Subhaneke Yâ Muhavvilel Ahvâl!...

Aradan beş asır değil, elli bin sene geçse yine bu kadar sukut edeceğimize ihtimal verilmezdi. Evet, öyle bir sukut ki hazîz-i zilletinde esfel-i sâfilîn a’lâ-yı illiyyîn kalır!..

Bu beş asrın bizde ne kadar tahribât-ı maneviye icra ettiğini tayin için tedkîkât-ı amîkaya ihtiyaç yoktur. Tarihten yalnız bir vakayı yâdımızda ihya ve ibkâ13 etmek kifayet eder:

Timur Lenk Sivas’ı zapt ile Yıldırım Bayezid’in şehzadesi Ertuğrul’u şehit ederken, o bedbaht şehir, bu talihsiz şehriyarın memalik-i meftûhası i’dadına yeni dâhil olmuştu

Bir belde, iltihak etmiş olduğu mülkün hayat ve mukadderât-ı umûmiyesine derhal iştirak edebilirse de müşâreket-i hissiye, bütûn-ı adîdenin âmîziş-i hâtırâtıyla vücutpezir olur. Mülk ile mâlik arasındaki revâbıt-ı samîmiyeyi teşyîd edebilecek zaman geçmeden Timur Lenk Sivas’a müstevli oldu. Bu musîbet-i muzâ’afa Bayezid evvela yıldırım gibi isabet etmişti. Payitahtı olan Bursa’nın etrafında günlerce tenha ve melül dolaştı. Bu geşt ü güzar arasında kaval çalan bir çobana tesadüf etti. Zaten müheyyâ-yı feverân olan teessürâtını tehyice bu perişan nağmeler kâfi idi.

- Çal çoban, çal!.. Ne Sivas gibi şehrin yıkıldı ne Ertuğrul gibi oğlun öldü!.. diyerek ağlamaya başladı. Bu tarihî nevhanın ma’nâ-yı müellimini hiçbir mersiye bu kadar rikkatle ifade edemez. Zavallı padişah ve zavallı baba yıkılan şehriyle ölen oğlunun ser-nüvişt-i siyahı önünde aynı hiss-i telehhüfü ihtiva eden bir şefkat-i necîbe göstermişti!..

Fakat şimdi bize ne oldu?.. Ne oldu ki beldeler değil kişverler gidiyor da biz yine hodgâm, yine miskin bir lakaydî ile onlara acımak, hayır, acımak şöyle dursun onların matemine hürmeten her günkü haz ve zevkimize bir dakika sükût emretmek istemiyoruz.

Fransa Alsas-Loren için kırk beş sene matem tuttu. Türk kanıyla sulanmış Türk nehri olan Tuna için bugün kaç tane ağlayanımız var?..

Evladının Osmanlı hissiyle çarpan kalpleri Türk göğüslerine bile şeref verecek derecede saf ve metin olan Basra için matem tutanlarımız nerede?..

Valisinden işittim: Hükümetimiz Erzurum’u tahliye ederken evrâk ve eşya-yı resmiyyeyi nakleden arabalar ahalinin askere hediye ettikleri zahire arabalarıyla şehrin kapısı önünde karşılaşmış. Serhaddımızın dört yüz bu kadar senelik nigehbân-ı fedâkârı olan Erzurum için...

Eski Osmanlı padişahlarının menâkıb-ı gazâsını asırlara terennüm ettiren Nefi’nin vatanı için ağlayan gözlerimiz nerede?..

Felaketler karşısında can-nisar olmak kadar büyük bir fazilet vardır ki o da mesâib-i umûmiye muvacehesinde matemdar bulunmaktır. Fakat biz Hak’tan ve halktan hayâ etmeyerek Basra’nın matemini Varşova’nın bayramıyla, Erzurum’un elemini Bükreş’in şenliğiyle telvis ettik.

Beyoğlu bu hem iğrenç hem maskara münasebetlerden biriyle bir gün eğlenirken, tramvayda bir Erzurumluya tesadüf ettim. Vatanının necatına taalluk eden fikr-i sâbiti biçareye Erzurum’un istirdat edilmiş olduğu zannını vermiş. Helecanlı bir sesle benden sordu ki:

- Bu bayraklar niçin asılıyor?.. Erzurum’u geri aldık mı?

Cevap vermekte tereddüt ettim. Hakikati söylemekle onun ümîd-i mâtemdârına hürmetsizlik edeceğimden korkuyordum. Başka bir yolcu (Romanya’nın payitahtı müttefik orduları canibinden zapt edilmiş) olduğunu tebşir ile Erzurumlunun kanayan kalbine kâhir bir müşte-i itmi’nân indirdi. Biçare Erzurumlu, ümitten yeise ve yeisten tehevvüre intikal ederek, memleketinin kara hayali önünde bu kırmızı bayrakları simsiyah gören bir nazar-ı gayz ile etrafına bakarken yanından ayrıldım.

Şimalden cenuba geçelim:

Biraz da ihmalimizin pâmâli olan Basra’dan geçen esirlerimize Basralı zükur ve nisvanın gösterdiği âsâr-ı şefkati Tanin gazetesinin 21 Muharrem 1335 tarihli nüshasında okumayan ve ağlamayan kimse kalmadı. O vefakar halk, bizim bu kadar vefasız olduğumuzu, bilmem, biliyor mu?.. Şattülarap evladı arasında,

- Anavatanımızın kalpgâhı olan payitahtımız, kim bilir, şimdi bizim için ne kadar müteellimdir?..

diyenler var mıdır?..

Evet, var. Ve yemin ederim ki pek çok var. Hepsi de iki senelik yetimliğini kendi hiss-i muhabbetinin bu iğfâl-i ma’sûmuyla tesliye ediyor. Fakat bir Alman ordusunun “Varşova” şehrine girdiği gün kopardığımız hây u hûy-i şâdî ile Basralının kanaat-i sâfiyesine öyle bir latma14-i tekzîb indirdik ki acısını asırlar unutmayacak ve unutturmayacaktır.

Ey Sivas şehri!.. Bahtiyar ol ve iftihar et ki izzetinefsi yolunda harab ü türab olan bir padişah, kendi oğlunun türabıyla senin harabına birlikte ağladı.

Ey yüz seneden beri mütevaliyen kaybettiğimiz vilayetler, ülkeler!.. Siz bizi affetseniz bile biz Allah’ın ve tarihin düşnamından15 tahlîs-i nâm u nâmus edemeyeceğiz.

Ey vatan için can verenler!.. Ey vatan yolunda uzuvlar feda edenler, ey vatanın serhatlarında ve topraklarında etten ve kemikten siperler yapanlar!.. Ve ey bunların matemdâr veya endişe-kâr hişânı!.. Siz bu kitle-i hodgâmın daima fevkinde kalınız.