Türk Sazı/Yaralar
yaralar
— Sen kalpsizsin; hani senin gençliğinin hayatı?
— Aşklarım mı? Bir nefesle solabilen bu şeyler,
Bir yanardağ ateşi le kömür gibi karardı;
Şimdi ise yerlerinde bir sıtmalı yel eser.
Evet, benim her şi'rimde yılan dişli diken var;
Sizler gidin, bal verecek yeni açmış gül bulun.
Belki benim acı sesim kulakları tırmalar;
Sizler gidin, genç kızların türküsüyle şen olun.
Varın sizler, onlar ile korularda el ele.
Gezin, gülün, bir çift bülbül aşkı ile yaşayın;
Yalnız kendi, yalnız kendi ruhunuzu okşayın.
Zavallı ben, elimdeki şu üç telli saz ile
Milletimin felâketli hayatını söyleyim;
Dertlilerin göz yaşını çevrem ile sileyim!...
Köy muhtarı, beş yıl evvel kur’a çeken oğluyçün
Üç dört köyü üst üstüne aratarak birkaç gün
Yetim, yoksul, yosma, güzel bir kızcağız bulmuştu.
O yetimcik, kocasını kurtararak askerden
Bu ocağa «evim» diye sevinerek girmişken
Biraz sonra bir ortağın beslemesi olmuştu.
Bir yıl var ki dirlik yüzü görmemekte zavallı,
Bir yıl var ki bir dul gibi yürek yanık, göz yaşlı;
Bir yıl var ki ishak gibi ah etmede her gece,
Bir yıl var ki ırgat gibi bayırların sırtında.
Bir yıl var ki hayvan gibi yumruk, sopa altında.
Şimdi ise kovulmaklık isteniyor bu evcel...
— Bu ne iştir?...
— Ne olmuş ki...
— Hiç bir şey yok, öyle ya,
Hep işlerin oldu bitti, şimdi asker değilsin.
Artık onu ne yapmalı?... Yakalardan atmalı,
Bir kahpenin kucağına yaslanarak yatmalı;
Beride de o yetimcik varsın ölsün, gebersin.
— Bir suç muymuş, dörde kadar hakkım yok mu almaya?
— Hakkın vardır; fakat bir yol mollalardan sor, öğren,
Bak, bir molla sana der mi: «Bir karını hoş kullan;
Ötekini ağlat, inlet, her dakika ağula.»
Ona günah değil mi ki göz yaşında boğula?
Öküz gibi...
— Edepsizlik edip durma oradan.
— Söyle, söyle, sövmek değil, öldürürsün istersen.
Çünkü benim hiç kimsem yok, yardımcım yok, yalnızım.
Ben yoksulum; senin baban köyün zengin muhtarı.
Ben zayıfım; senin kolun benimkinden kuvvetli.
Sen uslusun, akıllısın; ben bir ahmak, bir deli.
Sen her şeysin; ben zavallı, eksik etek bir karı.
Lâkin ben de bir anayım!...
— Yıkıl şurdan!...
— Ya kızım?
Ya her gece yastığına yaşlar saçan o yavrum,
O, n'olacak?...
— O da gitsin cehenneme yolu var!
— Ey Allah'ın zalimleri! onu niçin aldınız,
Sonra böyle soldurarak çamurlara çaldınız?
Bir gün olur sizleri de öç alıcı Hak çalar.
— Haydi carlan, gel gidelim, gel gidelim, gel kuzum.
Sus ağlama, benim ahu gözlü, yosma meleğim.
Artık bitti acı sözler, artık bitti dayaklar;
Onun olsun o bahçeler, o altınlar, inciler,
Onun olsun o tarlalar, o inekler, keçiler,
Onun olsun o dört gözlü, ak sıvalı konaklar!...
Sana yeter benim damım, kara kuru ekmeğim!...
**
Bahtsız gelin, eski bir car altında,
Gözü artta, ağlayarak gidiyor...
Nineciği, bu zavallı kadın da:
«Anan sana kurban olsun, sus!» diyor.
Yürüyorlar: sanki yaslı her bir yer;
Yürüyorlar: diken olmuş hep güller;
Yürüyorlar: kan ağlıyor her ırmak;
Yürüyorlar: bir taşlıkta yalnayak!...
Köyün büyük meydanına gelince,
İçlerinden dediler ki: «Ah bu yer!...
Burda neler yapılmıştı kaç gece?
