Selahattin Demirtaş'ın 7-8 Ocak 2020'deki savunması

7 Ocak

Dışarıda bulunan yerli ve yabancı kim olursa içeri alınması konusunda bir zorluk çıkarmayacağınızı umuyorum. Bu tür şeylere takılmamanız lazım. Bu karşılıklılık ve diplomatik teamüllerin gözetildiği hususlarla ilgili Dışişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığında şu tartışma yapılmış; bu yasaya bağlı bir tartışma değil ama karşılıklılık ilkesi gereği resmi gözlemci sıfatıyla bir hükûmet adına veya bakanlık adına dışarıdan gönderilip de yargılamayı izleyen heyetler için özel izin istenir. Resmi gözlemci, izleyecek resmi olarak kendi hükûmetine rapor hazırlayacak olan bir heyet varsa bu karşılıklılık ilkesi gereği taraflar birbirine teamül gereği bildirir. Hiçbir ülkenin yasasında da bu yoktur. Ama sadece duruşmayı izlemeye gelmiş yani resmi bir rapor hazırlama hedefi ile değil, duruşmayı izlemeye gelmiş insanlarla ilgili olarak bu saatten sonra sorun çıkarmayacağınızı umuyorum. Bugüne kadar ciddi bir sorun çıkmadı. Dışarıdaki arkadaşlar da bu soğukta beklemesinler diye ben de talebin altını çizmek istiyorum.

Saray'da ve Adalet Bakanlığında kurulan Demirtaş-Yüksekdağ Masası dosyalara karartma uyguluyor

Bu UYAP meselesi önemli. Kayda geçsin çünkü ileride adil yargılanma ile ilgili konular tartışılırken dile gelecek önemli bir konudur. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve ona bağlı savcılar benimle ilgili tüm dosyalara talimatları doğrultusunda herhangi bir kâtiple çok rahat bir şekilde ulaşabilirken, dosyaya giren çıkan her türlü evrak Adliye Sarayında çok rahat görülebilirken, hatta sadece savcıların görebileceği avukatların göremeyeceği, sadece heyetin görebileceği UYAP portalında daha geniş bir ulaşma imkanı sağlanırken, avukatlara duruşma başladığı andan itibaren fiili bir kısıtlılık uygulanmaktadır. Bugün okuduğunuz evrakların hiçbiri ulaşmadı. Dün, önceki gün ziyaretime gelmişti avukatlar, "duruşmanın safahatı budur, gelen giden budur" dedi. Dolayısıyla biz de savunmalarımızı, evraklarımızı ona göre hazırlıyoruz. Şimdi okuduğunuz, örneğin bilirkişi raporları, eğer UYAP'a işlenmiş olsaydı beni ziyarete gelen avukatlar onun birer çıktısını bana getireceklerdi, ben de onu okuyacaktım, hazırlığımı yapacaktım vs.

Dolayısıyla silahların eşitliği ilkesi gereğince Cumhuriyet Başsavcılığı fiziki olarak veya UYAP'tan dosyanın bütün safahatına hâkim olurken, ulaşırken avukatlarım ulaşamamaktadır. Siz bunu "teknik bir sorun" olarak tanımlamaktasınız baştan beri, avukatların her seferindeki itirazlarına "çok rahat çözeriz" diyorsunuz, "teknik sorun" diyorsunuz. Ama ben altını çizerek söylüyorum, avukatlarım da not alsınlar ve ileride SEGBİS’in bu sayfasını altını çizerek belirtsinler: Dosyama iki duruşma arası karartma uygulanıyor, açık bir karartma uygulanıyor. Bunun Adalet Bakanlığı talimatıyla olduğuna dair şüphelerim, iddialarım var. İleride de bunu belgelemeye çalışacağız. Bu dosyaya herkesin, özellikle avukatların göremeyeceği şekilde bir karartma uygulanması Adalet Bakanlığının UYAP sisteminin güncellenmeye başlaması ile gündeme gelmiştir. Görünen o ki hem Saray'da hem Adalet Bakanlığında kurulan Demirtaş-Yüksekdağ Masası böylesi bir uygulama sürdürüyor. Bu da dava evraklarına, delillere ulaşmamızı imkânsız ya da zor hale getiriyor. Bu âdil yargılanma hakkı ihlalidir. Açık bir şekilde savunma hakkının kısıtlanmasıdır. Bunu da ayrıca belirtmiş olayım.

Sanığın ne söyleyeceğini merak etmeyen bir heyetin yargılama yapmasına gerek kalmaz

Savunma ile ilgili şunu belirteyim; önceki celsede savunmamın yapılmış olmasına karar verdiniz. Ama kararınız ne olursa olsun ben savunmama eksik kaldığım yerden devam edeceğim. Dolayısıyla sizin de benim savunma hakkımı kısıtlamayacak şekilde karar almanızı umut ediyorum. Çünkü 3, 5, 11, 12. fezlekelerle ilgili ne söyleyeceğimi merak etmeyen bir heyetin, sanığın bu konuyla ilgili ne söyleyeceğini merak etmeyen bir heyetin yargılama yapmasına gerek kalmaz. "5-6 fezlekede sanık ne düşünüyor bu suçlamayla ilgili 3 yıl da tutuklu tuttuk bunları, senin de ne düşündüğünü merak ediyoruz" diye sanığa sormayacaksınız ve bunları hüküm oluştururken ki mutlaka ya beraatı ya cezayı hükme esas alacaksınız bu fezlekede. Benim tek bir sözümü bile merak etmeden karar verecekseniz durum çok vahim olur. Ara kararınızda savunma hakkımın avukatların mazeretleri nedeniyle kısıtlanmasının engellenmesini, en azından taleplerimiz doğrultusunda yeniden gözden geçirilerek bir savunma hakkı kısıtlanmasına mahkemenizin mahal vermemesini umut ediyorum.

"Demirtaş'ın susturulmasına karar verilmiştir" diye bir karar yazarsanız ancak o zaman susarım

Dediğim gibi beni fiili olarak, hakkımdaki her suçlamaya siz kısıtlamaya çalışsanız da cevap veririm. Ne zaman ki siz şunu yazarsanız: “Selahattin Demirtaş'ın susturulmasına karar verilmiştir", söz veriyorum ondan sonra konuşmayacağım, mütalaa için dosyayı tebliğ edebilirsiniz. Ama bunun dışında benim söz hakkımı savunma hakkımı kesmeyin, çünkü bu dosyanın ne olduğu sadece Türkiye'de değil Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde tartışılırken hiç değilse bırakın sözümüzü söyleyeyim. Hakkımızda kamuoyunda canlı yayınlarda o kadar suçlama yapılırken biz de hiç değilse mahkeme salonlarında avukatlarım ile birlikte cevaplarımızı vermiş olalım. Mahkemenizden özellikle istirhamımdır. Bu konudaki talepler de yargılamayı ne uzatır ne zora sokar, tansiyonu düşürür; ben de savunmama devam ederim.


Yargılamanın her aşaması da tıpkı tutukluluğumuz gibi siyasi saiklerle yürütülüyor

Bu davada arkadaşlarımızla en çok tartıştığımız mevzu şudur. Davanın daha ilk anından itibaren yani fezlekeler, iddianameler düzenlenirken tutuklanma aşaması, kovuşturma aşaması da dahil her aşamada ayrı ayrı gizli bir amaç güdüldüğüne, yani AİHS’nin 18’inci Maddesinin farklı gerekçelerle farklı zamanlarda ihlal edildiğine dair iddialarımız var. Bu aslında 500 sayfalık iddianamenin bizim açımızdan, savunma açısından en önemli başlığıdır. Yani TMK 7/2 ihlal edildi mi edilmedi mi? Örgüt üyeliği, yöneticiliği vesaire bütün bunlar oldu mu olmadı mı tartışmasından çok daha önemlidir. Çünkü bütün dava zaten bunun üzerine kuruludur. O nedenle ben her savunmamda ısrarla altını çizerek belirtmek isterim ki bu yargılamada halen AİHS’nin 18’inci Maddesinde belirtilen sözleşmenin, sözleşmede belirtilen amaçlar dışında kısıtlanmasının ihlali devam ediyor. Nedir o gizli saik? Onları AİHM başvurumuzda anlattık. Davanın haksız tutukluluğa dair kısmı, 17 yargıçlı uluslararası bir mahkemenin önünde duruşma halinde yapıldı görüldü, bitti. Kararını bekliyoruz. Şimdi yeni bir ihlal oluştu. O haksız tutuklamanın, tutuklama saikinin siyasi olduğuna dairdi. Şimdi yargılamanın her aşamasının da aynı saiklerle devam ettiğine dair iddialarımız var. Yani şu anda şu duruşma salonunda hepimizin bir arada bulunma amacı bir yargılama yapmak değil. Ben sanık olarak, avukatlarım savunma olarak, savcı iddia makamı, siz de yargılama makamı olarak bir yargılama yapma amacıyla burada toplanmış değiliz.

AİHM’de sizin kararlarınız, yargısal faaliyetleriniz yargılandı

İktidarın, AKP hükümetinin ve özellikle AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi hedeflerinin gerçekleşmesi için, onun önünün açılması için, onun siyasi hedeflerinin hayata geçirilebilmesi amacıyla muhalefetin tasfiye edilmesi için yapılmış çalışmalardan biridir bu toplantı. Dolayısıyla ben buna ilişkin iddiaları tutanaklara geçireyim ki birazdan AİHM’de yani Strazburg’da yapılan duruşmada 17 farklı üye ülkenin yargıcı ne sormuş onları okuyunca göreceksiniz ve ne cevaplar verilmiş. Orada ben yargılanmadım çünkü biz başvurucuyduk. Siz yargılandınız, sizin kararlarınız yargılandı. Hükümetle birlikte ilk bizi gözaltına alan savcıdan itibaren bu sürece dahil olmuş bütün yargı mensuplarının yargısal faaliyeti yargılandı orada.

Fezlekelerim siyasi amaçlarla hazırlanıyor, üstü yargısal faaliyetlerle örtülmeye çalışılıyor

Mutlaka okumuşsunuzdur ve haberdar olmuşsunuzdur ama tutanağa geçmesi açısından da belirtmemiz gerekecek. Dolayısıyla fezlekelerimin her birinin hazırlanma amacı gizli bir amaç taşımaktadır, üstü de yargısal faaliyetlerle örtülmeye çalışılmaktadır. Peki, gizli amaç diyoruz da bu tabii ki bir siyasi amaç. Ama nedir bu siyasi amaç? Çünkü bu açıklanmadan, bu netleşmeden sanki biz bir komplo teorisi ortaya atıyoruz, benim siyasi kimliğim nedeniyle de siyasi bir husumet güdüyoruz, dolayısıyla da her aşamada ‘biz siyasi rehineyiz’ deyip işin içinden çıkmak istiyoruz gibi algılanır. O nedenle somut gerekçelerle ortaya koymaya çalışayım ki mahkememiz takdir eder etmez, değerlendirir değerlendirmez bilemem ama bu dava daha çok su kaldıracak. Anayasa Mahkemesinde, Yargıtay aşamasında -istinafı geçiyorum, istinaf artık benim dosyalarımı incelemiyor bile, sadece onaylıyorlar- ve AİHM’de bu dosya daha çok tartışılacak. Çünkü bu sadece Selahattin Demirtaş’ın kişi olarak yargılandığı bir dosya değil, Figen Yüksekdağ’ın dosyası, İdris Baluken’in, Çağlar Demirel gibi partimizin sözcülerinin, etkili isimlerinin, milletvekillerinin yargılandığı dosyalardır. Belediye eşbaşkanları da dahil. Nedir peki asıl amaç?

Biz anayasal düzene karşı çıktık, anayasal düzeni değiştirmeye mi çalıştık? İddia bu, şu anda süren soruşturmada. Doğrudan davanızla bağlantılı fezlekeden açılan soruşturma. Hayır. Ben iddia ediyorum ve birazdan anlatmaya çalışacağım; şu anda anayasal düzen tasfiye ediliyor. Anayasal düzen ortadan kaldırılıyor. Tek adam rejimi kuruluyor. Buna "diktatörlük" diyemeyiz literatürde. Daha çok "rekabetçi otoriterizm" olarak siyasi literatürde tanımlanabilir. Neden? Çünkü halen seçim yapılıyor, seçimlerin yapılma ihtimali var. Ama rekabetçi otoriterizmde seçimlerin tamamı otoriter liderin kazanması üzerine inşa edilir. Geri kalan her şey tasfiye edilir. Seçim garantiye alınır, göstermelik seçimler yapılır. Siyaset biliminde bu rejime "rekabetçi otoriterizm" denilir.

Tek adam rejiminin kalıcı hale gelmesine karşı çıkan herkes hedefte

Peki, bu Türkiye Cumhuriyeti'nin, 1982’de kabul edilmiş ve birçok değişikliğe uğramasına rağmen, "demokratik, sosyal, laik hukuk devleti" olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin idari rejimi midir ya da resmi politik görüşü müdür Anayasa'nın? Değildir. Türkiye Cumhuriyeti devleti eğrisiyle, yanlışıyla, fazlasıyla bir "hukuk devleti" olarak, bir "cumhuriyet" olarak tanımlanır ve yapılan son değişiklikle birlikte Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle yönetildiği tanımlanır. Yani rejim Cumhuriyettir, idari model Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'dir. Aynı zamanda tek parlamentolu bir parlamentosu da vardır. Şimdi bu anayasal yönetim modeli anayasaya aykırı bir şekilde feshedilmiş durumda. Fiili olarak, de-facto tek adam rejimine geçiliyor. Bunun önündeki engeller ne? Muhalefet. Her yönüyle muhalefet, sadece HDP değil. Yani tek adam rejiminin kurulmasına, inşa edilmesine, kurumsallaşmasına, kalıcı hale gelmesine karşı çıkan herkes hedefe konulmuş durumda.

15 Temmuz'dan sonra yeni bir düzen inşa edilmedi, yerine kaos düzensizliği ikame edildi

Bunu nasıl başarabiliyor peki Tek Adam? Tarihte çok örnekleri var ama ülkemizde şu anda bunu sürdürebiliyor olmasının nedeni 15 Temmuz Darbe Girişiminin yarattığı şok ortamı, onun yarattığı travma. 15 Temmuz sonrası devlet kurumlarının far görmüş tavşan gibi refüze olması, şoka girmesi, donup kalması ve kurum olmaktan çıkmasıdır. Devlet 15 Temmuz sonrası yeniden inşa edilememiştir. Bütün kurumları tasfiye edilmiştir. Oluşan boşlukta da yeni bir yönetim anlayışı ile inşa edilmiyor, dikkatinizi çekeyim. Bir düzen inşa edilmiyor. Kaos düzeni veya kaos düzensizliği aslında, yerine ikame ediliyor. Birazdan örnekleri ile anlatacağım size.

Meğerse AKP, devlette eskisinden çok daha tehlikeli bir yapı oluşturmuş

Görülmekte olan dava ve birazdan detaylarına gireceğim fezlekelerin tamamı, bu rejimin ya da kaos düzeninin anayasal cumhuriyet düzeninin yerine ikame edilmesi için açılmış davalardır. Recep Tayyip Erdoğan’ın önüne engel olarak çıkan herkes; bu bir muhtar da olabilir, bir partinin başkanı, eş genel başkanı da olabilir. Bu bir eski başbakan, cumhurbaşkanı da olabilir. Bu bir yargı üyesi olabilir, medya mensubu olabilir, üniversite öğrencisi olabilir. Hiç fark etmez. Tamamının bastırılması, baskılanması, tasfiye edilmesi, tehdit edilmesi, şantajla, korkuyla teslim alınması, üzerine kuruludur. Peki, bunun mekanizmaları nedir? Mekanizmaları şudur; yakın tarihte biz darbe davalarıyla birlikte ortaya çıkınca gördük. Bunlara Cemaat davası demiyorum. Darbe davası diyorum. Çünkü Cemaate selam vermiş herkes veya sempati duymuş, içinde olmuş herkes suçlu değil, herkes darbeci de değil bana göre. Öyle bakmıyorum. Darbe suçuna bulaşmış herkes suçludur, yargılanır, cezasını alır. Fakat o davalardan ortaya çıktı ki, bu paralel yapılanma, şu anda meğerse AKP, devlet içerisinde, kendisine bağlı, bakın devlete bağlı değil, bir partiye bağlı, bir kişiye bağlı, eskisinden çok daha tehlikeli bir yapı oluşturmuş. Bunun yargı ayağı var. Mevcut tek adam rejiminin, rekabetçi otoriterizm dediğimiz ve anayasayı ihlal suçunu oluşturan bu örgütün, devlet içine çöreklenmiş bu örgütün yargı ayağı var, medya ayağı var, işverenler ayağı var, bürokrasi ayağı var.

Bunların gazete köşeleri var, televizyon yayın yönetmenlerini teslim almış durumdalar. Her akşam televizyonda bu kanallarda aynı tipleri görürsünüz. İddia ediyorum yarın öbür gün başka bir hukuk devleti işlemeye başladığında bir savcı çıkacak ve bunları delilleriyle ortaya koyacak. Ve iddia ediyorum aralarından itirafçılar çıkacak, pişmanlık belirtenler çıkacak ki daha şu anda başlamış durumdalar. Şu anda şikayet dilekçelerini verecekleri bir yargı makamı olmadığı için yargıya yansımıyor bunlar ama ilerde çıkacak.

