Bütün yeni fikirlerin doğduğu memleket Fransa olduğu halde, ne gariptir ki, yenilikten en fazla çekinen, en an'aneperest ve en az kımıldamayı seven memleket yine Fransa'dır. Asalet ocaklarını, insan kanının seylâbeleriyle söndürmüş olan Fransa'da, bugün, faraza, XIV. Loui'nin oturağı mezada çıkarılsa onu elde edebilmek için, Fransız milleti birbirine geçebilir.

İşte bu kaplumbağalar memleketinde bile sanatkârı, tanınmayacak kadar değişmiş buldum. ´´Kartiye Laten´´ ve ´´Mont Parnas´´ ın bütün eski kahvelerini dolaştım; o kirli, mağrur, terbiyesiz, cahil ve tufeyli insana hiçbir yerde tesadüf etmek kabil olmadı. Havası tamamen değişmiş olan bu kahvelerde sanatkâr, vahşi saçlı, zinde ve sıhhatli bir genç halinde, kırmızı dudaklı, nim üryan kadına sarılmış mecnûnâne bir raks içinde dönüyor.

Evet, Fransa da bile sanatkâr, artık adî bir münşi, kokmuş bir mütefekkir, bir mısracı veya bir nakkaş değildir. Maziye hürmetkâr, kaideye muti, dünyaya dâhi bir ´´Hügo´´nun gelmiş olduğunu asla inkâr etmeyen, uslu, akıllı şair ve şairelerin her salı günü toplanıp şiirlerini bir kürsüden okudukları ´´Grand Palas´´daki şairler salonuna gittim. Saat üçte kıraat başlayacağı ilan edilmiş iken, müşterisizlikten, tam saat dörde kadar beklendi. Nihayet saat dörtte, benim gibi merak sevkiyle gelmiş birkaç yabancı ile, şair ve şairelerin davet ve ısrarı ile sürüklendikleri belli olan beş altı ahbabın teşkil ettiği seyrek bir kalabalık karşısında, ihtiyar kambur bir kontes, uzun saçlı, ressam kılıklı yaşlıca bir zat ve bunlara benzer birkaç tatsız tuzsuz insan, sahneye çıkıp sırayla, kâh arslanlar gibi kükrediler, kâh kuşlar gibi cıvıldadılar. Sahnede kafiyeler zengin, lisan dürüst, istiareler mükemmel, teşbihler nefis idi. Fakat samiler arasında herkes, çeneleri sökülecek kadar esniyordu.

Resim âleminde de aynı hadise: Levha tüccarlarının muharebeleri, şimdi, ´´Picasso´´nun eserleri etrafında dönüyor. Desen ustaları, renk üstadları, idadî mekteplerinde bir ufak resim hocalığı bulunca saadetlerine had ve payân olmuyor. Birkaç çizgiden ibaret ufak bir levhacığı, on bin, yirmi bin franga satılan ve portresi için atölyesinin kapısında aylarca sıra beklenilen; otomobilleri, metresleri bütün Paris'te meşhur; günün zevk sultanlarından biri, titrek çizgilerle uzun, nisbetsiz kadınlar, çocukça kedi ve köpek resimleri yapan genç Japonyalı ´´Fujita´´dır. Dört sene evvel İstanbul'dan geçerken, anlaşılmaz resimlerine bakıp, deliliğine hepimizin hükmettiği Ukraynalı ´´Grişenko´´, eserlerinin getirdiği servetle şimdi, Sen Jermen mahallesinden genç bir kontesle evlenmiş. Paris'in en müreffeh ve en neşeli insanlarında biri bulunuyor.

Doğacak güneşin ziyaları ile, dünyanın bütün taş ve ağaçlarından daha evvel aydınlanan şark ufukları gibi, şimdi sanatkâr ruhunun bütün çıkıntı ve girintileri, karanlıklardan hayata doğru yükselmekte olan yeni bir güneşin ziyaları ile pırl pırıl yanıyor. Bu ziya ile sarhoş olan şair, zincirlerini kırıp dağlara kavuşan, hürriyetini bulmuş bir esir gibi, ruhuna lâyık insanı henüz bulamadığı için çiğnenmiş, usaresi tükenmiş eski nağmelerle söylenmektense hayvanlar ve çocuklar gibi bağırmayı ve gülmeyi tercih ediyor. Şaheserleri, hakaretle havaya fırlatan şair, sarfsız, nahivsiz, manasız bir lisanla konuşmakla mesuttur. ´´Luvr´´a ateş vermek isteyen ressam, müzeler san'atının zillet ve meskenetine düşmektense, karma karışık çizgiler, daireler, murabbalar çizmeyi ve delice renkler karıştırmayı daha hoş ve daha eğlenceli buluyor; musikişinas, âhenksiz seslerle şarkısını söylüyor; heykeltraş ´´Fidyas´´ ve ´´Eksitel´´ gibi tunca ve mermere o ezeli inhinaları vermektense şimdi, tıpkı Afrika zencileri ve Amerika vahşileri tarzında, acemi, iptidaî, korkunç çehreler yontuyor.

Buna karşı halkın vaziyeti nedir?

Halk, yeni âlemin doğacağı tarafa yüzünü dönmüş, dikkatle ve hayretle, bakıyor.