Hep yalanmış o dernekler, şenlikler!»
Biraz daha sağa, sola yüründü;
Artık viran kulübecik göründü.
İkisinin yüzünde de renk soldu.
Kan çanağı gözlerine yaş doldu.
**
Zavallıcık eve girdi, yere döşek yayıldı;
İçersine cansız imiş gibi düştü, bayıldı.
Ateş, alev içersinde dalıp dalıp gidişler
Ninesini çılgın gibi sokaklara uğrattı.
Ona köy köy, hekim, hoca, ilâç, şifa arattı;
Kadıncağız bırakmadı baş vurmadık hiç bir yer!
**
Bugün tamam onuncu gün. Hâlâ iyi olmadı;
Ne hekimden, ne hocadan hiç bir şifa bulmadı;
Hak’tan başka hiç bir yerden artık ümit kalmadı.
Biçare kız pek bozulmuş, kadit olmuş her yeri;
Yanakları deri kalmış, sönmüş güzel gözleri...
O ipince boğazında bir boğucu hırıltı!...
- Ne istersin?
- Bilmem ki!
- Biraz ayran içer misin? Şifalıdır.
- Ha. peki.
- Vay başıma!... Her tarafı ateş gibi yanıyor!...
Yine daldı: bak bak. yine o çapkını anıyor.
Keşke o gün gelmeseydi; lâkin o, gitsin dedi;
Kendisi de, orda iken, gelmesini istedi.
İşte yine sayıklıyor:
«O nasılsa ben de öyle bir canım;
Niçin beni dövüyorsun?... Bak, çürüdü her yanım...»
Ah evlâdım uğurunda ben kendimi kul ettim;
Genç ömrümü yüz bir mihnet içersinde tükettim.
Seni baban bir yaşında yetim koydu kucakta;
Ne çul vardı altta üstte, ne od vardı ocakta;
Ben seninçün tarlalarda kan terlere batardım;
Pazarlara yalın ayak koşar, odun satardım.
Bir kerecik gülmen için bir soytarı olurdum,
Bir damlacık göz yaşında ne ağular bulurdum;
Ah ben sen,i çiçek gibi, esen yelden korurken
Taş yürekli bir canavar pençesine düştün sen!...
Sayıklama pek sıklaştı:
«Bu gece de koynunda!...
Bak, sağ kolu işte yine, yine onnu boynunda».
«Merhametsiz!... Evlâdımın eksiği ne, suçu ne?...
O, yüzünün akı ile girmedi mi evine?
Bunca yıldır bir aybını söyledi mi bir insan?
Ocağına canla. başla olmadı mı kul, kurban?
Ah, sen onu tepe tepe kullanarak yıllarla,
Sonra bunca emeğini yaratmadın bir pula!...
Benim yavrum şu iki yüz evli köyde bir idi,
Bu yerlerde onun yoktu güzellikte menendi...
O açılmış gül yanağı, süt köpüğü gerdanı,
On beş örgü sırma saçı bayıltırdı insanı;
İşte hâlâ baygın, lâkin yine ahu o gözler!...
Ah, o vakti vermeliydim isstiyorken o rençper!...
Kandırdılar, bana «Kadın, ver kızını, zengin yer;
Sakın dönme, bırak, yetim rahat etsin.» dediler.
Ben biçare, bu sözlere budalaca inandım;
İnsan yüzlü şeytanların düzenine aldandım.
Sanmıştım ki: nerde altın varsa dirlik ordadır;
Bir insana zenginlikler saadetler yaratır.
Ne o kızım? O tarafa bakma yavrum, bak bana;
Gözlerini bana çevir, çevir kızım bu yana!...
«Geliyorum!»
Gözler döndü. Ah, uçuyor yuvadan!...
Ey kurumuş sarı ota can verici Yaradan!
Sen yavrumu ıssız kalan ocağıma bağışla;
Yetimimin mezarında yaş saçtırma bu dula.
«Çabuk olun; nerde benim telli pullu duvağım?..
O boşamış, artık orda değil imiş ortağım;
Düğün, düğün!»
Ah, gözleri yukarıya dikildi,
Ne oluyor? Niçin öyle birdenbire irkildi?...
Deli karı, hiç kimseyi görmedin mi ölürken?
Can veriyor!...
Gitti, gitti, gitti, gitti elimden;
Gitti, gitti, uçtu kuşum, ıssız kaldı yuvası;
Gitti, gitti, soldu gülüm, yas bağladı burası...