Yandaş gazetecilere "Demirtaş'ı sürekli terörist ilan edin, vatan haini ilan edin" mesajı geliyor

Bu medya ayağının yönetildiği merkez Saray’ın İletişim Başkanlığıdır. Örneğin, üç merkez ana haber kanalının açık oturum programlarına da aynı merkeze bağlı konuşmacılar çıkarılır. Telefonlarına tek merkezden mesaj gelir. Teker teker kanalları aynı anda gezerseniz hepsine aynı anda, aynı mesajın geldiğini görürsünüz. Bu yandaş gazeteciler hızla hepsi telefonuna bakarlar ve iki dakika sonra, üç ayrı kanalda konuşuyor olmalarına rağmen aynı şeyi söylemeye başlarlar. Çünkü o anda kendilerini yöneten merkezden şu konuyu dile getirin diye talimat gelir. Onlara gelen bu yönlü talimatlardan biri de "Demirtaş’ı sürekli 6-8 Ekim’in faili gösterin, katil gösterin, terörist ilan edin, vatan haini ilan edin ve onun tutuksuz yargılanması gerektiğini söyleyen herkesi düşman ilan edin" şeklinde mesajlardır. Bunları bilgiye dayalı söylüyorum, elimde belge yok. Emin olun bir gün belgesi de olacak.

Devlet içinde kendi çıkarları dışında başka bir şey düşünmeyen cahil cühela, ahlaksız bir ekip var

Devlet içinde herkes Demirtaş düşmanı değil, demokrasi düşmanı değil. Devlet içerisindeki herkes bu ülkenin, toprağın düşmanı değil. Ama devletin içerisinde bu halkın, milletin düşmanı olan kendi çıkarları dışında başka bir şey düşünmeyen, aldıkları ballı maaşlar, yakınlarının aldıkları ihaleler dışında hiçbir şey düşünmeyen cahil cühela, ahlaksız bir ekip var. Onlar bu operasyonu sürdürüyor. Bunun yargı ayağı var. İçinde başsavcılar var. Cumhurbaşkanın avukatları var hakimler, özellikle sulh ceza hakimleri var. Ben hepsini kastetmiyorum. Ağır ceza hakimleri var. Benim dosyama bakanlardan biliyorum. Bunların hepsi hakkında şu veya bu şekilde belgeleriyle, avukatlarım tarafından HSK’ya yapılan şikayetler var. HSK bunları gündeme almıyor. Tabii ki almaz, bizim öyle safiyane bir beklentimiz de yok. Yarın öbür gün HSK üyeleri de dahil olacak şekilde anayasal rejimin ortadan kaldırılarak yerine otoriter tek adam rejiminin inşa edilmesi, devlet kurumlarının tamamının tasfiye edilmesi, karar ve denetim mekanizmalarının ortadan kaldırılması için çalışan, bu yönüyle devlet içerisinden ihale alan, yolsuzluk yaparak menfaat sağlayan çete ortaya çıktığında benim yargılamalarımın neden AİHS 18’e girdiği daha iyi anlaşılacak. Çünkü amaç budur. Bizim tutuklanmamızın altında yatan amaç budur. Biz bunu engellemeye çalıştık, bunu durdurmaya çalıştık. Ve halen bunun için çalışıyoruz diye buradayız. Türkiye’de halen muhalefet bunu durdurmaya çalıştığı için terörist, vatan haini ilan ediliyor.

Yargıya göre katiller iyi halli, biz kötü halliyiz

En son Temmuz ayında sizinle duruşma yapabildik. Temmuz ayından bu yana Türkiye’de ne oldu? Devlet içindeki çetenin yargı ayağından tutun da medya ayağına, bürokrasi ve siyasi ayağına kadar bunların kurmaya çalıştığı rejim tam olarak ne yapıyor? Bir hatırlatma yapayım: Bizi halen cezaevinde tutan yargı Temmuz’dan bu yana ne yaptı? Her duruşmada ben bunları tutanağa geçiyorum ki yarın bir gün, “Türkiye’de o dönem tutukluluk esastı, herkes tutuklanıyordu” denmesin. Bilenler bilir, bilmeyen benim ağzımdan duysun. 30 yıl kesinleşmiş adli hapis cezası alsaydım bugünkü infaz rejimiyle onda birini kapalı cezaevinde geçirirdim ve açık cezaevine geçerdim. Yani 3 yılı aşkındır beni kapalı yüksek güvenlikli cezaevinde tutuyorsunuz. Bu şu demektir; adli bir suç işlesem ve 30 yıl kesinleşmiş hapis cezası alsaydım onun infazını yaptırmış olurdunuz. 30 yıllık cezanın infazını yattım ben adli suçlar için. Bu süre zarfında ne yaptılar? Bana ve diğer milletvekili ve belediye başkanı arkadaşlarıma? Osman Kavala’ya, ÇHD’li avukatlara, Selçuk Kozağaçlı’ya bu hukuku reva gören yargı ne yaptı? Örneğin 18 Ağustos’ta Kırıkkale’de koruma altında olan Emine Bulut çocuğunun gözü önünde katledildi. Yargı ve hükümet koruyamadı. Beyoğlu’nda İTÜ Elektrik Mühendisliği mezunu 23 yaşındaki Halit Ayar, kendisinden zorla para isteyenlere para vermediği için bıçaklandı, katledildi. Kimler katletti isimleri önemli değil. İyi halli oldukları için birkaç gün önce cezaevinden salıverildikleri ortaya çıktı. Yargımıza göre bunlar iyi halli, biz kötü halliyiz. Ve şu anda elbirliğiyle korumaya çalıştığınız bu tek adam rejiminin yarattığı ağır ekonomik kriz, yolsuzluktan, plansızlıktan kaynaklı ekonomik kriz nedeniyle insanlar toplu olarak intihar etmeye başladı. Kasım 2009’da İstanbul Fatih’te 4 kardeş siyanür içerek intihar etti. Ondan bir gün sonra Antalya’da 4 kişilik Şimşek Ailesi borçları nedeniyle baba eşine ve çocuklarına siyanür içirerek intihar etti. 15 Kasım’da Bahattin Delen ‘aşırı borçlarım var ödeyemiyorum’ diye intihar etti.

O günden bugüne Meclis’te iki intihar girişimi gerçekleşti, dışarıda da 50’den fazla borç batağı ve açlık nedeniyle intihar vakası gerçekleşti. Bakın, intiharlar kadar trajik bir şeyden söz ediyorum; Uşak’ta 13 Aralık’ta bir kişi açlıktan bayıldı. ‘‘Üç aylık çocuğum var’’dedi ‘‘işsizim ve karnım aç’’ dedi açlıktan bayıldı.

Gencecik bir kadın ekonomik krizle birlikte bunalıma girip intihar etti

2019 Türkiye’sinde kurulmak istenen düzen bu. Ne oldu? İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi Sibel Ünli; şimdi çarpıtıyorlar "psikolojik sorunu vardı, şu vardı, bu vardı" diye. Sosyal medya mesajları ortada, yemek yiyemediği için, cebinde parası olmadığı için ekonomik krizle birlikte bunalıma girip gencecik bir kadın intihar etti. Ve o üniversitenin kapısı, sizler de üniversite okudunuz bizler de... O üniversitenin kapısında ‘‘ücretsiz ya da düşük fiyata, indirimli yemek yemek istiyoruz’’ diyen öğrenciler güvenlik güçleri tarafından -dayak demeyeceğim- aleni, canlı yayında işkenceden geçirildi. O görüntüleri birkaç saniye televizyonda gördük sonra avukatlarım anlattı. Böyle bir ruh hali böyle bir psikolojiyle nasıl dövebilir üniversite öğrencilerini polisler? Onların da ruh hali iyi değil demek ki. Ucuz yemek istiyoruz diye kendi üniversitesinin kapısında dilekçe vermeye çalışan öğrencilere bu kadar hınçla, bu kadar öfkeyle, kinle nasıl vurulabilir? Yaratmak istediğiniz, koruduğunuz, bizi içeri atarak var olsun dediğiniz sistem bu. Başka bir karar: Sevgilisini darp etti, dokuz kişiyi arabayla ezdi, pompalıyla bir kişiyi yaraladı. Görkem Sertaç Göçmen. Dün tahliye edildi. Birkaç ay tutuklu kaldı. Ne demiş mahkeme: “Tutuklu kalması mağduriyetine yol açabilir.” Tabii neden mağdur olsunlar ki? Olmasınlar. Çıkıp dışarıda tacizlerine, katliamlarına devam etsinler. Onlar bu sistemin adamı, biz bu sistemin adamı değiliz. Bu sistemin insanları bunlar… Ne oldu? Rize’de Besim Güngör, 27 Temmuz. Rabia T. isimli genç kadını sokak ortasında öldüresiye dövdü. Sulh Ceza Hakimine götürdüler, serbest bırakıldı. Medyada kıyamet kopunca gerisin geri gözaltına alıp tutuklamak zorunda kaldılar. Ben hem hukukçu hem de siyasetçi olarak tutuklamadan yana değilim, illa tutuklayacaksınız demiyorum ama biz tutukluyken neler yapılmış onları anlatmaya çalışıyorum.

4 Eylül 2019, Eskişehir’de eşine 15 bıçak darbesiyle saldırıp yaralayan kişi tutuksuz yargılanıyor, bir gün cezaevine girmedi, hâlâ tutuksuz yargılanıyor. Eşi dedi ki ‘Ben öldükten sonra mı onu Ağır Ceza’da yargılayacaksınız’’ çünkü hafif yaralamalara asli cezada dava açılıyor. İstanbul’da 16 yaşındaki çocuğu silah kabzasıyla başından vurup öldüren bir polis tutuksuz yargılandı, yedi buçuk yıl ceza aldı, tutuksuz olarak dosyanın Yargıtay’a gönderilmesine karar verildi. İstanbul’da Kartal’da 21 kişinin hayatını kaybettiği Yeşilyurt Apartmanı’nın çökmesine sebep olan kontrolöründen tutun yetkililerin hepsi en fazla üç ay tutuklu kaldılar ve tahliye edildiler. Tek bir tutuklu yok dosyada. İzmir’den boşanmak isteyen eşini beş yerinden bıçakladı mahkeme şunu sordu sanığa; ‘Seni öldürmek istediyse bıçak neden derine yani vücuduna girmedi’. Mağduru sorguluyor, sanığı değil ve sanığın tahliyesine karar verdi. Beş yerinden bıçaklanmış, bıçak neden vücuduna tam olarak girmemiş diye, niye ölmemişsin diye mağduru sorgulamış ve sanığın tahliyesine karar vermiş.

Üç yıl boyunca 5 ve 8 yaşlarındaki iki çocuğa cinsel istismarda bulunduğu için 30 yıl ceza alan sanığın istinaftaki dosyası 1700’lü esaslarda olmasına rağmen 900 esaslardaki dosyaya bakılmadan bir ay içinde istinaf bu dosyayı ele aldı, bozdu ve sanığı tahliye etti. 30 yıl boyunca iki çocuğa 3 yıl boyunca cinsel istismarda bulunduğu için. Ankara İstinaf Mahkemesi. Bursa’da sevgilisi Aslı Çakıcı’yı bacağından pompalı tüfekle vurmuş, iyi hal indirimleri vesilesiyle kendisine en fazla 12 ay ceza verilmiş bir de silah cezası ve mağdur olabileceği göz önünde bulundurularak 3-4 ay tutukluluktan sonra tahliyesine karar verilmiş. Son bir örnekle bu örnek kısmını kapatayım Ordu’da 12 ayrı suçtan suç kaydı bulunan Özgür Arduç isimli zanlı açık cezaevinden firar etti ve Ceren Özdemir adlı genç kadını vahşice katletti. Özgür Arduç ve Ceren Özdemir davasını hepiniz izlemişsinizdir. Sizin hukukçu olarak vicdanınıza güvenmiyorum da hiç değilse insan olarak içiniz yanmıştır. Bu adam açık cezaevinden çıkabildi bu adam! 12 ayrı suçu var ve iyi hallidir deyip açık cezaevine gönderdiler ve oradan elini kolunu sallayarak gitti ve biz hapisteyiz.

Dünyada insan haklarının en düşük seviyede olduğu iki ülke Türkiye ve Haiti

Uluslararası Demokraside Seçim Destek Kurumu’nun her yıl hazırladığı bir rapor var 2019 raporundan birkaç cümle okuyayım size. Bu rapora göre dünyada insan haklarının en düşük seviyede olduğu iki ülke Türkiye ve Haiti. Haiti’de mahkeme var mı bilmiyorum. Irak, Haiti, Madagaskar, Gine. Başka bir kategoride bir sıralama daha var. Dünyada şu anda 10 ülkede demokratik değerler tamamen geriye doğru gidiyor. Bunlardan da biri Türkiye. Dünya genelinde cinsiyet eşitliğinde sadece 3 ülke düşük seviyede puan almış; Türkiye, Irak, Papua Yeni Gine. Dünyanın tamamına yakını bu çalışmaya alınmış. Denge ve denetleme ağı, demokratik değerler içerisinde düşük seviyede kalan bir tane ülke var. Sürpriz değil, Türkiye. Yani denge ve denetlemenin olmadığı tek demokratik ülke; ne kadar demokratik olduğu ortada, kendisini demokratik olarak tanımlayan ülkelerin tamamında yapılan araştırma, bir tanesinde şu anda denge denetleme yokmuş o da Türkiye. Az çok her ülkede varmış bu rapora göre.

Devam ediyorum. Neden AİHM 18. Madde bizim açımızdan gizli bir gerekçe. Kurulmak istenen rejim bu, kotarılmak istenen sistem bu. Bunun önünde engel olan herkese ne yapılması gerekiyorsa da devlet içerisinde görevler verilmiş. Bakın AİHM’de avukatlarım hükümet temsilcileriyle karşı karşıya 17 yargıcın önünde -aralarından biri Türk yargıç- savunma yaptılar. O savunmadan önce müdahil taraflardan yani benim lehime müdahil olarak dosyaya daha önceden başvurmuş olan Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu Yüksek Komiseri’nin sözlü sunumu var. Onu okumak istiyorum. Tam bahsettiğim gizli amaçtan söz ediyor. Onların da tespiti bu, konseyin resmi raporu ve görüşüdür. Strazburg’daki duruşmada konuşuyor. Ne diyor Milatoviç:

"İnsan Hakları Komisyonunun bir üyesi olarak bu davanın önemi nedeniyle bu yargılamaya katılmaya karar verdim. Ofisim yani Avrupa Konseyi İnsan Hakları Ofisi Türkiye’yi bilhassa da Türk yargı sistemindeki tutuklama yargılama konusunu yakından takip ediyor. Başlarken selefimin bu davaya ilişkin 2017 yılının Kasım ayında sunduğu yazılı görüşün ilk haline harfi harfine katılıyorum. Öte yandan bu duruşma vesilesiyle bahsettiğim yazılı görüşü son çalışmalar temelinde tamamlamak istiyorum. Bu sunumun önündeki başvuru da dahil mahkemede devam eden çok sayıdaki diğer davayı bağlamına oturtmaya yardımcı olacağını ümit ediyorum. 2018 yılı Nisan ayında görevime başladığımdan bu yana bu dava ile ilgili sorular gündeminde öncelikli olarak yer almıştır. Bu yılın Ocak ayında Kavala vs Türkiye davasına yazılı görüşlerimi sundum ve Türkiye’deki tutuklu yargılama ve daha genel olarak ceza yargılamalarına dair kaygılarımı mahkeme ile paylaştım. Daha yakın zamanda yani Temmuz ayının başında diğer konuların yanı sıra yargının bilhassa da ceza yargılama sisteminin işleyişi yargının bağımsızlığı konularına özel olarak odaklandığım bir program ile Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirdim. Hukuki olmayan gözaltı ve tutuklama iddialarıyla ilgili olan mevcut dava, yani Demirtaş davası istisnai olmaktan son derece uzaktır. Ofisim bu mahkeme önünde devam eden çok sayıdaki parlamento üyesinin, gazetecinin ve az öncede ifade ettiğim gibi insan hakları savunucularının davalarına 3’üncü taraf olarak müdahil olmuştur. Bu davalar insan haklarına ilişkin temel kaygılarımızı ortaya çıkaran yaygın bir modeli temsil etmektedir. Bu davalarla ilgili asli kaygılarım arasında Türk mahkemelerin tutuklama gözaltı ve yargılamaya ilişkin 5’inci maddenin gerekliliklerini yerine getirmedeki sistematik başarısızlığıdır. Tutuklama ve tutukluluk halinin devamına ilişkin özellikle AYM’nin kararları özü itibariyle soyut ve seromotif olma özelliğini - ki bu durum sulh ceza hakimlerinin kararlarında da bilinmektedir - sürdürmektedir. Bu kararlar çoğunlukla makul şüpheye ilişkin güvenli kanıt sunma, davanın olgusal temellerini ve şüphelinin bireysel durumunu ele alma konusunda başarısız olmaktadır. Benzer şekilde mahkemeler kişi özgürlüğünden mahkum bırakmayı gereklilik ve orantılılık temelinde gerekçelendirmekte başarısız olmaktadır. Ayrıca tutukluluğu gerekçelendirmek için kullanılan kanıtların sadece beyanlar ve şiddet içermediği açıkça belli olan fiillerdeki, bunlarda sözleşmede bilhassa 10’uncu maddede zaten korunması gereken haklardandır, bu durum giderek yaygınlaşmaktadır. Bu durum mahkemenin Türkiye ile ilgili 20 yıldan uzun bir süredir çok sayıda ifade özgürlüğü ile ilgili tespit ettiği çok sayıda içtihadına rağmen Türk savcıları ve mahkemeleri, uygun bağlamsal analiz yapmakta ve böylesi kanıtların var olan yerleşik içtihatlar ışığında süzmekte başarısız olmaktadır. Dahası şüphelinin tutukluluğa itiraz etme imkânı da sınırlı. Önemli bir sorun da hakimlerin çalıştığı sistemin kapalı devre sistemi olmasıdır. Bir diğer sorun ise uygun bir gerekçelendirme olmaksızın soruşturma dosyasına erişim engelidir. Erişimin kısıtlanması Türk hukuk sisteminde istisnai olmaktan ziyade neredeyse otomatik hale gelmiştir. Böylesi bir dosyada bu koşullarda bunun gibi kısıtlamaların neden son derece gerekli olduğunu kanıtlamanın yetkililere ait olduğunu düşünüyorum. Yargı denetiminin hızlı bir şekilde yapılması sorunları ile ilgili olarak bu mahkeme de daha önce öne sürdüğüm gibi Türk yargı sisteminin tutuklu yargılama dosyalarını incelemesini etkileyen gecikmeler bireysel başvuru sistemini etkilediği ile ilgili ciddi şüpheler doğurmaktadır. Diğer derece mahkemelerinin AİHM içtihatlarında belirlenen prensipleri de göz ardı etmeye devam ederken AYM’nin tutuklu dosyalarının tamamını incelemesi bakımından ne kapasitesi olduğunu ne de bir temyiz mahkemesi gibi hareket ettiğiyle ilgili bir rolü olmadığını düşünüyorum. Tüm bunların birleşimi ve diğer faktörler tutuklamanın de-facto bir cezalandırma aracına dönüştürüldüğü bir durum ile sonuçlanmaktadır. Aralarında başvurucunun yani Demirtaş'ın da olduğu parlamento üyeleri bakımından ise uzun tutukluluğun Türkiye’deki nüfusun önemli bir bölümünün demokratik temsiliyetinden mahkum kalması gibi belirgin bir sonucu vardır. Tutukluluğun sözleşmede belirlenen dışında bir başka bir amaçla kullanılıp kullanılmadığına ilişkin olarak selefim şu ifadeleri kullanmıştır: Türkiye’de ceza hükümleri ve yargılamaları muhalif sesleri susturmak için kullanılmaktadır. Daire 18’inci maddede ihlal tespit ederken bu görüşlere önemli bir ağırlık atfetmiştir. Türkiye’de sadece parlamenterlerin değil aynı zamanda insan hakları savunucuları, gazetecileri, akademisyenleri ve toplumun diğer muhalif seslerini etkileyen bu problem hala devam etmektedir. Bu kişiler şiddet içermeyen beyanları nedeniyle çoğunlukla herhangi bir kanıt olmaksızın sadece varsayılan niyetlere dayanarak düzenli olarak yargı süreçlerine maruz kalmaktadır Şu konuda net olalım. Bu problem tutuklamanın ötesine geçmekte ve bir bütün olarak ceza yargılamalarını etkilemektedir. Aslında son yıllarda birçok insan bu şekilde müebbet hapis cezası da dahil ciddi cezalar alarak hüküm giymiştir. Türkiye’ye gerçekleştirdiğim son ziyaretimde mevzuattaki çok geniş terörizm tanımı ve yargının bu tanımı daha da esnetmesinden kaynaklı olarak bu uzun süreli problemin artık öngörülememiş düzeylere ulaştığını söyleyebilirim. Bahsettiğim ziyaretim sırasında kanıt olarak kullanılanların kimi zaman o kadar tutarsız hale geldiğini gözlemledim ki bunu fiillerin hukuki sonucuna ilişkin iyi niyetle öngörebilmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Yargının içinde bulunduğu duruma dair gözaltına alınan 3 bin 600, meslekten çıkarılıp gözaltına alınıp tutuklanan da dahil 4 bine yakın yargıç ve savcı ve onların yerine atanan 10 bin yeni yargı mensubunun da iktidarın politikalarına yakın olabileceğini dikkat çekiyorum. Mahkemeye HDP’li bir milletvekilinin tutuklanmasının Türkiye’deki resmi politikalara karşı eleştirel olan farklı gruplara yönelik daha yaygın bir modelin bir parçası olduğunu beyan etmiştir. Örnek olarak kendilerine yönelik ceza soruşturmalarını göstererek belediye başkanlarının görevden alınması ve yerlerine seçilmemiş kamu görevlilerinin getirilmesi gösterilmiştir. Bu uygulama halen devam etmektir.

