” deyişi.
O günden sonra Ahmet bir daha meyhanelerde görünmedi. İçine kapanmıştı, sanki yaşamıyor gibiydi. Onu evlendirdiler, çocukları olmadı. Genç yaşında da hayata veda etti. Ama, türküsü yıllar yılı yaşadı. Bak bugün yine söyleniyor. Ama türkünün yaşanmış hikâyesini kimse bilmedi.
Kaynak: Güven, Merdan (2005). "Türkiye Sahasındaki Hikâyeli Türküler Üzerine Bir Araştırma (Doktora Tezi)" (PDF). Erzurum. 14 Kasım 2020 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi.
|