Ah, ben artık şimden sonra nerelere gideyim?...
Yavrum, yavrum! artık sensiz bu dünyada nideyim?
Şendin garip gönlün eşi, viran evin çerağı;
Şendin ömrün tek ümidi, zayıf elin dayağı!
Bundan sonra benim için bütün dünya mezardır;
Dağlar, taşlar... her şey bana seni söyler, ağlatır!...
Yavrum, yavrum! bu dünyada bir murada ermeden
Kara toprak içersine gireceksin yarın sen.
Dilerim ki sana eden hainler de bulsunlar.
Bir gün dirlik görmesinler, canlarından olsunlar!...
Ey Allah'ım! artık beni yaşatmakla kayırma,
Sen yavrumun vücudundan vücudumu ayırma.
Divanında evlâdımın davasını görürken
Bu davada beni dahi hazır eyle o gün sen!...
— Buyurunuz kahvenizi.
Baktım: bir kız, köy kızı!...
Yanağının çıkıklığı, minimini ağızı,
Her bir hali: «Anadolu koncasıyım!» demekte.
İç çekişi, titrek sesi, o kızarmış gözleri,
Melül melül bakışları, bükük boynu, her yeri
Birçok şeyler okutuyor bu acıklı çiçekte!...
— Kızım, senin anan, baban, kimin, kimsen var mı?
— Var.
— Neredeler?
— Onlar, bacım, hepsi köyde kaldılar.
— Nerelisin?
— Boluluyum.
— Niçin geldin?
— Bunaldık;
Tarlamızı süremedik; yiyeceksiz, aç kaldık.
— Peki, senin İstanbul’a gelmen ile n’olacak?
— Benim birkaç yıllığımla babam öküz alacak!...
Ne acıklı bir haldir bu?... Baba evlât satıyor,
Bir masumun gözlerine her gün yaşlar doluyor,
Bir el onun bal ömrüne her gün ağu katıyor,
Bir çift öküz uğurunda bir kız kurban oluyor.
Bari sizler dokunmayın, şu yuvasız kuşçuğa;
Dokunmayın, memleketin şu bereli gülüne;
Dokunmayın, annesizdir; dokunmayın çocuğa;
Dokunmayın, şimdi ağlar; dokunmayın gönlüne!...
Gençliğe
Yürüyordum: Ağlıyordu ırmaklar,
Yürüyordum: Düşüyordu yapraklar,
Yürüyordum: Sararmıştı yaylalar,
Yürüyordum: Ekilmişti tarlalar.
Bir ses duydum, dönüp baktım, bir kadın:
Gözler dönük, kaşlar çatık, yüz azgın;
Derileri çatlak, bağrı kapkara;
Sağ elinin nasırında bir yara;
Başında bir eski püskü peştemal.
Koltuğunda bir yamalı boş çuval!..
**
— Ne o bacı?
— Ot yiyoruz, n'olacak!...
— Tarlan yok mu?
— Ne öküz var, ne toprak.
Bugüne dek ırgat gibi didindim;
Çifte gittim, ekin biçtim, geçindim.
Bundan sonra...
— Kocan nerde?
— Ben dulum;
Kocam şehit, bir ninem var, bir oğlum.
— Soyun, sopun?
— Onlar dahi hep yoksul!
Ah efendi, bize karşı İstanbul
Neden böyle bir sert, yalçın taş gibi?
Taşraların hayvanlık mı nasibi?
Hayır hayır, bu nasibi almak için doğmadın.
Onun için doğdun ki sen, kadınlığın hakkıyle
Ocağının karşısında saadete eresin;
Göğüsünü kabarttıran anneliğin aşkıyla
Evlâdına sütün gibi pak duygular veresin.
Sen bir aziz yoldaşsın:
Senin sesin hayat için dövüşmeye koşturur,
Senin sevgin vatan için fedakârlık öğretir.
Senin yüzün insan için bir merhamet duyurur;
Senin ile insanoğlu yeryüzünü şenletir.
Lâkin bizler bu hakları unuttuk.
Kadınlığı hayvanlıkla bir tuttuk.
Ninen gibi sana dahi hor baktık;
Seni dahi garip, yoksul bıraktık!...