HDP milletvekillerinin neredeyse tamamı, CHP milletvekillerin de bazılarını bu ceza yargılamaları etkilemiştir. Çünkü savcılık bahse konu milletvekillerinin esas olarak beyanlarını hedef alarak onlar hakkında terör örgütü propagandası, kin ve cumhurbaşkanına hakaret varsaydıkları konularda soruşturma açma konusunda orantısız bir biçimde aktiftir. Bu yargılamaların çoğu Türkiye aleyhine olan birçok davada açıkça dile getirdiği gibi Türkiye’nin sözleşmenin 10’uncu maddesi kapsamındaki yükümlülüğüne sistematik olarak uymadığını tekrar etmek gerekir. Bu koşullarda ceza yargılamasının seçici bir biçimde kullanıldığı ve kullanılmaya devam ettiği, ceza soruşturmalarının, gözaltı ve tutuklamaların muhalif kesimi susturmak, toplumda eleştiriye dair cesareti kırmak gibi açık bir amacı olduğu argümanına güvenmemek zordur. Bu durumun yarattığı caydırıcı etki son derece vahimdir. Umuyorum yorumlarım mahkemeye yararlı olacaktır" demiş İnsan Hakları Yüksek Komiserliği.

Bunlar resmi Avrupa Konseyi beyanlarıdır. Az önce tarif etmeye çalıştığım Türkiye’de anayasasızlık, kaos rejimi inşa edilirken dışarıdan yapılan gözlem ve tespitlerin de benim az önce ifade ettiklerim ile uyumlu olduğunu göstermek için okudum.

Anayasa ters yüz edilirken Türkiye Cumhuriyeti bir gıdım ileriye gidemez

Türkiye Cumhuriyeti Devleti köklü bir devlet geleneğine dayanarak kuruldu, Osmanlı’dan Selçuklu’dan kurulan 16 Türk devletinin geleneğini alarak kuruldu. Devlet teorisine, devletin her türlü baskı zulüm uygulamalarına eleştirilerim bir tarif, bunların hepsine muhalif bir politika yürüttüğüm bir tarafa ama şunu bilirim; Türk Devleti bunu kendisine yapanın yanına kar bırakmaz. Benim için değil, Demirtaş’ı sevdiği için değil, benim kara kaşım kara gözüm için değil ama benim tanıdığım Türk Devleti kendisine bunu yapanın yanına bırakmaz. Mutlaka bunun da yargı önüne taşınacağı günler gelir. Anayasa ters yüz edilirken, anayasa askıya alınırken, devlet bir aile tarafından, hanedan tarafından yönetilirken, devletin bütçesi, kanunları, pratik bürokratik uygulamaları tamamıyla bir hanedan tarafından yönetilirken, buna sessiz kalan, onay veren, destekleyen bütün ayaklar ortaya çıkarken ve hesap sorulmazken zaten Türkiye Cumhuriyeti bir gıdım ileriye gidemez.

Sizin yapmaya çalıştığınız kaos düzenini inşa etmeye yardımcı olmaktır

Bizim hedefimiz ve amacımız bu yüzleşmenin demokrasi lehine olmasıdır. Bu yüzleşmeden demokrasinin ortaya çıkmasıdır. İntikamcı, kinci yaklaşımlardan öte bu yüzleşmenin hukuk devleti ve demokrasinin kurallarının oturacağı bir merhaleye ulaşmasıdır. Biz de onun mücadelesini veriyoruz. Bu savunmaların tamamında yapmaya çalıştığım budur. Sizin yapmaya çalıştığınız ise kaos düzenini inşa etmeye yardımcı olmaktır. Benim avukatlarımın, partimin ve diğer muhalefetin yapmaya çalıştığı da bu yüzleşmenin demokrasinin gelişmesine yarar sunacak şekilde ortaya konulması için mücadele etmektir, direnmektir.

Verdiğiniz tahliye kararı AİHM’de görülecek duruşmaya lojistik destek sağlamaktadır

AİHM’deki duruşmadan devam ediyorum. Yargıçlar tek tek soru sormuşlar hem benim avukatlarıma, temsilcilerime, hem de hükümetin temsilcilerine… Takdir edersiniz ki hükümete sorulan sorular size sorulmuştur. Ben şahsen heyet üyesi olsam çok merak ederdim hatta canlı izlerdim çünkü siz yargılıyorsunuz. Bakın ne sormuşlar, hükümet sizin adınıza ne cevap vermiş? Hangi ülkeden olduğunu bilmiyorum yargıç söz almış soru sormuş: “Çok teşekkür ederim Sayın Başkan. Yalnızca 3 sorum var. İlk olarak duruşmanın devam etmesi için kesinlikle gereken bir konuya dönmek istiyorum. Tarafların sundukları savunmadan davanın sonucuna ilişkin duygusal beklentileriyle ilgili hemfikir olmadıkları gözükmektedir. Savunmasının 144’üncü paragrafında başvurucuya göre parlamenter dokunulmazlıkların kaldırılmasının ardından herhangi bir AKP veya MHP milletvekilinin de dokunulmazlıklarının kaldırılmış olmasına karşın bu partinin üyelerine yönelik bir ceza soruşturması açılmamıştır. Hükümetin sunduğu savunmanın 90’ıncı paragrafına göre ise parlamenter dokunulmazlıkları kaldırıldıktan sonra 5 AKP, 1 MHP üyesinin de hüküm giydiği ve ceza aldığı ifade edilmektedir. Hükümeti mahkemeye bu konuda açıklık getirmeye davet ediyorum. Özellikle parlamenter dokunulmazlıklar kaldırıldıktan sonra ceza alan herhangi bir AKP veya MHP üyesi bulunmakta mıdır? İkinci olarak, daire kararının tam olarak 275’inci paragrafında karar tespit edildiği için sözleşmenin spesifik olan 10’uncu maddesinin ihlali ile ilgili olarak kabul edilebilir veya bu çerçeveden herhangi bir beyanda bulunmak gerekmemektedir. Mahkemenin bu konu ile ilgili içtihadını dikkate alarak tarafların bu konudaki görüşünü öğrenmek istiyorum. Üçüncü olarak da Türk ceza sisteminde uygun tarafların bir konuda mevzuat oluşturması için davet edildiği bir durumda tutuklu yargılanan bir milletvekilinin bir kanun teklifinde bulunması mümkün müdür? Yani, parlamenter faaliyetlerine cezaevinde iken devam etmesi mümkün müdür?”. Çünkü hükümetin böyle bir iddiası var. Tutukludur ama hiçbir parlamenter faaliyeti kısıtlanmamıştır şeklinde cevap verdiği için bu soru sorulmuş.

Şimdi geliyorum bütün bu yargıç soruları içinde en güzel ve en orijinal soruya, biraz önce avukatlarım ifade etti, Mahsuni Bey (Karaman) özellikle ilginç bir kavram kullandı; sizin verdiğiniz tahliye kararı AİHM’de görülecek olan duruşmaya lojistik destek sağlamaktadır. Bunun neden böyle olduğunu -Mahsuni Bey o sırada duruşma salonundaydı, Strazburg’da- gözleri ile görüp tanık olduğu için rahatlıkla bunu söyleyebiliyor.

Türkiye hükümeti ile AİHM’in yeni Türk yargıcı arasında bir iletişim kanalı mı var?

Ben de onun buradaki ispatını söyleyeyim. Neden tahliye kararı verdiniz biliyor musunuz? Biraz sonra okuyacağım AİHM’deki Türk yargıcın şu soruyu sorabilmesi için… Mahkeme heyetine şu soruyu sorarak bir hatırlatma yapabilmesi için. Bakın ne demiş? Bütün dosya kapsamı içinden Türk yargıç ne sormuş avukatlarıma? “Teşekkürler Sayın Başkan iki sorum var ilk sorum tarafların ikisine birden. İkincisini ise sadece başvurucuya yöneltmek istiyorum. Başvurucunun avukatları mahkemeye 11 Aralık 2018 tarihli bir belge sundu. Bu belgeye göre başvurucu 7 Eylül 2018’den itibaren 4 yıl 8 aylık cezasını çekmeye başlamıştır. Şimdi bu kanıtın ışığında başvurucu hakkında verilen hüküm sonrasında kendisi bugün itibariyle sözleşmenin 5’inci maddesinin bir alt fıkrası amaçları açısından özgürlüğünden yoksun bırakılma durumu bakımından halen tutuklu yargılanan bir kişi olarak mı yoksa hükümlü olarak mı değerlendirilir?” Türk yargıcın sorduğu soru bu. Yani diyor ki Demirtaş şu anda tutuklu mu hükümlü mü? Bunu söyleyin diyor. Yani, yargıçlar heyetine de şunu hatırlatıyor. “Demirtaş şu an tutuklu değil ha haberiniz olsun hükümlüdür başka bir dosyadan. Dolayısıyla 5-1-A konusuna girmenize gerek yok” diyor Türk yargıcı. Neden, çünkü o sırada siz tahliye kararı vermişsiniz duruşmadan birkaç gün önce. Benim bu dosyadan tahliye olduğuma dair bilgiyi AİHM’e biz sunmadık, hükümet de sunmadı. Türk yargıç nereden biliyor? Bu yargıç sizin gibi sürekli medyayı takip edemez herhalde. Siz medyadan duymuşsunuz ya avukatlarımın gelmeyeceğini. AİHM’deki bir Türk yargıcın işi benim Türkiye’deki dava safahatimi takip etmek de olmadığına göre ciddi ciddi şüphelerimiz var. Türkiye hükümeti ile AİHM’in yeni Türk yargıcı arasında başka bir iletişim kanalı mı var? Ve bu soruyu soruyor; Demirtaş şu anda tutuklu mu hükümlü mü diyor, bunu önce bir anlatın.

Böylesi bir ucubelik sadece Türkiye’de var

Sonra daha ikinci sorusu da var. O trajikomik yani, insan üzülüyor, yani ülkem adına orada bulunan hukukçu hepimizi temsil etsin diye de düşünürüz doğrusu ama diyor ki; “Beyanlarınızda parlamento üyelerinin oy kullanmak için fiziksel olarak parlamentoda bulunmaları gerektiği, Türk kanunlarının tutuklu parlamento üyelerinin vekaleten oy kullanmasına izin vermediğini belirttiniz. Peki, Avrupa devletlerinde bunun örneği var mı? Tutukluyken parlamentoda fiziki olarak oy kullanabilen bir örnek var mı ki siz bunu söylüyorsunuz” diyor. Çok trajik, çok üzüldük. Ben de çok üzüldüm oradaki avukatlarım da ki başta koca Profesör Başak Çalı beni temsil ediyordu heyet başkanı olarak, savunma heyetinin başkanı olarak. Kendisi Avrupa İnsan Hakları Hukuku konusunda Türkiye’de çok sayıda hakim ve savcıya eğitim vermiş bir hocadır. Kendisi de bu soruya çok üzülmüş. Soruyu tekrar okuyorum, diyor ki; “Avrupa’da bir parlamenterin tutukluyken fiilen gidip parlamentoda oy kullanabildiğinin bir örneği var mı ki siz Demirtaş için bunu istemişsiniz.” Tabii ki onun cevabını peşinen söyleyeyim; Başak Hoca şunu söylüyor; “Çok doğrusunuz bunun bir örneği yok çünkü Avrupa tarihinde görevde tutuklu olan hiç milletvekili yok. O yüzden örneği yok.” Ve Türk yargıcın bundan haberi bile yok. Görevdeyken tutuklanmış ve görevi süresince tutuklu kalmış tek milletvekilleri biziz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önündeki dosyalar açısından da belirtiyorum; o yüzden örneği yok. Ve Başak Hoca da şunu söylüyor “Haklısınız, böyle bir örnek yok, biz de bulamadık, tek örnek Türkiye’dir”. Tutuklu vekil. o yüzden oy kullanabilmiş mi kullanamamış mı AİHM önüne böyle bir dava gelmiş mi diye sorarsanız hiç olmamış bu ucubelik sadece Türkiye’de olmuş.

Başka bir yargıcın sorusunu size okumak istiyorum cevabı sorudan ilginç. Özetleyerek gidiyorum. Avrupa yargıçlarından, mahkeme yargıçlarından biri şunu soruyor: “Ben Türkiye’deki parlamenterlerin durumu ile ilgileniyorum, o nedenle anayasanın 80. maddesinin 1. fıkrasını okumama müsade edin, TBMM üyeleri meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerinden, o oturumdaki başkanlık divanının teklifi üzerine Meclisçe başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamakla, açığa vurmakla sorumlu tutulamazlar. Dolayısıyla burada parlamenterin sorumlu tutulmamasına ilişkin açık bir kural bulunmaktadır. Türk Anayasa Mahkemesi’nin 94 tarihli kararında ifade edildiği üzere buradaki amaç şu şekildedir. Yasama dokunulmazlığına 83. maddede yer vermekle yürüttüğü amaç, yasama görevini yürütenlerin, bu görevi her türlü kaygı ve baskıdan uzak olarak güvenceli bir biçimde ve gereği gibi yapmalarını sağlamaktır. 83. maddenin 2. fıkrası değişmiştir fakat bu yani “sorumlu tutulmama kuralı” değişmemiştir. Şimdi benim sorum; “bu durum veya bu kural Türkiye’de nasıl yorumlanmaktadır?” Birincisi, beyanlar parlamento dışında verildiğinde spesifik prosedür var mıdır? O oturumdaki başkanlık divanının tespiti üzerine başka bir karar alınmadıkça mıdır? Şayet parlamento dışındaki konuşmaların bu güvence kapsamında olduğuna dair her zaman spesifik bir karar var ise başvurucunun durumuna ilişkin böylesi kararlar alınmış mıdır? Ve yine görüşlerin dışarıda tekrar edilmesi ve açığa vurulması nasıl yorumlanmalıdır? Tüm cümleler aynı tekrar mı olmalıdır yoksa genel tekrar da olabilir mi? Bu durum nasıl yorumlanabilir? Ayrıca şayet bahse konu madde beyanlar ile ilgili ise bunun kapsamı tweet ve diğer sosyal medya forumlarına da uygulanmakta mıdır? Bir sorum bu kadardır. İkinci sorum, hükümetin öngörülebilirlik 83. maddenin 2. fıkrası anayasa değişikliği ile ilgili yakından takip ettim. Sizi doğru anlamak için şu soruyu sormak istiyorum: Öngörülebilirlik ile ilgili usul güvencesini dahil etmiyorsunuz değil mi? Ve son sorum da kanıtla ilgili: terör örgütü üyeliği ve kin ile ilgili iki farklı suç olduğunu anlıyorum. İkinci suç yani terör örgütü üyeliği bakımından merak ettiğim, bu şüphe hangi suç unsurlarına dayanmaktadır?” Başvurucu savunmasının 32. paragrafında bu şüphenin sadece aşağıdaki gerekçelere dayandığını iletmektedir. Okuyorum; “HDP tarafından atılan bir tweet ile PKK’li Murat Karayılan tarafından atılan bir tweet, ki hesabın sahte olduğu kanıtlanmıştır, arasındaki benzerlik”. Şimdi iki şeyi merak ediyorum; bu gerçekten sahte bir hesap mıydı ve bu şüphenin dayanağı nedir

Bir hükümet neden AİHM’in 17 yargıcı önünde ucuz, pespaye bir yalana başvurma gereği duyar?

Yani 31. fezlekenin gerekçesi, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçlamasıyla ilgili mahkeme heyeti soruyor; diyor ki “elinizdeki tek delil bu muydu” daha doğrusu örgüt üyeliği bağlantısının nedeni bu muydu? Hükümet 83/1 sorusu yani mahkemenizin ilk uydurmasının ilk anından itibaren belirttiğimiz, avukatlarım ve benim ısrarla sorumsuzluk diye tabir ettiğimiz Meclis içinde yapılmış konuşmalarımızın dışarıda tekrarından oluşan bütün konuşmaların ayıklanması talebimiz mütemadiyen 1 değil 2 değil 3 değil 3’ten fazla defa tarafınızdan ara kararlarla reddedildi. Peki, hükümet adına bu soruya cevap veren Adalet Bakanlığı temsilcisi ve çuvalla para verip Almanya’dan getirdikleri yerli milli Alman profesör, hukukçu profesör ne dedi biliyor musunuz? Dedi ki; “Başvurucunun Anayasa 83/1. maddeye dair hiçbir aşamada talebi ve itirazı olmamıştır.” Şimdi bir hükümet neden AİHM’in 17 yargıcı önünde ispatlanması çok basit bir yalana başvurma gereği duyar? Neden yalan atar bir hükümet? 3 dakika sonra ortaya çıkmış çünkü avukatlarım hemen biz defalarca itirazda bulunduk, evraklarını hemen çevirtip mahkemeye ibraz edeceğiz, mahkeme de tamam bekliyoruz demiş bu itirazlarınızı. Neden bir hükümet yalana sığınır? Bakın sizin adınıza orada savunma yapıyorlar, diyorlar ki Demirtaş 83/1 itirazını hiçbir aşamada belirtmedi. Oysa savcılıkta, duruşmada, Anayasa Mahkemesinde ve AİHM’de her aşamada ilk itirazımız budur. Kapsamlı, detaylı. 18 veya 28 bilemiyorum CD’yi siz bizzat Meclis’ten istediniz, anlatmama gerek yok. Talebimi reddettiniz, dediniz ki; biz sorumsuzluk incelemesi yapmıyoruz, bakmayacağız. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, birkaç yıl sonra yüzüncü yılını dolduracak bir cumhuriyet adına bir devlet adına 17 ülkenin en üst düzey yargıcı önünde gözlerinin içine baka baka ucuz, basit, pespaye bir yalan söyledi. Neden? Az önce anlatmaya çalıştığım kaos düzeni, tek adam düzeni nedeniyle devlet yok çünkü. Ortada bir devlet ciddiyeti yok, kimsenin birbirinden haberi yok, kurumlar işlemiyor.

Her şey Saray’a bağlı, Saray’ın da bir tane hedefi var: Demirtaş’ı suçlu göstermek

O anda akıllarına gelen ilk yalan neyse onu söylüyorlar. Kimsenin birbirinden haberi yok kimse ne hesap sorabiliyor ne bilgi belgeyle ilgili takibat yapabiliyor. Her şey Saray’a bağlı. Saray’ın da bir tane hedefi var: Demirtaş’ı suçlu göstermek. Gözlerinin içine baka baka yalan söylüyorlar. Bariz yalan söylüyorlar. İkinci, Murat Karayılan tweeti. Biz sahte olduğunu iddia ediyoruz, mahkemeniz araştırılmasına bile gerek duymadı. O kadar bariz sahte ki bu hesap, ben araştırmaya bile gerek duymuyorum diyor hükümet çünkü etkili olamayacak araştırmıyoruz diye ara kararınız var. Hükümet diyor ki bu hesap araştırılmıştır ve gerçek olduğu anlaşılmıştır. Bak niye böyle bir yalan söylüyor hükümet ya? Hani karşılarındaki AKP’nin talimatıyla çalışan savcı olsa anlarım. 17 ülkenin seçme yargıcı bunlar yahu! Benim babamın çocukları değil, sizin akrabanız değil, benim taraftarım onun da yandaşı değil.

Hükümet AİHM’e savunma sunarken ya da savunmalarına cevap sunarken yalan söylüyor

Şimdi başka bir yargıç bir soru daha sormuş. Burada konuştuğumuz tartıştığımız herşey ileriki aşamalarda yargılamanın konusu başlığı haline gelir diye bu soruları özellikle o yüzden tutanağa geçirmek istiyorum. Diyor ki AİHM yargıcı “İlk sorum başvurucuya. Hükümet müvekkilinizin kendisinin tutukluluğu hakkında karar veren mahkemeye çıkmayı reddettiğini iddia etmektedir. Şayet durum böyle ise başvurunun bu tutumu yargılamanın toplam süresi içindir. Yani hükümet AİHM’e savunma sunarken ya da savunmalarına cevap sunarken bir yalan daha söylüyor.” Diyor ki Demirtaş’ın kendisi mahkemeye çıkmayı kabul etmiyor. O yüzden tutukluluğu sürüyor. Bariz yalan. Oysaki ben mahkemeye çıkabilmek için tam 16 ay bekledim. 16 ay sonra siz huzurda bulunmak istediğimi önceden bildirdiğim bir hale rağmen SEGBİS’le savunmaya zorladınız. Ben de bizzat katılmak istediğimi belirterek SEGBİS’le çıkmadım o zaman. Bu bundan ibaret ama hükümet yine bu konuda çarpıtarak aleni yalan söylüyor. Diyor ki Demirtaş kendisini tutuklayan mahkemeye çıkmayı kabul etmediği için süre uzadı.

Her şey dünya kamuoyunun gözü önünde gerçekleşiyor

Aynı yargıç hükümete soruyor bu defa başka bir şey soruyor. Burada da bizim hükümete sunduğumuz belgelere dayanarak soruyor soruyu. Dikkat edin, dedim ya her şey dünya kamuoyunun gözü önünde gerçekleşiyor. AİHM yargıcı da aşağı yukarı Türkiye'de neler gerçekleştiğini bu tartışmalardan rahatlıkla öğrenebiliyor. Sorusu şu bakın. “Dolmabahçe Mutabakatı’nın yayınlanmasından kısa bir süre sonra (Yani hükümet yetkililer ile partim HDP yetkililerinin Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya gelerek açıkladığı ve İmralı çözüm sürecinin neticelendirildiğini gösteren mutabakat metnini kastediyor.) Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan bir hükümetin terör örgütüyle herhangi bir anlaşmaya varmasının söz konusu olamayacağını söyledi. 7 Haziran genel seçimlerinden birkaç hafta önce Başbakan Yardımcısı Sayın Akdoğan basına şu demeci verdi. Şayet HDP barajı geçerse ki bunun anlamı parlamentoda temsil edilmesidir ve AKP hükümeti iktidarı kaybederse çözüm süreci olmayacaktır. Muhalif bir siyasi parti ile yürütülen çözüm sürecinin temsilcilerinin barajı geçmemesi koşuluyla yapıldığı anlamına mı gelir? Böylesi beyanatlar serbest seçim bağlamında nasıl yorumlanmalıdır?” Yani hakim sorusuyla şuna dikkat çekiyor. Çözüm sürecinin bitirilmesiyle HDP’nin ve başvurucunun suçlanması bağıyla ilgili ne düşünüyorsunuz. Birileri istediği kadar kafasını deve kuşu gibi kuma gömsün. Her şey belgeleriyle süreçte ortaya çıkmış, efendim gelişmeleriyle kayıtlara geçiyor ve bir gün yüzleşmek için yargı önünde hesaplaşmak için de süresini zamanını bekliyor.

Bu kadar pespayelik olmaz

Bize yönelik sorulan sorulara hukuki temsilcilerimden, avukatlarımdan sevgili Kerem Altıparmak yine bu duruşma salonunda avukatlığımı yapan avukatlardan Ramazan Demir, Benan Molu savunmalarını yapıp cevaplarını vermişlerdir. Burada uzun uzun anlatmama gerek yok ama verilen cevaplar sonrası bir hakim ikinci defa soru sorma ihtiyacı duyuyor ve şunu soruyor tekrar. Yine aynı yargıç tekrar soruyor. “83’üncü maddenin birinci fıkrasıyla ilgili sorumu biraz netleştirmek istiyorum. Zira anladığım kadarıyla başvurucu bu hususun hem mahkemede hem de AYM nezdinde dile getirildiğini iddia ederken hükümet dile getirilmediğini söylüyor. Peki bunu bize açıklamak için mahkemeye sunacağınız herhangi bir kanıt var mı?” Kanıtın olduğunu da biliyor. Kanıt sunulması için de avukatlarıma mahkeme başkanı süre veriyor. Kanıt da zaten sizin SEGBİS tutanaklarınız. Ara kararlarınız. Sadece sizin mahkemenizde değil yargılandığım her mahkemede kovuşturma, soruşturma aşamalarının tamamında 83/1 itirazı yaptık. Ama hükümet yalan söylüyor. Ben şahsen utandım, avukatlarım duruşma çözümlerini bana getirince ben utandım. Ya bu kadar da pespayelik olmaz ya dedim bir hükümet adına. Tamam, beni suçlayın işiniz o, orada da nasılsa ortaya çıkacak bariz yalanlar söyleyebilirsiniz. Neden söylerler. İspatlamaya devam edeyim.

‘Sadece güçlü birer yıkıcı olanlar hiçbir zaman büyük birer insan olamaz’

Nasıl bir düzen kurulmaya çalışılıyor ve neden 18’inci Madde siyasi saiklerle işletiliyor anlatmaya devam ediyorum. Size şimdi sunacağım örnekler afaki örnekler de değil. Somut. Bakın Sebastian Haffner’in Hitler Üzerine Notlar diye bir kitabı var. Küçük bir kitap, bu kitaptan birkaç alıntı ile şu anda kurgulanmakta olan sistem arasındaki birebir benzerlikleri ortaya koyayım ki neden 18’inc Maddede kastettiğim ihlal siyasi saik ihlalidir. Diyor ki “Onu (yani Hitler’i) büyük insan olarak adlandırmak muhakkak ki zor geliyor insanlara. Ve bu çok anlaşılır bir durum. Sadece güçlü birer yıkıcı olanlar hiçbir zaman büyük birer insan olamaz. Biliyoruz ki Hitler güçlü bir yıkıcı olarak rüştünü ispatlamıştır. Ve icraatları açısından ağır bir kof olduğunu ve hiç şüphesiz sadece yıkıcılıkla değil her konuda kanıtlamıştır.” Yani Hitler’den söz ederken bir dikta rejimi, tek adam rejimi anayasayı askıya almış, anayasasızlık ve kaos düzenini örgütlemeye çalışmış bir liderin yıkıcılığından söz ediyor. Bir başka yerde şunu söylüyor. Bakın Hitler 38 Kasım’ında Alman gazetelerinin baş yazarlarına verdiği demeçten alıntı yapıyor. Hitler’in konuşması bu, diyor ki “Şartlar beni yıllar boyunca sadece barıştan söz ettirmek zorunda bıraktı.” Yani Hitler pişmanlık duyuyor. Şartlar diyor, yıllarca boyunca beni sadece barıştan söz etmek zorunda bıraktı. Tıpkı bizdeki gibi uzun yıllar barış görüşmeleri ve barış süreçleriyle kamuoyunu mecburen, kerhen, zorunlu olarak oyalaması gibi. Devam ediyor Hitler, “Sadece Almanların barış iradelerini barışçıl niyetlerini durmaksızın tekrarlayarak Alman ulusuna silahlanma imkanı verdim ki o da bir sonraki adımın ön koşulu olarak elzemdi. Bu şekilde seneler boyu sürdürülen barış propagandasını da sakıncalı tarafları var tabii. Çünkü birçok insanın beyninde bugünkü rejimin her koşulda sulhu korumak kararı ve iradesiyle özdeşleştiği düşüncesinin kolaylıkla yerleşmesine neden olabilir. Bu durum sadece bu sistemin kendisine koyduğu hedefin yanlış değerlendirilmesine neden olmaz daha da önemlisi Alman ulusunun uzun vadede mağlubiyeti kabullenmesine yol açabilecek ve bugünkü rejimin başarılarını onun elinden alabilecektir. Şimdi bütün o barış söylemi ve sürecinin tamamını Almanları silahlandırmakla, savaşa hazırlıkla geçirdi Hitler. Hitler’in 1938’de bir halefi yoktu. Kendisi iktidardan düşse ya da yaşamını yitirse yerine gelecek kimse yoktu. Bir halefin seçilmesine yön verecek bir anayasa da yoktu ortalarda. Keza bir halef ortaya çıkaracak tartışmasız haklara sahip herhangi bir kurum da yoktu. Anayasa çoktan kalkmış ama yerine bir başka anayasa konmamıştı. Dolayısıyla devlet aygıtı kendisine bir reis seçme imkânlarından yoksundu. Hitler’in yerine geçebilecek olan halef namzetlerinin hepsi devlet içinde bir devlete yaslanmıştı.

1938 Eylül’ünde bir askeri darbe için neredeyse hazır olan bir ordu vardı. Yani topyekün bakıldığında sadece Hitler’in şahsının bir arada tuttuğu ve onun ortadan kalkmasıyla bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilecek bir devlet kaousudur. Ve bu kaos bizzat Hitler tarafından yaratılmıştı. Yani bir anlamda onun icraatıydı. Sürecin sonunda daha kapsamlı bir yıkıma karışıp gözlerden saklandığı için bugüne kadar fark edilememiş bir yıkım icraatıdır. Hitler devletin işlerliğini, kendi mutlak iktidarı ve ikame edilemezliği lehine bilerek ve isteyerek yıkmıştır. Hem de en başından itibaren.

Bir devletin işlerliği bir anayasa üzerine bina edilir. Bu anayasa yazılı olabilir ya da olmayabilir. Ama 3. Almanya Cumhuriyeti en geç 1934 sonbaharından beri yazılı olan ya da olmayan herhangi bir anayasaya sahip değildi. Ne devletin gücünü vatandaşlar karşısında sınırlayan temel hak ve özgürlükleri tanıyor ve uyguluyordu ne de en zaruri düzeyde olsa bile bir anayasayı yani farklı devlet organlarının yetkilerini birbirlerine karşı sınırlayan ve bunların faaliyetlerinin mantıklı bir şekilde birbirine eklemlenmesini sağlayan bir iç yönetmeliği vardı. Tam aksine, Hitler bilerek ve isteyerek en farklı müstakil muktedirlerin herhangi bir sınır olmaksızın birbirleriyle rekabet içinde olduğu, yollarının kesiştiği yan yana ve karşı karşıya durduğunu bunların tepesinde sadece kendisinin olduğu bir statüko yaratmıştı. Sadece bu şekilde sahip olmak istediği yönlerde sınırsız ve mutlak hareket özgürlüğünü sağlama alabilirdi. Bu yüzden her türlü anayasayı yerine bir şey koymadan yok etti.

O devletin bir numaralı hizmetkarı olmak istemiyordu. O, Führer, mutlak efendi olmanın peşindeydi ve kesinlikle doğru olan şu tespiti yapmıştı: Mutlak iktidar sağlam ve işleyen bir devlet yapılanmasında değil sadece sağlam ve dizginlenmiş bir kaos ortamında mümkündür. İşte bu yüzden de daha en başından devleti bir kaosla ikame etmişti. Napolyon’la yapılacak bir karşılaştırmada Hitler’in durumu öğretici olacaktır. Napolyon da tıpkı Hitler gibi fatih olarak başarısızdır ama bir devlet adamı olarak icarratlarından birçoğu muhafaza edilmiştir. Kapsamlı kanunlar, eğitim sistemi, vilayet ve valileriyle yönetim sistemi, onun eseri ve katı devlet yapılanması ile bugün mevcudiyetini sürdürmektedir Fransa’da. Hem de devlet şeklinde o günden bugüne yaşanan bütün değişikliklere rağmen. Hitler bir devlet yapılanması oluşturamamıştır ve onun on sene boyunca Almanları etkilemiş, dünyanın nefesini kesmiş icraatları kalıcı bir öneme haiz değildir ve iz bırakmamıştır. Sadece bir felaketle sonuçlandıkları için değil zaten hiçbir zaman bir nihailik düşünülerek gerçekleştirilmedikleri için de öyledir. Hitler salt icraat performansı açısından Napolyon’dan daha güçlü bir atletti ama hiçbir zaman bir şey olamamıştır: o da devlet adamı.”