Evet, seni genç kocandan uzun yıllar ayırdık;
Sen zavallı, duvağına doymadığın bir günde
Bir ihtiyar kadın gibi haykırarak saç yoldun;
Birçok parlak dileklerle dolu olan gönlünde
Bir muradın ülkelerini göremeden dul oldun.
Günden güne bir kırık
Ağaç gibi içlenerek, yaprak gibi solarak
Tırtıl üşmüş dallar gibi kurumaya yüz tuttun;
Kadınlığın duygusunu genç bağrında uyuttun
Ve dedin ki: «Artık bana ne bir bahar, ne şafak!»
Bugün sende en yaralı bir rençperin derdi var;
Ağaların hasadını biçen paslı orağın
Sana yalnız ot ve diken demetleri söktürür;
Aç yavrunun çırılçıplak uyuduğu ocağın
Sana gece yarıları acı yaşlar döktürür.
Her şey seni hırpalar:
Memleketin ağır yükü senin zayıf sırtında.
Bu yük senin kemik kalmış vücudunu ezip yer.
Senin ömrün, kara bahtın demir eli altında.
Bu el senin kocan gibi oğlunu da sürükler.
Kinler için karalar bağlayan,
Zevkler için zelil, sefil ağlayan.
Acı gören, cefa çeken, ezilen.
Irzdan başka her şeyini veren sen!
Sen, şu güzel vatanında cehennemde gibisin;
Güz yaşınla ıslattığın kanlı toprak üstünde
Sana her yer bir çöl gibi cıvıltısız, çiçeksiz;
«Ekmek!» diye ağladığın sağır bir halk önünde
Sana herkes bir kurt gibi merhametsiz, yüreksiz...
Senin her bir ümidin
Ayrılıksız, yoksulluksuz bir dünyaya kalmıştır.
Oraya ki, masum çiftler hıçkırıksız yaşarlar;
O melekçe sevgilerle birbirini okşarlar
Ve burada Allah bütün dilekleri yaratır!
Ey mübarek Anadolu toprağı!
Hanı senin bahtiyarlık hukukun.
Hür düşüncen, millî duygun, kanunun?
Hani senin yeni ruhlu çocuğun.
Sevgin, neşen, çalgın, türkün, oyunun?
Ey dertliler yatağı!
Ne vakte dek, gençliğine hakaret,
Bu ayrılık, bu göz yaşı, bu ölüm?
Ne vakte dek, kızlarına esaret,
Bu sert demir, bu ağır yük, bu zulüm?
Yazık, sana ağlamayan şiire;
Yazık, sana titremeyen vicdana;
Yazık, sana uzanmayan ellere;
Yazık, seni kurtarmayan insana!..
Ey vatanın bağrı yanık bucağı!
Hani senin bereketli hasadın,
Yeşil yurdun, mesut çatın, şen çiftçin?
Hani senin medeniyet hayatın,
Yolun, köprün, kazman, iğnen, çekicin?
Ey Türklüğün otağı!
Ne vakte dek, bu acıklı sefalet,
Bu viranlık, bu inilti, bu kaygu?
Ne vakte dek, bu uğursuz cehalet,
Bu taassup, bu görenek, bu uyku?
Yazık, sana ağlamayan şiire;
Yazık, sana titremeyen vicdana;
Yazık, sana uzanmayan ellere;.
Yazık, seni kurtarmayan insana!...
Gidiyorduk: Kar üstünde bir incecik çığırdan;
Gidiyorduk: İri buzlar sarkıtmıştı her saçak;
Gidiyorduk: Ben hayvanın üzerinde, o yayan;
Gidiyorduk: Ben giyimli, o zavallı yalnayak.
Sefilciğin yırtık pırtık bir uruba sırtında;
Görünüyor gibi idi vücudunun her yeri.
O çatlamış, mosmor olmuş dudakları altında
Birbirine vuruyordu beyaz, güzel dişleri.
— Oğlum, her bir seferinde sen kaç para alırsın?
— Bir metelik.
— Evin nerde? Kimin kimsen var mıdır?...
— Ne evim var, ne kimsem var...
— Gece nerde kalırsın?
— Ahırdaki gübrelikte... Sıcak olur, ısıtır.
Ey kimsesiz, sefil çocuk! ben seksen yıl yaşasam
Bu acıklı sözlerini hiç bir vakit unutmam...
Kim bilir ki bu akşam da böyle bir kış gününde,
Sana karşı duvar olan hangi ahır önünde
Aç ve çıplak bir dilenci gibi titrer durursun?