Bu davalar aracılığıyla kurulmasına yardımcı olduğunuz sistem tek adam rejimi

Kurulmak istenen, sizlerin de elbirliğiyle, bu davalar aracılığıyla yardımcı olduğunuz sistem, aşağı yukarı Hitler Almanya’sında kurulmak istenen tek adam rejimi. Bugünkü uygulamalara uzun uzun örnek vermeyeceğim ama heyetinizi birkaç dakika çok dikkatli dinlemeye davet ediyorum. Okuyacağım şeyler çok önemli. Gönül gözüyle dinleyin. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yurttaşı olarak dinleyin. Az önce Hitler’le ilgili okuduğum metinden sonra bunu dikkatle dinleyin. Bu metni yazan da Anayasa hukuku hocamız Kemal Gözler. Yakın zamanda yayınlandı bu metin. Belki sizler de okumuşsunuzdur, fırsatınız olmamışsa okumanızı tavsiye ederim. Kemal Gözler hoca, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin uygulamadaki değeri diye bir raporu bir buçuk yıllık bilanço şeklinde yayınlamış. Burada hiçbir ideolojik tartışmaya girmeden yeni rejimin, yeni yönetim sisteminin işleyişiyle ilgili objektif tespitler yapmış, hem anayasa hukuku hem de idare hukuku açısından. Çok önemli tespitler var ama bizi ilgilendiren birkaç tespiti sizlere okumak istiyorum. Az önce bahsettiğim Hitler’in kurduğu ve devletin yerine ikame ettiği kaos düzenini de unutmadan bunları dinleyin.

Bir yandaş rektör olsun diye 2 yasama faaliyeti, 1 idari faaliyetle değişiklikler yapılıyor

Çok sayıda tespiti geçerek buraya geliyorum. Nuri Aydın isimli şahsın rektörlüğe atanma süreci. Bakın ataması nasıl yapılmış. Nuri Aydın, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış olmalı ki rektör olarak atanabilsin. Kanunlarda böyle bir şart var. Bir profesör üç yıl görev yapmadan rektör olarak görev alamaz. ‘Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör Cumhurbaşkanınca atanır’ şeklinde ilgili madde bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle değiştirilmiş. Yani üç yıllık rektör olma şartı madde metninden çıkarılmış. Bu şart kaldırıldıktan 5 gün sonra İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Rektörlüğüne Prof. Dr. Nuri Aydın atanmış. Neyle? Cumhurbaşkanlığı kararıyla. Diyebilirsiniz bu Cumhurbaşkanının yetkisine verilmiş, 3 yıl şartını kaldırır, iyidir güzeldir bu siyasi bir tartışma olur. Ama burada bitmemiş bu rektör atandıktan, yani 3 yıl şartı kaldırılıp atandıktan hemen sonra yeni bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yeniden üç yıllık şartı getirilmiş. Yani sırf bu rektör için bu şart birkaç günlüğüne kaldırılmış, bunun için iki tane Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ve bir de Cumhurbaşkanı kararı yayınlanmış, ki bunlar parlamentonun yetkilerini gasp eden bir tür yasama faaliyeti aslında ama yeni sistemde bu var. Parlamentoya rağmen bu tür yasal değişiklikler yapabiliyor Cumhurbaşkanı. Yasama faaliyetini gasp etmiş. Üç tane, iki yasama faaliyeti bir tane idari faaliyet sadece bir kişi için yapılıyor. Neden? Yandaş birini İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa’ya rektör yapabilmek için. Diyebilirsiniz ki belki Cumhurbaşkanı bunu çok seviyor. Lise arkadaşıdır, çünkü kendisini üniversite arkadaşı yok, üniversite okumadığı için üniversite arkadaşı olmadığını biliyoruz. Buna çok özel bir torpil geçmiş.

Profesörlüğü olmayan Yusuf Tekin Cumhurbaşkanlığı Kararnameleriyle rektör oldu!

Diyebilirsiniz ki, devasa ülke yöneten Cumhurbaşkanı aynı zamanda partisini de yönetiyor, bir tane de bunu yapmış, olsun. Ama bir tane değil, bir daha yapmış, aradan birkaç ay geçmiş Yusuf Tekin adlı kişinin rektör olarak atanma sürecine başlanmış. Hatta Yusuf Tekin’in bir problemi daha var; üç yıllık profesör olma şartını bir yana bırakın henüz profesör değil. Peki ne yapmışlar? Bu adam doçent. Bir buçuk ay içinde, sadece 44 gün içinde... Müsteşar yardımcısıymış bu adam, müsteşarlık görevinin son ermesi, kendisi için profesörlük kadrosunun ilan edilmesi, kadroya kendisinin başvurması, jüri üyelerinin seçilmesi, jüri üyelerinin raporlarının vermesi, üniversite yönetim kurulunun teklif etmesi, rektörün Yusuf Tekin’i profesörlüğe ataması, rektörlük için üç yıllık şartının yeniden kaldırılması ve Yusuf Tekin’in rektörlüğe atanması... Bunların hepsi 45 gün içinde gerçekleşmiş. Yani Yusuf Tekin’i rektör yapabilmek için iki tane üniversite, akademi dünyası pespaye olacak şekilde devreye girmiş, ilana çıkmışlar, adamı hızla, dünya tarihinde görülmemiş bir hızla profesör yapmışlar. Jüri toplanmış, mülakatlar yapmışlar, rapor hazırlanmış, elden takdim yapmışlar. Adamı profesör yapmışlar fakat yine rektör olamıyor çünkü üç yıllık şart var. Kolay, bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi daha çıkarıp adamı rektör yapmışlar. Yusuf Tekin, rektör olarak atanmış, arkasından yeniden yine bir kararnameyle üç yıllık şart getirilmiş. Şu anda rektör olarak atanmanız için üç yıllık şart yine yürürlükte. İstediği zaman kaldırır, birkaç saatliğine kaldırıp yeniden getirebilir.

Toplam 55 kararnamenin 31’i, geri kalan 24’ünü düzeltmek amacıyla çıkarılmış

Çok sayıda örnek devam ediyor ama çok ilginç bir istatistik var bu raporda. Bir buçuk yıl içinde 55 tane Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarılmış. Bunların 24 tanesi Cumhurbaşkanı Kararnamesi olarak herhangi bir yeni düzenleme içerirken 31 tanesi bu 24 tanesini düzeltmek için çıkarılmış. Yani 24 kararnamenin hepsinde hata ve yanlışlık olduğu için 31 tane yeni kararname çıkarıp 24 tane düzeltme kararnamesi yayınlamışlar. Çünkü ortada devlet yok. Kanundan, hukuktan, idare hukukundan, anayasadan, bürokrasiden anlayan personel yok. Tamamı tasfiye edilmiş. Ne yurt sesini çıkarabilmiş ne de bu rektörler sesini çıkarabilmiş, istisnasız, sıfır.

Korkudan tir tir titreyen bir akademi var

6 ay boyunca harç belirlenmeden oturmuşlar yerlerine, korkudan seslerini çıkaramamış. Bunlar rektör olmuş, profesör, akademi dünyası bunlar. Az önce belirttiğim şekilde rektör olan tipler işte. 6 ay sonra Kemal Gözler, bu hoca, bir makale yazmış. Demiş ki; “Ben mi gözden kaçırdım, yoksa, Cumhurbaşkanının sorumluluğu ve yetkisi dahilinde olan bir husus, tarihimizde ilk defa yapılmadı. Bu sene harçlar belirlenmediği için üniversite harç toplayamıyor, öğrenciler bu durumdan memnun tabi ki, keşke harçlar kaldırılsa” diye. Sonuçta "ne kadar ödeyeceğiz" diyen öğrenciler de bilmiyor. Ama sorabilen kimse yok. Buna cesaret edebilen kimse yok. Korkudan tir tir titreyen bir akademi var. 6 ay sonra Kemal Gözler Hoca’nın yazması üzerine Saray'ın aklına geliyor ve bir kararname çıkarıp, 6 ay öncenin yürürlük tarihi yazıp, yayımlayıp, harçları ödetiyor. Ve üniversiteler de nefes alıyorlar, "oh yarabbi şükür, belirledi artık, harçları toplayabiliriz" diye. Neden? Ortada devlet yok. Hiçbir kurum işlemiyor çünkü.

Akademi bu haldeyken Saray arsaları peşkeş çekme derdindeymiş

Peki, bu harçları unutan, harçların bile belirlenmesini unutan, hatta bazı rektörlükler boşaldıktan 6 ay, 8 ay, 9 ay, 2 ay, 3 ay geçmesine rağmen rektör atamayan, atayamayan, bulamayan “Saray” bakın ne ile uğraşmış? Aynı rapordan okuyorum. Bütün bunları yapmayan, yapamayan Saray şunu yapmış; “14 Kasım 2018 tarihli resmi gazetede yayımlanan 13 Kasım 2018 Tarihli 342 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı, İzmir ili Bornova ilçesi, Ergene Mahallesi, 1959 metrekare yüzölçümlü, 14.049 Ada, 1 numaralı parsele ilişkin etkinlik uygulaması ve imar planı değişikliğinin onaylanması. İki dönüm değil, 1959 metrekare." Yani üzerine bir apartman çıkabileceğiniz bir arsadan söz ediyoruz. Bunun imar planlaması uygulaması için Cumhurbaşkanlığı kararı çıkarılmış. Bornova’da 2000 metrekare bir arsa için.

Erdoğan, Anayasal sistemi tasfiye edip kaos düzeni kurmak istiyor

İşte kurulan sistem bu. Kaos düzeni bu. Ortada bir kurum yok, yargı yok. İyi veya kötü ortada işleyen bir yargı vardı, artık yok. İyi veya kötü işleyen bir bürokrasi vardı, artık yok. Her şey Tek Adam'a bağlı. Tek Adam ne partisini yönetebiliyor ne devleti yönetebiliyor. Bunun zekayla, kapasiteyle alakası yok. Bana da bağlasanız yönetemem. Siz de yönetemezsiniz. Ama Erdoğan’ın tam da kurmak istediği sistem bu işte. Kaos düzeni. Kaos içerisinde, oldu bittiyle her şeyi yapabilmek. Hiçbir şeyi yaptırmamak. Kendisinden ve etrafından hesap soramaz hale getirmek, muhalefeti tümden şok teorisi, şok doktrini ile etkisiz hale getirmek. Bunun adı Anayasal sistemin tasfiye edilmesidir. Bunun adı “bir tür devleti ele geçirme operasyonudur.” Ve bu operasyona HDP’ye yönelik kapsamlı tutuklamalarla düğmeye basılmıştır. Dokunulmazlıkların kaldırılması bunun bir aşamasıdır. Tutuklanmamız bir aşamasıdır. Diğer muhalefet üyelerinin, insan hakları savunucularının, gazetecilerin tutuklanması bu amaçladır. Darbe gerekçesinin arkasına sığınarak, muhalif yayınların, gazetelerin, televizyonların, internet sitelerinin kapatılmasının amacı budur. Üç yıldır avukatlarımla birlikte size anlatmaya çalıştığımız ve sizin koruduğunuz, sizin devletin bekası diyerek “Demirtaş içerde kalmalı, yoksa devletin bekası için tehdit olur" gizli saiki budur. Korktuğunuz beka budur. Bu bir kaos düzenidir. Irkçılığa, faşizme, ranta, hırsızlığa, talana dayalı bir düzendir.

Ankara Cumhuriyet Başsavcısı ve yardımcıları ikinci tutuklamayı bizzat örgütledi

Bakın devam edeyim. Benimle ilgili bu operasyonun bizatihi yürütücüsü olan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, Başsavcının kendisi ve yardımcıları, bu operasyonun bir parçası haline geldiler. Nasıl? İkinci tutuklamayı bizzat örgütleyerek. Şimdi dedim ya, bir sürü itirafçı geliyordur veya pişmanlık için geliyordur. Aralarında hakim var, HSYK üyesi var, yüksek yargı üyesi var. Efendim "bu insanlar onursuzdur" demiyorum. Pişmanlık duymuştur ve gelip belirtiyorlar. Size diyorum ki, daha bugünden pişmanlık duyanlar var, anlatanlar var, bugünden. İkinci tutuklamanın nasıl yapıldığının bütün detaylarını biliyorum. Bütün detaylarını biliyorum. Bulunduğum yüksek güvenlikli bir cezaevinden biliyorum. Ama günü gelecek. Başsavcı Yüksel Kocaman ve Hüseyin Bey (Soyadını bilmiyorum) bu operasyonun bizzat örgütleyicisidirler, haklarında arkadaşlarım suç duyurusunda bulundular. Biz HSK’ya göndereceğiz. Yarın öbür gün hukuk önünde hesabımızı göreceğiz.

Bir başsavcı Cumhurbaşkanı ile görüştüyse ne görüştüğünü açıklamak zorunda

Kimdir peki bu başsavcı? Kayıtlara geçsin. Yarın AİHM’de yeni bir dava konusu olacak. Dava esastan tekrar gidecek oraya. İkinci tutuklama, tekrar gidecek oraya. Bakın, örneğin; 22 Kasım 2018, AİHM’in benimle ilgili kararı açıkladığı gün. Başsavcı Saray'da, AKP’nin Genel Başkanı ile yanyana çekilmiş fotoğrafı, kendi sosyal medya hesabından ve Saray'ın sosyal medya hesabından yayınlanmış. AİHM’in kararının açıklandığı gün. Ertesi gün kararın uygulanmadığını sizin ağzınızdan duydum. Duruşmada da yok. Ve Adalet Bakanı da, Dışişleri Bakanı da bizatihi çıkıp bu kararı uygulamayacaklarının, kesinleşmenin bekleneceğini söyledi. Kararı tanımadığını da AKP Genel Başkanı ilan etti. Duruşmaya çıktığımızda da siz de bunun aynısını hukuki terimlerle birebir gerekçenize yazdınız.

Ne demiş Başsavcı: "Sayın Cumhurbaşkanımızla dün akşam, Saray'da çektik". Başsavcı, Cumhurbaşkanı ile görüşür mü? Görüşür. İşi olur görüşür. Niye görüştüğünü bilen var mı? Bir Başsavcı Saray'la, bir partinin başı veya yürütmenin başı ile niye görüşür? Açıklaması lazım. Ama “Sayın Cumhurbaşkanımızla, Saray’da…". Bu kadar. Ne konuştun kardeşim? Bunu duyuruyorsan açıklaman gerekir. "Şu gündemle gittim. Şu konuları görüştüm". Sen bir yargı mensubusun. Tamam, tarafsız değilsin. Ama Anayasa'ya göre soruşturmayı yürütürken tarafsız olma zorunluluğun var. Bu adam benim siyasi rakibim. Bu adam beni şikayet etmiş, tutuklatmış adam. Bu adam, sana gece gündüz meydanlardan talimat yağdıran adam. “Demirtaş katildir” diye. Sen bu adamla benim davamın kararının açıklandığı gün görüşüyorsan gerekçeni açıklayacaksın.

Peki Yüksel Kocaman bundan ibaret olsaydı dile getirir miydim? Hayır tabi ki. Görüştü Cumhurbaşkanıyla ne yapalım yani, hakimler de Saray'a gidiyor. Adli yıl açılış törenine hepsi gidiyor. O da gitmiş, tebrik vs. Fakat Yüksel Kocaman memleketi Zonguldak’a gidiyor. Örneğin; Yeni Adım gazetesi, Zonguldak yerel gazetesi, 25 Ekim 2018 tarihinde, şu haberi geçiyor; “Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman, AKP Zonguldak milletvekilleri Polat Türkmen, Ahmet Çolakoğlu ve Hamdi Uçar’ı makamlarında ziyaret ediyor. Yüksel Kocaman, Milletvekili seçilmeleri nedeniyle Polat Türkmen, Ahmet Çolakoğlu ve Hamdi Uçar’a hayırlı olsun dileklerini iletip, başarılar diledi. Polat Türkmen, Ahmet Çolakoğlu ve Hamdi Uçar ise ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirerek Yüksel Kocaman’a teşekkür ettiler." Üç AKP milletvekili ve Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, diyebilirsiniz ki; “Kendi memleketinden seçilmiş milletvekillerini tebrik etmiş ne olacak?” İyi de, iki tane de CHP milletvekili seçilmiş Zonguldak’tan. Onları ziyarete gitmiş mi? Hayır. Buna da kılıf bulabilirsiniz. Dersiniz ki “bir Savcı, Milletvekili ile görüştü diye suç mu işlemiş olur kardeşim?” olmaz, suç değil. Fakat aynı ziyarette Devrek’e yaptığı, kendi memleketine, 30 Mart seçimleri sürecinde kendi ilçesine yaptığı ziyaretteki fotoğrafta kimler var? Ona bakın. AKP’nin adayı Sezai Büklü, yani bu adam Belediye Başkan dayı. AKP’nin Devrek Belediye Başkan Adayı. Seçim kampanyasını ziyaret etmiş ve bir de fotoğraf çekmişler. Seçim kampanyasında. Ortadaki Ankara Cumhuriyet Başsavcısı.