Ellerini: «Açın!» diye hangi taşa vurursun?...
Ah, bu acı hallerini düşündükçe senin ben,
Soğuk bir şey duyar gibi oluyorum içimden.
Ateşleri beyaz küllü mangalımın başında
Vücuduma kar yağıyor gibi bir şey olmada;
İşte ben de senin gibi titremeye başladım.
Donuyorum, çekiliyor her yerimden hayatım!...
— Efendiler, kibrit, kibrit!... Üç kutusu on para!...
Merhametli beyefendi! Annem hasta, ekmeksiz;
Alın bunu, kuzum bana on paracık verin siz.
Yavrucuğun o lepiska, gür saçları dağınık,
Gözlerinin altı çürük, yüzü kirli ve yanık,
Üstü eski, ayağında koca bir çift kundura.
Şu talihsiz kızcağız da bir lokma ekmek için
Sokak sokak: «Kibrit!» diye dolaşıyor bütün gün
Nice çirkin, firengili yüzlere:
«Benim güzel beyim!» diyor, belki günde yüz kere.
— Kızım, senin baban kimdir? Senin evin nerede?
Bak, kırk para vereceğim, sorduğumu söyle de.
Baban yok mu, bilmez misin onu sen?
— Benim babam yoktur, evet, bilmiyorum onu ben!...
Biçare kız, her bir yerde gariptir;
Herkes onu: «Piç!» diyerek incitir.
Onun zayıf vücudunun üstüne
Bir kimsecik kanat gerip durmuyor;
Onun için hiç bir yürek vurmuyor.
Bugüne dek bilmemiş ki baba ne?...
Masumcuğu alçak görmek... Bu neden?
Bu çocuk da anasından doğarken
Minimini bir kanatsız kuş gibi
Yaratılmak kanununa baş eğmiş;
Öyle ise, suçsuz yere inciniş
Zavallının niçin olsun nasibi?...
Çalışıyor... Çalışmasın, ne yapsın?
Çalışmaktan başka yol yok ki sapsın.
Kendisiyçin çabalayan kimi var?
Kimi var ki bir ekmeği: «Al, ye!...» der;
Bir şey veren, ondan da bir şey ister...
Ah yoksulluk, ah babasız çocuklar!...
— Beyefendi, çoluğunun, çocuğunun başıyçin
On paracık sadaka ver; ihtiyarı sevindir.
— Öf, usandık bu dilenci sürüsünden, bütün gün.
Allah versin!
— Elim tutmaz, gözüm görmez, alildir!
— Allah versin...
Allah versin, yalan değil, pek gerçek.
Evet, Allah bu âlemde büyük, küçük herkese
İstediği şeyleri hep, çalışırsa verecek;
Lâkin onun eli tutmaz, yahut gözü görmezse,
O bir çuval kemik gibi sürüklenir durursa,
Süprüntülü kaldırımlar, keskin taşlar, duvarlar
Her gün onu düşürürse, ona yumruk vurursa...
Sorarım ki bu sakatçık ne iş görür, ne yapar?...
Toprak ondan nesi varsa esirger:
«Sen değilsin benim için ter döken;
Açlığından her ne olsan, gebersen,
İşte her şey, fakat sana vermem.» der.
İnsan onu iter, kakar, azarlar;
Hiç demez ki: «Bu mahluk da insandır,
Bu kalbi de acı sözler sızlatır,
Bunda dahi her ruh gibi bir ruh var.»
On para ver, bir düşmüşe el uzat;
Sağlamlara: «Yardım!» diyor bir sakat;
Zenginlikten hak istiyor yoksulluk.
On para ver, her gün gibi bugün de,
Çörden çöpten bir kulübe önünde
Ah, kim bilir, bekleşiyor kaç çocuk?...
— Anne, anne, hişt, hişt!...
— O kim?
— Benim. Kalk, kalk, para ver.
— Ooh senmişsin, ödüm koptu...
— Yeri nerde? Kalk, göster!
— Çıldırdın mı, çocuk, bende para nerden olacak?
Benim gibi bir dul kadın kimden para alacak?
— Miras yedin...
— Onu baban sağlığında bitirdi;
Vur patlasın, çal oynasın, şurda burda yedirdi.
Param olsa el dikişi diker miyim? Böyle ben
Bir kör mumun...
— O masalı başkasına anlat sen;
Kalk, para ver!..