Devran dönüyor, hesap vereceksiniz

Etrafındakiler de AKP yöneticileri gitmiş AKP belediye başkanını ziyaret etmiş. Diyebilirsiniz ki “ya belediye başkanını başsavcı ziyaret eder”. Doğru, karşılıklı bir ziyaret edilir ama CHP’li belediye başkanı da var. “Onu ziyaret etmemiş” yahut diyebilirsiniz ki “sevmiyor onu”, peki, sevmesin onu fakat ziyarette AKP ilçe başkanıyla ilçe yöneticisi var! Bunlar hangi yetkili de yanlarında Ankara Cumhuriyet Başsavcısı var? Bu fotoğrafları gizli arşivlerden bulmadık sosyal medya hesaplarından bulduk. Zonguldak yerel medyasında yayınlanıyor. Bu adam beni tutuklatan operasyonu yönetiyor. Ailesi AKP’li; gizlemiyor, saklamıyor. Bir kumpas davasıyla, bir nifâ soruşturmasıyla zanlı olmadığım, efendim ne deniyordu hukukta şüpheli olmadığım bir dosyada beni yasadışı bir şeyle şüpheli ilan ediyor. Aynı şekilde eş başkanım Figen Yüksekdağ’ı şüpheli ilan ediyor. Dikkatinizi çekerim kamuoyu duysun diye söylüyorum; o gün nöbetçi olmayan bir sulh ceza yargıcını hastanedeyken hastanede telefonla arayıp acele geleceksiniz deniliyor. Bu yargıç hastanede, hastane kayıtları var, nöbetçi değil. Geliyor ben ve Figen Yüksekdağ’a tutuklama kararı çıkarılıyor ve tutuklama kararı çıkarılana kadar kendisi Ankara Adliyesini terk etmiyor. Yüksel Kocaman ancak tutuklama kararı çıkınca adliyeden ayrılıyor. Derdin ne senin? Ben biliyorum derdini de ama senin o güvendiğin saraydan büyük Allah var Yüksel Kocaman. Devran dönüyor, dönüyor, devran dönüyor. Halk var halk, millet var. O sandık kurulduğu gün o güvendiğiniz dağlara kar yağacak. Bunların hepsinin hesabını yargı önünde vereceksiniz. “Biz Demirtaş’ı içeri attık Figen’i içeri attık, İdris Balukeni içeri attık. Oh iyi yaptık, yalandık birilerine oh keyif kebap Zonguldak’da da istediğimiz her şeyi yaparız. Hem AKP çalışmalarına katılırız, HDP’lileri de tutuklatırız. Her şey kapanır gider”. Yok öyle bir dünya! Bunların hepsinin hesabı hukuk önünde verilecek. Günü gelecek…

Tayyip Erdoğan rejiminin tek faydası ne biliyor musunuz? O yenildiğinde onun etrafındakilerin tamamı yenilmiş sayılacak. En güzel yanı budur. Ona güvenen herkes yenilmiş sayılacak. Onunla birlikte hareket eden herkes o seçimde yenilmiş sayılacak ve hukuk işlemeye başlayacak. Öyle bir itirafçılar çıkacak ki, pişmancılar... Demirtaş boş konuşmaz geçmiş konuşmaları vardır. Her biri birer birer çıkıyor. Öyle bir pişmancılar çıkacak ki bu dosyaları kim kime nerede fısıldadı nerede konuşuldu ne yapıldı sorumlusu kimdi ve günü geldiğinde milletvekilleri gerektiği yerde müdahil sırasına oturacak. Tek tek anlatacağım, belgeleriyle, kanıtlarıyla... Sabırlıyım ben sabrediyorum çünkü kaybetmiyoruz kazanıyoruz.

Biz demir leblebiyiz, bizi çiğnedikçe dişlerin dökülür dedik, Ankara, İstanbul, Adana, Antalya döküldü

Şunu demiştim ben, çok iyi hatırlıyorum grup toplantısında; “Recep Tayyip Erdoğan, bizi başkalarıyla karıştırma, biz demir leblebiyiz, bizi çiğnedikçe dişlerin dökülür. Yapma" demiştim. Peki, kendisi çiğnemek istedi, şimdilik Ankara dişinde döküldü İstanbul dişinde döküldü, Adana döküldü, Mersin döküldü, Antalya döküldü. Döküldü de döküldü. Tek dişi kalmış canavara dönüştün, artık bir dişin kaldı. Onu da sabretme metanetini göstereceğiz, güvendiğimiz bir halk var, arkamızda milyonlar var. Türkiye toplumunun bütün ezilenleri var, yoksullar var, emekçileri, namuslu insanları var. O dişini o gün çekeceğiz. Sandık kurulana kadar. Son olarak hukuk işlemine başladığında ülke nefes alacak.

Vallahi yıkılmayan iktidar yok tarihte

Ben bugün "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 18. maddesini ihlal ediyorsunuz" derken tam da buna dayanarak söylüyorum; bu saikle, bu amaçla yapıyorsunuz. Koruduğunuz, kolladığınız sistem ya da sistemsizlik, düzensizlik kaos tam olarak budur işte. Bunun hiçbir kimseye bir güvence oluşturmayacağını, hiç kimseyi kurtaramayacağını buradan söyleyeyim; ölürüm kalırım tutanaklara geçsin. Bunun hesabı sorulacak. Yargı işleyecek, hukuk işleyecek yok öyle yağma. "İstediğimi yaparım, istediğim kararı alırım, AKP çalışmalarına katılırım, ondan sonra gelir HDP'lileri, Demirtaş’ı, Figen’i de sıfırlatırım, operasyon çekerim, kimse de bana bir şey yapmaz, arkamda Saray var" demek. Vallahi yıkılmayan iktidar yok tarihte. Sultan Süleyman da gitti Büyük İskender de. Kanuni Sultan da gitti Fatih de Napolyon da gitti George Washington da Erdoğan da gider. Tarihte İsa'dan sonra diye bir şey var İsa’dan sonra; Tayyip’ten sonra diye bir şey olmayacak mı? İsa gitti İsa’dan sonra oldu AKP sonrası da olacak. Bugün yarın, 1 sene 5 sene hiç fark etmez. Tarihte 3-5 sene azdır ama o gün geldiğinde yüzleşme, hesaplaşma, demokrasi adına hukukun üstünlüğü adına çok net olacak. Siz bilirsiniz, boyun eğdik mi bugüne kadar, eğmedik tek bir arkadaşım gözünü kırptı mı içeride, af diledi mi? Suçumuz günahımız yok nasıl böyle bir şey yaparız bundan sonra da yapmayacağız, canla başla demokrasi için özgürlükler için direneceğiz, dik duracağız. Boyun eğersek uzun sürer, dik durursak kısa sürer ben kısa süreceğine canı gönülden inanıyorum. Çünkü gelinen nokta itibariyle artık sürdürülemez bir sistem.

Hayatımız boyunca tek kuruş çalmadık

Batan geminin malları gibi saldırıyorlar her yere. Az buz değil GSMH’nin kat be kat zarara uğratıldığı konuşuluyor. Çünkü hesap soracak, sorabilecek irade yok. Denetleyebilecek Sayıştay, Danıştay yok. Parlamento, denetlemiyor. Bir savcı çıksa bunları soruştursa anında tutuklanır. İnanılmaz boyutlara ulaşmış durumda, korkunç. Hani Turgut Özal’ın deyimiyle benim memurum işini bilir. Tolere edilebilir bir rüşvet çarkından bahsetmiyorum. Devletin bütçesi kadar soygun, talan yapılıyor. Müteahhitlerce, bürokratlarca, yargı alanında korkunç boyutlarda ve insanlar açlıktan intihar etme noktasına geliyor, neden bu anlaşılmıyor? Yaptığınız işlerin hepsi buna hizmet ediyor. Büyük bir hata, büyük bir yanlış. Biz hayatımızda bu devletten bu milletten kuruş çalmadık, kuruş. Tenezzül etmedik. Böyle bir ahlaksızlık aklımıza gelmedi. Yönettiğimiz belediyelerde, eşbaşkanlıkta, milletvekilliğinde hiçbir arkadaşımız asla tenezzül etmedi böyle şeylere.

Televizyonlarda bize hakaret edip ihale alıyor

Bizim tarihimizde yolsuzluk bulamazsınız, yoktur. Akrabalarımızı belediyelerde ihalelerin peşinde koşturup, rant peşinde koşmadık. Bunları yapmayan tek bir AKP yöneticisi bulamazsınız. Yok böyle bir şey, yapıyorlar. Bir de pervasızca vatan, millet, bayrak, şehit edebiyatı yapıyorlar. Onları korumak için belediye başkanlarımızı hapiste tutuyorsunuz. Demokratları, solcuları, sosyalistleri, düzgün muhafazakar müslümanları hapiste tutuyorsunuz ve bunlar utanmazca televizyon televizyon dolaşıp bize hakaret ediyorlar. Bizi; katil, terörist, vatan haini ilan ediyorlar. Televizyondan çıkınca telefonlarında hangi ihaleyi aldık, hangi krediyle kopardık, kimden hangi rüşveti kopardık tartışmalarını yapan tipler bunlar. Yazık, yazık.

Durduramayacaksınız; biz bu ülkede kendimizi yöneteceğiz

Bu halk bana ve arkadaşlarıma güvenmişse biz bu mücadeleyi sonuna kadar götüreceğiz. Evet, adım Selahattin Demirtaş, bir işçi çocuğuyum, anamın babamın okur-yazarlığı da yoktur. Fakat ben ve arkadaşlarım bu ülkeyi yöneteceğiz. İddialıyız, kararlıyız. Büyük bir demokrasi gücü ve oyla geleceğiz ve bu ülkeyi biz yöneteceğiz. Bana bir tane değil, bin tane müebbet verseniz de durduramayacaksınız. Bir defa değil bin defa tutuklasanız beni, Figen Yüksekdağ’ı durduramayacaksınız. Gece gündüz Soylu’nun üzerimize saldırttığı gayri resmi çeteleri HDP’yi her yerde boğmaya da çalışsa durduramayacaksınız. Binamıza, kapımıza kilit de vursanız bizi durduramayacaksınız. HDP, halktır halk. HDP bir bina değildir, bir kişi, bir isim değildir. Durduramayacaksınız, biz bu ülkede kendimizi yöneteceğiz. Bağımsız yargıyı, bağımsız medyayı, bağımsız akademiyi de sağlayacağız.

Kitlesel bir paranoya haliyle talan ediyorlar

Kürt’üyle Türk’üyle el ele vereceğiz; ülkeyi yeni baştan inşa edeceğiz. Ne zaman mı? Çok yakında. İddia ediyorum çok yakında, uzun sürmeyecek. Çünkü bu kaos düzeni sürdürülebilir değil. O gün geldiğinde hep birlikte başka bir şey konuşacağız. Benim dileğim temennim o gün geldiğinde herkesin başı dik olsun. Bu işin şakası yok. Çocuk oyuncağı değil. Bütün dünya dengelerini etkileyen siyasi operasyonlar yapılıyor Türkiye’ye. Sadece Demirtaş üzerinden değil. Yargı eliyle çok önemli sonuçlar doğuran siyasi operasyonlar yapıldı ve bunlar hükümet veya devlet kazançlı çıksın diye değil; O, partisi ve etrafındaki kişiler kazançlı çıksın diye yapıldı. O güruhun tamamı birbirine bakarak şu psikolojiye girdi: Yahu bu çalıyorsa ben niye çalmayayım, o götürüyorsa ben niye götürmeyeyim. Zaten zaman az kaldı, hükümet gidiyor. Götürebildiğimiz kadar götürelim. Kitlesel bir paranoya haliyle saldırmaya başladılar. Talan ediyorlar, talan. Talan, başka bir şey değil. Buldukları her yerden rüşvet yolsuzluk akıyor.

Halk kararını vermiş, biz o günü bekliyoruz

Böyle mi gidecek, hayır. Halk kararını vermiş durumda, biz de onu günü bekliyoruz. O gün gelecek sandıklar kurulacak ve ülkenin büyük çoğunluğu bu kaotik düzene dur diyecek. Bu dava asıl o zaman görülmeye başlayacak. Siz bu aşamada hangi ara kararları ve kararları verirseniz verin, asıl dava o zaman görülmeye başlanacak. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığından başlayarak, Ankara ve İstanbul Başsavcılıkları, aradaki istinaf üyeleri, bazı ağır ceza üyeleri ve Anayasa Mahkemesi Üyeleri, bu komploya nasıl dahil olmuşlar bunu ispatlamaya gerek yok, tutanaklar ortada göreceksiniz. Avukatlarımın mazeretini geçen celse kabul etmediniz. Savunma kısıtlama ara kararınızı geri alın. Yanımda oturan kız kardeşim avukat, Diyarbakır’da avukatlık yapıyor. Kendisinin eşi, aynı zamanda bir sivil toplum örgütü temsilcisi ve propagandadan, sosyal medya hesabından attığı bir tweetten yargılanıyor.

Demirtaş üzerinden Saray’a hoş görünmeye çalışanlar büyük suçlar işliyor

Geçen gün ailem buraya gelirken trafik kazası yaptı. Annem, babam, kardeşlerim yaralandılar. Üç gün Çorlu’da hastanede kaldılar. Kardeşim de yanlarındaydı. O gün duruşma vardı, mazeret iletti. Mahkeme Demirtaş soy ismini duyduğu için mazeretini kabul etmedi. Mahkeme, mazereti kabul etmediği gibi eşine 1.5 yıl ceza verdi. Demirtaş soy ismini gören her hakimin buradan bana ne rant çıkar diye gözleri fıldır fıldır açılıyor. Demirtaş’ın eniştesini yakalamışım tabii ki bir ceza basayım. Demirtaş’ın kardeşi de avukatmış, efendim ailesi de trafik kazası geçirmiş bana ne. Kendisi duruşmaya gelemiyor, basında her yerde kaza haberi geçiyor, buna rağmen hastane tutanaklarıyla beraber gönderiyor dilekçesini, hakim mazeretinin reddine değil hükme karar veriyor. Durum budur, vehamet bu boyutlarda.

Demirtaş üzerinden Saray’a hoş görünme rantı elde etmeye çalışanlar büyük suçlar işliyorlar

Az önce anlattım, tacizci, tecavüzcü, hırsız, talancı mağdur olmasın diye 1-2 ayda serbest bırakılıyor, beraat kararları veriliyor. Büyük paralar dönüyor. Büyük rüşvetler dönüyor. Evet bunların hepsi bir gün ortaya çıkar. Demirtaş üzerinden Saray’a hoş görünme rantı elde etmeye çalışanlar büyük suçlar işliyorlar. Bunların hepsinin ileriki aşamalarda AYM ve AİHM aşamalarında çok bariz bir şekilde Madde 18 ihlalini çıkaracağını düşünüyorum. Farkı şu olacak. İfade özgürlüğü ihlali bir yargıcın yorum hatasından kaynaklıdır. Öyle diyelim, kasıt yok diye düşünelim. Gösteri hakkı ihlali bir kamu görevlisinden veya uygulama hatasından kaynaklıdır diyecek. AİHM’de çıkmış 18 ihlali ise bir yorum hatası değildir, suçtur. Siyasi saiklerle birini tutuklamak ve yargılamak aynı zamanda suçtur, ciddi bir suçtur hem de. Dikkatinizi çekiyorum, bu sıradan basit bir ihlal olmayacak AİHM’de çıkacak herhangi bir karar ileride yapılacak yargılamaların en somut mahkeme kararıdır. Anayasa’nın 90. maddesi gereğince de, AİHM’de alacağınız bir karar iç hukukla çeliştiği her yerde üstün norm hükmündedir. Bu suçtur ve bunu yapanlar her kimse onların suçlu olduğunun tescili olacak. Bu öyle basit bir ihlal değil. Bütün ülkeyi ve Orta Doğu’yu etkileyecek siyasi operasyonlar yapacaksınız ve bu mahkeme kararıyla sabitlenecek. Bu ağır suçtur çünkü o hükümetin yaptığı bütün icraatlara cürümlere ortak olmuş oluyorsunuz.

Hiç sahte cumhurbaşkanı duydunuz mu, diplomasız olan?

Cürümlerin en sarsıcısını söyleyeyim size; sahte avukatı duydunuz değil mi? Var, çıkıyor yakalanıyorlar. Sahte doktorlar, sahte cinci hocalar falan da var. Hiç sahte cumhurbaşkanı duydunuz mu? Diplomasız. Hiç şakası yok bu işin. Geriye doğru işlemlerin çoğu mutlak butlan şeklinde şekilde iptal edilecek. Seçilme yeterliliği olmayan, aday olma yeterliliği olmayan biri hepimizin gözü önünde cumhurbaşkanı yapıldı. Diploması yok, üniversite hayatı yok, üniversite arkadaşı yok, üniversite hocası yok, üniversitede çekilmiş bir fotoğrafı yok, üniversiteye dair bir hatırası yok. Erdoğan’ın ilkokul arkadaşları bile asgari müsteşar oldu. Bakan olanlar, genel müdür olanlar. Az önceki Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman’ı nereden tanıyoruz? Onu unuttum söylemeyi. En önemli kısım. Kendisi Pınarhisar Cezaevi Savcısı. Erdoğan’ın hapiste olduğu dönemde cezaevi savcısı ve mangal partisi yapıyorlar cezaevinde. Savcı Beyin bu konuda bir şaşırmışlığı da var. Tayyip Erdoğan’ın bir arkadaşının hatıralarını yazdığı bir kitaptan öğreniyoruz. “Bir Liderin Doğuşu” diye bir kitap yazıyor. Bakın kitapta ne geçiyor: “Bir gün Kömür Restoran’ın sahibi Erhan Şenol aracılığıyla haber göndermiş. Reise balık ziyafeti çekmek istiyor. (Reis dediği Tayyip Erdoğan, Pınarhisar Cezaevi’nde kendisi.) Tamam dedim, bir minibüs getirdiler. Ocakları var, dışarıda pişirip içeri servis yapacaklar. Fakat o gün de nasıl bir rüzgâr var anlatamam. Ocaklar bir türlü doğru dürüst yanmıyor. Dedim alın ocakları içeriye. İki aşçı, iki ocak, iki garson, tencere, tabak, kap kacak ne varsa aldık içeriye. Aşçılar pişirdikçe servis yapıyor. Biz afiyetle yiyoruz. Sofrada kim var, bu savcı. Yemeğin bitmesine doğru savcı şu arkadaşlar hangi koğuştan diye soruyor. Hasan da diyor ki kimi kastetmiştiniz Savcı Bey? Savcı da diyor ki, şu ikisini soruyorum, elleriyle göstererek.

Savcı Bey müsaitse buyursun bize de gelsin, burada bir mangal partisi yapalım

“Papyonlu olanlar. Hasan da diyor ki, ha onlar mı onlar garson sayın savcımız. Servis için buradalar mahkum değiller. Savcı önde “Dışarıdan mapushaneye adam mı aldınız, bunu mu demek istiyorsunuz” diyor. Evet diyor. Şaşa kaldı baktı diyor.” Yani savcı Erdoğan’a düzenlenen dışarıdan getirilen garsonların servis yaptığı mangallı balık partisine katılmış. Benim iddiam değil orada kitapta yazıyor kendisi de yalanlamamış. Şimdi Ankara Cumhuriyet Başsavcısı. Savcı Bey müsaitse haber gönderiyorum buyursun bize de gelsin. Burada bir mangal partisi yapalım. Madem herkese eşit biz de bir mangal partisi yapalım konuşalım tartışalım. Bakalım herkesle yapabiliyorsan madem. İşte dedim ya Erdoğan’ın şoförü bile vekili olmuş. O dönem ki Pınarhisar Gardiyanı bürokrat oldu. Lisedeki İmam Hatip arkadaşları parti genel başkan yardımcısı oldu, belediye başkanı oldu. Üniversite arkadaşlarından birşey olan birini duyan var mı?

Sahte bir Cumhurbaşkanı tarafından yönetiliyoruz

Ben buradan çağrı yapıyorum. 82 milyon yurttaş içinde "ben Recep Tayyip Erdoğan’ın üniversite arkadaşıydım" diyen biri var mı? "Yahu kardeşim biz bununla yan yana oturduk, sınava birlikte girdik, yemekhanede birlikte yemek yedik" diyen bir Allah'ın kulu var mı? Bu bir şaka değil sahte cumhurbaşkanı tarafından yönetiliyoruz. Şakası yok buna göz yumuldu. Bizi içeri attırdı bu adam baskıyla, hileyle referandumu geçirdi. Arkasından seçimi yaptırdı bir kez daha kendisini Cumhurbaşkanı seçtirdi. Her şey sahte, yalan, her şey kumpas. Bu böyle mi gidecek peki? Bunun üstü kapatılacak mı? Ve bu sahte Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimini sistemini değiştiren anayasa değişikliği yaptı. Biz onun söylemleri üzerine tutukluyuz.

Biz buradan da senin siyasi hayatına mutlaka ama mutlaka son vereceğiz

Şunu dedi adam yahu; 21 Eylül 2019, Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’da festivalde konuşuyor. Diyor ki, “Buradan Kandil’e sesleniyorum. Terör örgütünün yanında içinde ve onlara siyasi destek olanlara sesleniyorum. Bu ülkede katil aranıyorsa bunun adresini sormaya gerek yok bunlar biliniyor. Bunlar da parlamentoya kadar sızmış olanlar. Kimseye anlatamazsınız. Ve sokağa insanları çağırıp ondan sonra Diyarbakır’da 53 evladımızı öldürenleri bu millet unutmuyor unutmayacak da. Sonuna kadar bu işin takipçisiyiz. Bunları bırakamayız. Eğer biz bırakırsak ebedi alemde şehitlerimiz bize bunun hesabını sorar.”

Bu adam bunu söyleyebiliyor bakın. Figen Hanım’a. Biz bunu bırakamayız diyor. Tabii bırakamaz. Ama biz buradan da senin siyasi hayatına mutlaka ama mutlaka son vereceğiz. Korkudan bizi bırakamazsın çünkü senin bütün sahteliğini ortaya döküyoruz. O kadar kinlisin, o kadar öfkelisin ki herhalde kanımızı içsen doymazsın. Ama senin işlediğin suçları bu laflar örtemez.

53 kardeşimizin ikincisinin adını say desem bilmez

Yok bilmem 53 kardeşimizi öldürtmüşmüş. 53 kardeşimizin ikincisinin adını say desem bilmez. Yasin Börü sömürüsü dışında başka bir şey yapmazlar. "53 kardeşimizin 44’ü HDP’lidir" desem bilmez. Umurunda değil. Ne kardeşi ne vatandaşı ne milleti ne canı umurunda. Onun için olan önemli bunu sömürebilmek, siyasi çıkara dönüştürebilmektir. Bu adam bunu söyledikten sonra kendisiyle Pınarhisar Cezaevinde mangal partisine katılmış olan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı bu soruşturmadan beni tutuklatıyor. Kumpas olduğunu söylemek, iddia etmek çok normal. Bunu söylememek bunu düşünmemek saflıktır. Böyle değil demek saflıktır.

Bu davanın kamuoyundaki algısı Uykusuz Dergisi’nin kapağındaki gibidir

Bakın avukatımın elinde varsa mahkemeye de sunulmasını istiyorum. Belki zamanınız olmamıştır okuyamamışsınızdır. O zamanki Uykusuz Dergisi'nin kapağıdır. Mizah dergileri Türkiye’nin en ciddi yayın organlarıdır. En ciddi konuları orada görürsünüz, gülmece değildir sadece. Ne diyor biliyor musunuz, iki hakim oturmuş karşı karşıya. Karikatürün başlığı şu: Selahattin Demirtaş tahliye olacakken aynı davadan tekrar soruşturma açılarak yeniden tutuklandı. Ve bir hakim diğerine diyor ki, "bu dava artık adamı içeride tutmuyor", diğeri de diyor ki "bi kapatıp aç bakalım". Konu benim hapiste olmam olmazsa çok komik aslında. Ama aynı derecede trajik. Bunu ben söylemiyorum bakın, kamuoyundaki algımız bu işte. Uykusuz Dergisini ben yönetmiyorum. HDP’nin yayın organı değil, part - ime falan bağlı değil. Ama kamuoyundaki algıyı gösteriyor. Gelmiş iki hakim oturmuş "bir aç kapat bakalım belki olur" diyor. Mevcut durumunuz budur. Savunmalarını yaptığım her fezlekede, heyetiniz bütün bu anlattıklarımı düşünerek savunmalarımı dinlemelidir.

Yargılama biçiminizle yargılamayı bir suç pratiğine dönüştürdünüz

Benim size bir siyasetçi, bir hukukçu olarak ve davanın sanığı olarak naçizane tavsiyemdir. Aman aman bulaşmayın bu suçlara. Daha fazla bulaşmayın çünkü yargılama biçiminizle bir suç pratiğine dönüştürdünüz. AİHM ne karar verecek göreceğiz. Oradan çıkacak karar ileride başınızı ağrıtır. Kimseye güvenip sakın sakın suça bulaşmayın. Cumhuriyet Başsavcıları gibi ya da bize kumpas kuran savcılar gibi sakın yapmayın. Bu işin sonu yok. Öyle söyleyeyim, kimsenin yanına bırakmam bunu. Ben ölürüm avukatlarım bırakmaz, çocuklarım, milletvekillerim, halk bırakmaz hesabını sorar. Ama ille bir gün o hesap sorulur. Biri sandıkta, biri yargıda; her şeyin bir sırası var.

Bu sıradan bir dava değil, sıradanlaştırılmaya çalışılmasına da asla tahammülümüz yok

Günü geldiğinde isterim ki şu yapılmış olsun; evet şu yargıçlar, şu savcılar, şu mekanizmalar ağır baskı altında bunu yaptılar ve bir yerden sonra da düzeltmeye çalıştılar. Ama bu işi gönülden severek, çıkar için veya tarafgirlik için yapanlarla kesinlikle hesaplaşacağız. Çoluk çocuk davası değil, ben parlamento üyesiydim, 12 milletvekili arkadaşımla birlikte gece yarısı evimiz basıldı, evimizden kaçırılıp hapse konulduk. Bu iş sıradan bir şey değil, sıradan bir dava değil sıradanlaştırılmaya çalışılmasına da asla tahammülümüz yoktur.

Ben halktan ve HDP yönetiminden başka hiç kimseden talimat almadım, almam

Bu olağanüstü koşullarda yapılan yargılamalarda da asıl tartışmamız gereken mevzu, son birkaç saattir altını çizdiğim AİHM 18’inci Maddesinin açık aleni ihlalidir. Doğru olan şey heyetinizin gücü yetseydi şu anda derhal beraat kararı vermekti. CMK’daki derhal beraat hükümlerine dayanarak bu aşamadan sonra savunmalar deliller falan filan itin bir tarafa, bu dosya derhal beraat ettirilecek bir dosyadır. Çünkü dosyada örgüt üyesi, yöneticisi talimatı aldığıma verdiğime dair tek bir delil bulamazsınız. Birkaç tane sahte delil sıkıştırmışlar araya onlar da çürüdü gitti. Ben kendimi biliyorum. Ben halktan ve HDP yönetiminden başka hiç kimseden talimat almadım, almayı da kabul etmedim. Talimat almayı isteyenlere her yerden talimat verirler. Bu işin doğası böyledir ama ben yapmadım yaptırmadım. Kabul etmem, siyaset tarzıma kişiliğime de aykırıdır. Halkın iradesinin üzerinde hiç bir iradeyi tanımam.

Bu saatten sonra sizin değil beraat kararını, beraat kararının B’sini bile kurma şansınız yok

O yüzden içim çok rahat, 50 bin tane kumpas kursanız benim örgüt üyeliğim veya yöneticiliğimle ilgili bir şey tutturamazsınız. Ha propagandayla ilgili. Yaptığım konuşmaların tamamının arkasındayım. Tamamının. Ama hiçbiri ne şiddet ne terör ne kaos ne silah ne bomba övgüsüdür. İçinde eleştiri olan vardır, izaha çalışan vardır, yanlış anlaşılmaya müsait olan vardır ama tek bir şiddet övgüsü bulamazsınız, ırkçılık bulamazsınız, şiddete teşvik bulamazsınız. Dolayısıyla mahkemenin yapması gereken daha ilk baştan itibaren derhal beraat kararıydı. Fakat bu saatten sonra sizin değil beraat kararını, beraat kararının B’sini bile kurma şansınız yok. Bitti o şans.

56 değil 56 bin kişi ölse umurunda değil, yeter ki iktidarına zarar gelmesin.

Getirdiğiniz nokta itibariyle Saray'ın kurduğu tahakküm, kamuoyunda yarattığı algı her gün yaratılmaya devam ediliyor. Her gün yazılıyor çiziliyor. "Demirtaş 54 kişinin katili, 53 kişinin katili, 51 kişinin katili, 43 kişinin katili…" Tam rakamı da bilmiyorlar. Tayyip Erdoğan bile bugüne kadar iki kez üst üste aynı rakamı ifade etmemiştir. Zannedersiniz elma armuttan söz ediyor. Yahu 53 kişinin katili ile 54 kişinin katili arasında bir tane kocaman insan var yahu. Ona bari saygınız olsun. Bazen 55 kişinin katili ilan ediyor beni, bazen 44 kişinin. Bir bakıyorsunuz ki 56 kişinin katili olmuşum. Bunların hepsini Erdoğan’ın ağzından duyuyoruz. Çünkü umurunda değil. 56 değil 56 bin kişi ölse umurunda değil. Yeter ki iktidarına zarar gelmesin. Onun Demirtaş ile Yüksekdağ’ı içeride tutmak dışında bir gayesi yok.

Bizi tutuklatan AKP İstanbul ve Ankara’yı kaybetti, 3 parçaya bölündü: HDP çelik çekirdek gibi tek vücut yoluna devam ediyor

Bu bölümün son cümlesi itibariyle şunu söyleyeyim. 4 Kasım akşamı bizi Diyarbakır’dan evimizden kaçırıp özel jetle muhtemelen MİT’e ait özel jetle beni ve Figen Yüksekdağ’ı Kocaeli ve Edirne’ye getirirlerken Diyarbakır’da kayyım vardı, Ankara’da AKP Belediye başkanı, biz İstanbul’un üzerinden geçerken de AKP’nin belediye başkanı vardı. Diyarbakır’daki kayyımı devirdik, yerine kayyım atadılar sorun değil gün gelir yine deviririz. Ankara’da şimdi muhalefetin belediye başkanı oturuyor. İstanbul’da bir muhalefet belediye başkanı oturuyor. Bugün beni tahliye etseniz aynı uçakla geri dönsem AKP’nin yarısı yok olmuş durumda. Bugün beni tahliye etseniz Diyarbakır’a uçakla dönsem HDP çelik çekirdek gibi yek vücut tek parçadır, AKP resmi olarak 3 parçadır. Hadi devam diyorum el mi yaman bey mi yaman.

Biz içeride direnmeye devam ediyoruz. Dışarıdaki arkadaşlarımız da aslanlar gibi mücadelesini sürdürüyor. Yargı kumpasıyla ilgili de kimin elinden ne geliyorsa lütfen taksir etmesin eksik bir şey yapmasın fazlasını yapsın. Ben de halkımla arkadaşlarımla beraber siyasetten bunu hesabını sormaya devam edeceğim. Hedefimiz Türkiye’de demokratik iktidarın parçası olmaktır. HDP olarak hedefimiz açık net söylüyorum budur. Bir koalisyon ya da bir ittifakın parçası olarak kesinlikle iktidarda olacağız. Şiddet sorununu, Kürt sorununu çözeceğiz, hepsini çözeceğiz. Ülkeyi barışa demokrasiye taşıyacağız. Bizi burada tutanları utandıracağız, mahcup edeceğiz. Öylesine bir ülke yaratacağız ki az kaldı diyorum. Bu yargılamalar devam etsin; siyasi yargılamalardır biz de siyasetçiyiz siyaset sadece parlamentoda yapılmıyor bulunduğumuz her yer nefes aldığımız her yer bizim için direniş alanlarıdır. Bunları belirtmiş olayım. 3’üncü fezlekeye geçeceğim. Sizden şöyle bir isteğim var hem sağlığım el vermiyor hem de fezlekeyi yarım bırakmak istemiyorum mümkünse avukatlarım söz alsınlar geri kalanı yarına bırakmak istiyorum.


8 Ocak

Fezlekelere konu olan konuşmalarımın tamamı cımbızlama yöntemiyle seçilmiş

Günaydın herkese, tekrar merhabalar. Avukat arkadaşlara, bütün izleyen arkadaşlara teşekkür ediyorum, kolaylıklar diliyorum. 3 no’lu fezlekeye dair savunmamı bugün mahkemenizle paylaşmak istiyorum. 3 no’lu fezleke, 2015 yılına ait bir fezleke. Uzun bir fezleke, tamamını okumayacağım. Çünkü çok sayıda standart bilgi dediğimiz KCK yapılanması nedir ne değildir diye sayfalarca şablon bir giriş yaptıktan sonra Ertuğrul Kürkçü, Figen Yüksekdağ, Selma Irmak, Sırrı Süreyya Önder ve benim çeşitli zamanlarda yaptığımız konuşmaları esas alan bir fezleke. Fezlekenin esası Demokratik Toplum Kongresi’nde yapmış olduğumuz bazı konuşmalar. Hakeza basın toplantısında ifade ettiğimiz görüşler, televizyon programında ifade ettiğimiz görüşler ve yanılmıyorsam iki ayrı mitingde yaptığımız konuşmalardan oluşan bir fezleke. Yani 4 veya 5 konuşmamdan müteşekkil bir fezleke. Daha önce de belirttiğim gibi fezlekeye alınan, bana ait olduğu söylenen konuşmalar bütün fezlekelerde olduğu gibi cımbızlama yöntemi ile seçilmiş, birkaç cümle peş peşe getirilerek bir algı oluşturulmuş. Bütün savcıların bizim hakkımızda düzenlediği fezlekelerin, iddianamelerin zaten genel tarzı budur. Sadece bu iddianamede değil, Cumhurbaşkanına hakaret dosyasında ya da başka mahkemelerde açılmış Başbakana hakaret ya da TCK 301’le ilgili dosyaların tamamında konuşmalarımın tamamı ya çarpıtılmış ya da cımbızlama yapılmış. Tabii savcıların bilmeden yaptıkları bir çalışma değil. Aleni bir şekilde çarpıtma, kumpas, kamuoyunu yanlış yönlendirme hatta mahkeme heyetlerini yanlış yönlendirme amaçlı düzenlenmiş iddianameler ve fezlekelerdir. Bu nedenle ben konuşmalarımın tamamını istemiştim, mahkemeniz de bilirkişiye yazdı ve şimdi elimde bilirkişi tarafından çözümü yapılmış ilgili konuşmaların tam metni var. Ben bunu hem okumak istiyorum kayıtlara geçmesi açısından hem de konuşma bana ait mi değil mi ondan sonra yapabilmem açısından. Bilirkişi raporlarını okuyarak savunmama başlamak istiyorum.

Önümdeki ilk bilirkişi raporu 13.09.2015 tarihinde Lice ilçesinde yapılan konuşmaya ilişkin iki adet CD ve DVD’nin çözüm tutanağıdır. Bu çözüm tutanağına göre bazı bölümlerde benim konuşmama rastlanmamış, konuşmama rastlandığı bölüm şöyle başlıyor. Onu kelimesi kelimesine okumam gerekiyor ki konuşmamın mahiyeti itibariyle ne demek istediğim tam olarak anlaşılmış olsun. Şöyle; Selahattin Demirtaş: Lice’deki miting, otobüsün üzerindeyiz bir görüntü var. Yanımda çok sayıda milletvekili arkadaşım var, on civarında. Bu bir parti mitingi, parti otobüsünün üstündeyiz. Kamuoyuna hitap ediyoruz.

“Değerli kardeşlerim, değerli hemşerilerim, can arkadaşlarım. Tüm arkadaşlarım adına özellikle hepinizi sevgiyle, saygıyla hürmetle selamlıyorum. Hepinize sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum. Arkadaşlarımızla birlikte biliyorsunuz günlerdir bir barış yürüyüşü, barış kervanı olarak yol yürüyüşü gerçekleştiriyoruz. Bugün de tarihi boyunca acıların, zulmün en büyüğünü yaşamış, bütün baskılara rağmen geri adım atmamış, direnmiş, özgürlük ve barışta ısrarcı olmuş bir kaledeyiz. Lice’deyiz. Sizlerle birlikteyiz. Hepiniz hoş geldiniz. (sloganlar atılıyor). Bizler size, buraya halkımızın nerede nasıl zulüm çektiğini anlatmaya gelmedik. Lice’den daha fazla zulüm yaşayan yok. Defalarca Lice’ye yaşatılan daha fazla maalesef hiçbir yerde böyle katliamlar, zulümler yaşatılmadı. Bizim bu yürüyüşümüzde anlaşılmıyor, gezimizin temel nedeni faşizme halkın barış vurgularını anlaşılmıyor. Elbette karşımızdaki muhataplar, Ankara’daki yöneticiler, yıllarca denenmiş, uzun yıllardır defalarca denenmiş, sonuç alınmamış baskı politikalarını bir kez daha deniyor olabilirler. Bir kez daha 80’lerde 90’larda ülkede yaşanan, yaşatılan şeyleri hepimize bir kez daha yaşatmak istiyor olabilirler. Bugün Cizre’de yaşananlar, Silvan’da yaşananlar, Sur’da yaşananlar, Varto’da, Lice’de yaşananlar ve yaşatılanlar ne kadar sığ bir aklın, çözümden uzak bir aklın topraklarımızda harekete geçtiğini zaten gösteriyor. Şimdi değerli kardeşlerim, biz Ankara’nın akılsızlığıyla, Ankara politikalarının çıkmaz sokak akılsızlıklarıyla da uğraşacak halde değiliz.