— Sarsma oğlum, Hak'tan korkun yok mudur?
Bir anaya kalkan eli...
— Sus, dırlanma...
— Vurma, dur;
Beni dinle, hangi ana para vermez oğluna?
Vallahi yok, olmuş olsa feda olsun yoluna.
— Kalk diyorum. «Para, para!» Şimdi seni vururum..
— Billâhi yok...
Ah, vuruldum. Aman, aman omuzum.
Oğul, oğul, beni vuran elin yere döşene!..
Hain evlât, beğendin mi? Bak ananın haline.
Ah, ben senden son vaktimde evlâtlıklar beklerken
Beni böyle al kanların içersine koydun sen!..
Ben seninçün doğmuş idim, ben seninçün yaşardım;
Sendin benim her düşüncem, sendin benim her derdim!
Bir parçacık benzin uçsa, bir kerecik: «Of!» desen,
Ne cehennem azapları çeker idim o gün ben.
İşte artık senin için çarpan yürek duruyor,
Ağlayan göz kapanıyor, gülen dudak kuruyor,
Çalışan el uyuşuyor; rahat olsun her yerin!..
Kim derdi ki, o koynumda büyüttüğüm ellerin
Benim şu ak, şu kınalı saçlarımdan tutarak
Acımadan, titremeden bana bıçak vuracak?..
Bu ne yürek? Para için insanlıktan geçiyor;
Bu ne alçak susayış ki ana kanı içiyor!
Seni böyle kimler etti, kanlı cellât, canavar?..
Hayır hayır, onlarda da senden pek çok duygu var:
Senin elin, bir cellâdın bıçağından duygusuz;
Senin elin, bir kaplanın tırnağından duygusuz;
Senin elin, kan kökücü her bir şeyden haindir.
Ah, bir cellât senin gibi kanlıları gebertir;
Bir kaplan da anasından başkasını pençeler.
Haram olsun, o uykusuz bıraktığın geceler;
Bugüne dek emeklerim dursun iki gözüne;
Kan yerine irin olsun emdiklerin!...
O kan ne?..
O damlayan kimin kanı, avucunun içinden?..
Yoksa beni vurur iken, bana bıçak saplarken
Kesildi mi ellerin?..
Of, sızlıyor omuz başım, yaralarım pek derin!
Kaç buradan, seni şimdi gelip burda tutarlar;
Zincir vurup o karanlık zindanlara atarlar;
Kaç buradan kuş gibi!
Ben kanımı helâl ettim, sen de affet ya Rabbi!...
Şu kayıkçı, kötü yerde yakalanmış boraya;
O, şu sığın önlerinde, epey vakitten beri
Dalgalarla dövüşüyor, gelemiyor ileri.
Yazık, yazık, kendisini atamazsa karaya.
Bu geceden başlayarak bir ev halkı bunalır;
Kuru toprak üzerinde beş altı can aç kalır.
Batı yeli, su yüzünü altüst eden bu çılgın,
Yılan gibi ıslıklarla ağu gibi esiyor.
Koca koca vapurların yollarını kesiyor.
O kayığın atıldığı bir yosunlu taşlığın
Açığında dalgacıklar büyüyor,
Şahlanarak gökyüzünden uçan kuşu kapıyor,
Uğrağına ne gelirse dövüyor,
Uğuldaya uğuldaya kıyılara çarpıyor.
Babacığım, Tufan olsa şu şimdiki fırtına,
Sen Nuh gibi gönül bağla, merhametli Tanrı'na.
Ancak, sen de biraz daha kuvvetini al ele;
İşte, işte, uzak değil; yüz adım yok iskele.
Bu eser, kültürel öneminden ötürü Türkiye Cumhuriyeti'nde kamuya maledilmiştir ya da 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre eserin koruma süresi dolmuştur. Kanun'un 27. maddesine göre:
- Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder.
- Sahibinin ölümünden sonra alenileşen (herkesçe bilinir duruma gelen) eserlerde koruma süresi ölüm tarihinden sonra 70 yıldır.
- 12. maddenin birinci fıkrasındaki hallerde (sahibinin adı belirtilmeyen eserlerde) koruma süresi, eserin aleniyet tarihinden sonra 70 yıldır; meğer ki eser sahibi bu sürenin bitmesinden önce adını açıklamış bulunsun.
- İlk eser sahibi tüzelkişi ise, koruma süresi aleniyet tarihinden itibaren 70 yıldır.