Mevzu biz ne yapacağız, burada temel kritik soru budur. Bugün Lice'deyiz. Bu isyanın başladığı yerdeyiz. Dolayısıyla verdiğimiz vereceğimiz mesajların çok doğru, çok iyi anlaşılması lazım. Her şeyden önce Kürt halkı öylesine bir güç, öylesine bir iradedir ki taleplerinden beklentilerinden hiç kimse vazgeçiremez, hiç kimse geri adım attıramaz. Kürt halkı, bir halk olarak Allah'ın yarattığı var ettiği gibi, Kürt gibi yaşamak istiyor. Kendi ana vatanında, köyünde, bağında bahçesinde, tarihiyle geçmişiyle, anadiliyle barışık yaşamak istiyor. Yaşadığı yerlerde kendini örgütlemek istiyor. Atanmışların değil seçilmişlerin yetkili olduğu, kendi meclisleriyle, belediyesiyle kendini yönetmek istiyor. Bu talepler sadece Kürtler için değil, bütün Türkiye için en demokratik çözüm yolunu, en demokratik anlayışı gösteren taleplerdir. Bunlardan vazgeçmek, biz vazgeçsek de halkın vazgeçmesi mümkün değil. Çünkü bir halk kendi elinden dilini, tarihini, geçmişini alırsanız onursuz bir halka dönüşür. Nasıl ki bir bedenden ruhu çekersen, nasıl ki bedenimizden ruhu aldığımızda geriye kemik yığını, et yığını kalıyorsa; bir halkın dilini kültürünü tarihini aldığınızda geriye et yığını kalır. Bundan vazgeçmek mümkün değil. Fakat bizler HDP olarak Türkiye'nin dört bir yanından farklı kimlikler, inançlar, farklı mezhepler, farklı anlayışlar olarak bir araya gelmiş bir parti olarak halkımızın özgürlük taleplerini, halkımızın demokratik taleplerini savunmak, her yerde korkusuzca halkımızı savunmak, her yerde halkımızın arkasında durmak ve demokratik siyasi yollarla çözümü aramak için her zamankinden daha fazla güçlüyüz. Ankara savaşta ısrar edebilir. Birileri Ankara'da tetiğe basmanın kolay olduğunu ve kendilerine oy kazandıracağını düşünebilir ama biz HDP yani Kürt halkının da demokratik siyasi öncüleri olarak bu savaşa dur demek zorundayız. Bunun için halkımızla birlikte barışı haykırmak zorundayız diyerek yola çıktık.

Ankara'daki savaş politikalarını durdurmanın en etkili yolu barış çığlığını daha fazla haykırmaktır. Barış demek teslimiyet demek değildir. Müzakere demek, masaya dönün demek; 'Sayın Öcalan'la masaya yeniden oturun' demek; teslimiyet, korkaklık demek değildir. Halkımız her yerde baskı, katliam politikalarına karşı direnebilecek güçtedir elbette. Ama diyalog kapılarını, müzakere kapılarını sonuna kadar zorlamak da bizim işimizdir. Seçilmişlerin, milletvekillerinin işidir. Çünkü biz size söz veriyoruz. Sizden oy isterken, destek isterken size bir söz veriyoruz. 'Biz bu topraklara demokratik mücadele ile barışı özgürlüğü getireceğiz' dedik ve bunun için yollardayız. Evet, silahlar sussun diye yollardayız. Ve bu talebi bu isteği halkımız adına, sizler adına dile getirirken bir şeyden eminiz; bugün silahların susması en çok da halkımızın (anlaşılmıyor) bizlere yarayacak. Çığlığımızın, haykırışımızın, bu barış yürüyüşünde ortaya çıkan bu barış taleplerinin duyulması gerekir. Kandil'de de Ankara'da da duyulması gerekir.

Biz büyük bir demokrasi gücüyüz. Bütün saldırılara karşı kendimizi koruyacak gücümüz var. Fakat bu saldırılar karşısında eğer çaresiz, eğer umutsuz olsaydık, eğer gerçekten tutunacak hiçbir dalımız kalmasaydı; evet, belki bugünkü durum daha da derinleşebilirdi. Ama çaresiz olmadığımızı siyasetçiler olarak gösteriyoruz, göstermek durumundayız. Halkımızın öncüleri olarak tek bir insanımız yaşamını yitirmesin diye bizler yollardayız. Siz bize destek verirken, oy verirken Ankara'da gidin koltuklarda oturun diye oy vermediniz. Eğer birileri canını ortaya koyacaksa biz koyacağız; gençlerimiz değil, halkımız değil. Sizlerin ve bizim özgürlük, barış, demokrasi mesajlarını eğer devlet ve hükümet farklı okumaya devam ederse inanın ki kendi kazdıkları kuyuya düşecekler. Kaybeden her zaman zulümden yana olanlardır. Kaybeden her zaman baskıdan haksızlıktan yana olanlar olacaktır.

Bizler mazlum bir halkız. Lice halkı kimsenin dilini, kültürünü yasaklamış bir halk değil. Kimsenin köyünü yaktınız mı? Kimseyi buralardan sürdünüz mü? Kimsenin iş yerini yaktınız mı? Hep iş yeri yakılan, köyü yakılan, mezrası yakılan siz oldunuz. Dili yasaklanan siz oldunuz, mazlum olan sizsiniz, haklı olan sizsiniz. Haklı olan her zaman kazanacaktır. Bu defa da sizler kazanacaksınız değerli kardeşlerim, bundan emin olun.

(Sloganlar atılıyor) Biz de sizlerle gurur duyuyoruz. Biz halkımızın bu direnişçi ruhuyla, bu duruşuyla gurur duyuyoruz. Gurur duyulması gereken birileri varsa sizsiniz. Sizler en zor zamanlarda, en zahmetli zamanlarda mücadele yürütmüş insanlarsınız. Asıl gurur duyulması gerekenler sizlersiniz. Bu nedenle sizlerden ricamız, bütün halkımızdan ricamız; birliğinizi beraberliğinizi asla bozmayın. Bu zor günlerden çıkışın en kritik formülü birlik-beraberliktir. Yan yana durun. Omuz omuza durun. Sadece Lice değil, her yerde ezilen kim varsa, baskı altında katliam altında olan kim varsa onların yanında durun. Dayanışma içinde olun. Bu fırtınalı günler elbet geçecek. Bugün savaş politikaları ile sonuç alacağını düşünenler geçmişte olduğu gibi bir kez daha bunun bir yanılgı olduğunu görecekler. Size faşistçe ırkçı saldırılarda bulunanlar kaybedecek, kardeşlik kazanacak. Her şeye rağmen, ne olursa olsun, saldırı nereden gelirse gelsin asla ırkçılığa savrulmadan birbirimizle dayanışma içinde olacağız. Sanmasınlar ki bu ırkçı dalga, faşist saldırılar, parti binalarımızı yakanlar, sırf Kürt'tür diye insanlara saldıranlar, otobüsleri yakanlar sanmasınlar ki onlar kazanacak. Bakın bunların hepsi geçicidir.

Yoksa ırkçılık en kolay olanıdır. Sırf Alevidir diye bilmem nedir diye saldırılmaz, kimsenin iş yeri yakılmaz. Arabasını yakmak, evini yakmak onursuzca bir tutumdur. Onurlu olan, doğru olan kimliğini ayırmadan, dinini, mezhebini, inancını ayırmadan ona sahip çıkmak, acısına sahip çıkmaktır. Bizler bu nedenle HDP’yi var eden bu kardeşlik duygusuyla, eşitlik, adalet duygusuyla büyüdük. Bu yüzden bu noktaya geldik. Sizler öncülük yaptınız en zor günlerde partimize sahip çıktınız şimdi partimiz halkımızdan destek alarak iktidarı düşürmeyi başardığı için bu kadar saldırı altındadır. Partimizde artık sadece Kürtler yok; Türkler var, Araplar var, Çerkesler var, Lazlar var, Gürcüler, Ermeniler, Aleviler, başörtülüler var. Êzidî var, Süryani var her halktan her inançtan insanımız var, milletvekilimiz var. Türkiye’nin zengin fotoğrafı ne ise HDP artık tıpkı bir çiçek bahçesi gibi rengarenk bir partidir. Hazmedemedikleri şey budur işte, içine sindiremedikleri budur. Çünkü HDP’nin başarısı demek sadece Türkiye’de değil Orta Doğu’da halkların başarısı demektir. Bu coğrafyada tek bir kimlik, tek bir inanç yoktur. Bütün kimlikler, bütün inançlar, mezhepler geçmiş yüzyıllarda 300-400 yıldır bir biriyle savaşarak, birbirini katlederek bak bugünlere geldi. Bütün Orta Doğu’ya bir bakın, özellikle Müslüman halkına, İslam coğrafyasına bir bakın; kandan gözyaşından başka ne var? Sadece iç savaşlar var ve sadece birbirlerini katlediyorlar. Kim kazanıyor? Nerede, hangi Müslüman kazanmış? Kaybedenler hep biziz. Dolayısıyla değerli kardeşlerim eğer bir çıkış yolu arayacaksak sadece Kürtler olarak değil, sadece Müslümanlar olarak değil, Sünniler olarak değil coğrafyamızda Kürdistan’da, Orta Doğu’da, Anadolu’da ezilen hangi halk varsa el ele vereceğiz. Birlikte direneceğiz, kendi kimliğimizi kültürümüzü de inkâr etmeden onu ezdirmeden kendi ana vatanımızı ve tarihimizi unutmadan, haklarımızı da savunarak hep birlikte kurtuluşa gideceğiz. Bak işte Rojava’da denenen budur. Rojava’da hayata geçirilmeye çalışılan budur. İşte bu nedenle HDP’yi büyük bir tehdit ve tehlike olarak görüyorlar. Bu yüzden bizi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Sizler cefakar, fedakar, emektar Lice halkı, HDP’ye son seçimde yüzde 94 destekle sahip çıktınız. Yani buradaki halkımızın tamamı bu projeye destek verdi. Bu kardeşlik projesine destek verdi. Sizin yüzde 96’ymış kusura bakmayın hakkınızı yemeyelim. İnanın ki tek suçumuz budur işte. Lice’nin başka suçu günahı yok. Kendi iradesinin arkasında yüzde yüz durduğu için Türkiye genelinde yüzde 12 oy ve 6,5 milyon insan bu projeye destek verdiği için bu saldırı altındayız. Bu saldırıları kırmanın yolu HDP’den vazgeçmek değil, HDP’ye daha sıkı sıkıya sarılmaktır. Bunun kıymetini Ankara anlamamış olabilir. Bunun değerini Ankara anlamamış olabilir. Ne kadar kıymetli bir iş yaptığımızı Ankara anlamamış olabilir ama bu mücadeleyi yürüten Kürt hareketinin bütün bileşenlerinin de bunun kıymetini anlamasını bekliyoruz. HDP az buz bir iş yapmadı. Büyük fedakârlıkla, baskıyla, seçim kampanyasındaki bombalama ve tehditlere rağmen binbir zorlukla büyük bir zafer ve başarı elde etti. O nedenle Kürt hareketinin de bütün bileşenlerinin de HDP’nin yürüdüğü yolun nereye vardığını, nereye varmak istediğini bilmesi gerekir. Halkların Demokratik Partisi bütün bu bileşenlerle işte bütün bu çiçek bahçesi duruşu ve ruhuyla Sayın Öcalan’ın desteğiyle yürüdü ve bugünlere geldi. Bunun kıymetini o nedenle herkesin iyi anlaması lazım. HDP neyin ne olduğunun farkındadır. Halkımızın üzerindeki tehditlerin ve tehlikenin farkındadır. Katliam politikalarının farkındadır. Tarihi olarak nereden geldiğimizin nereye gittiğimizin farkındadır. Biz halkımızın çıkarlarının nerede olduğunu iyi görüyoruz. Yürütülen bütün çalışmaların ve çabaların bizi özgürlüğe doğru götüreceğinin farkındayız. Ama isteğimiz şudur ki herkesin HDP’nin farkında olması lazım. Biz nasıl halkımızın direnişinin, onurunun arkasındaysak, bütün Kürt hareketinin de HDP’nin arkasında olması lazım. 1 Kasım’da HDP seçime giriyor. HDP bir kez daha halkının özgürlüğünü düşünerek 1 Kasım’da zafere yürüyor. Bizim bütün dostlarımızın da bunu görmesi lazım. Bütün Orta Doğu ve hatta uluslararası camia 1 Kasım seçimlerine kilitlenmişken, herkes hesabını 1 Kasım üzerine kurmuşken bizler seçimden vazgeçemeyiz. Buralarda seçim güvenliğini ortadan kaldırmak için sokağa çıkma yasakları, operasyonlar yapıyorlar. Ama bize düşen koşullar ne olursa olsun HDP’yi bu seçimde bir kez daha yüzde 10’nun değil yüzde 13’ün üzerine taşımak, yüzde 20’lere taşımak olmalıdır. Burada tabi ki seçim döneminde Lice’ye büyük görev düşüyor demeyeceğim zaten orada topu topu yüzde 4 kalmış. Lice’ye daha nasıl görev düşecek. Lice daha görevini nasıl yapacak. Asıl görev Lice’nin bu duruşuna uygun bir sahiplenmeyi Türkiye’nin batısında görmektir. Asıl görev Türkiye’nin batısına düşer. Lice üzerine düşeni yapıyor. Asıl Türkiye’nin batısındakiler bu eli tutmalı, Türkiye’nin batısındakiler bu iradeye sahip çıkmalı. Birlikte yaşam, beraber yaşam, bölünmeden, parçalanmadan, birbirine düşmanlaşmadan, yozlaşmadan yaşam. İç savaş olmadan huzur içerisinde bir yaşam. Bunu Lice istiyor, Cizre istiyor. Bu nedenle kendi iradesine sahip çıkıyor bu nedenle atanmışlar değil seçilmişler beni yönetsin diyor. Özyönetim budur işte. Türkiye’nin batısı HDP’ye kıymet verdi, bizim için çok değerlidir ama bugünlere daha fazla sahip çıkmak için Edirne’den, İstanbul’dan, İzmir’den, Antalya’dan Cizre’ye, Lice’ye, Yüksekova’ya sahip çıkan sesleri duymak istiyoruz. Çünkü buradaki el birlikte yaşam, özgür ve kardeşçe yaşam elidir. Bu elin de havada bırakılmaması ve bu elin tutulması lazım.

Herkes bir oyundan, bir tezgâhtan bahsediyor. Eğer ortada bir tezgah varsa gerçekten Türk’ü Kürt’ten ayırmaya yönelik bir tezgah varsa ve Türkiye’nin batısı bu tezgaha düşmeyeceğiz diyorsa bunun yolu Kürtlerin işyerini yakmak değil, Kürtlerin elinden omzundan tutmaktır. Kürt zaten barış elini uzatmış. Sen adamın iş yerini yakarsan bir arada yaşam nasıl olacak kardeşim? Nasıl olacak? Sizlere, işte Lice’ye getirmemizin nedeni budur. Lice zaten fedakârca üzerine düşeni yapıyor. Asıl Lice’den bizler Türkiye’ye mesaj vermek istedik. Asıl burası, fedakârlığın yapıldığı yerdir, zulmün katmerli olduğu yerdir. Buradan batıya seslenmek istiyoruz. Burası zaten barışa hazır. Siz de eğer (anlaşılmıyor) işletirseniz akan duracaktır, çatışmalar duracaktır. Bir an önce ateşkes istiyorsak, bir an önce silahlar sussun, eller tetikten çekilsin diyorsak işte Lice barışı haykırdıkça oradan batıdan da barış sesinin yükselmesi gerekiyor. Siz değerli kardeşlerim, sizler hakkınızı hukukunuzu ararken elinizden çalınmış, alınmış olanı ararken hiçbir zaman mağdur olan mazlum olanı asla bir kez daha mağdur etmediniz. Bunlardan sonra da halkımızın bu çizgisini bozmaması lazım. Bizler acılar, cenazeler arasına ayrım koymadık. Askerin-polisin canı can değil midir dedik? Onun anası babası ana-baba değil mi dedik? Onun yüreği yürek değil mi dedik? Kürt gencinin, Kürt gerillasının ana babası nasıl ağlıyorsa Türk’ün de, askerin de, polisin de ana babasının acısı aynıdır. Gözyaşları arasında fark var mıdır? Bunu analardan daha iyi anlayacak kim var? O yüzden acılar arasına bu güne kadar ayrım koymadınız bundan sonra da öyle yapın. Hepsi bizim evlatlarımızdır demeye devam ediyoruz. Bu doğru bir çizgi, doğru bir duruştur. Bakmayın siz öyle ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı çıkıp televizyonlarda 2 bin tanesini gömdük diyorlar. 2 bin teröristi öldürdük diyorlar. Yalan mı doğru mu onu tarih yazacak ama el insaf. 2 bin terörist gömdük onları temizledik dediğiniz 2 binin de anası babası yok mu? Onların da acısı acı değil mi? Hadi 2 bin taneyi milleti kandırmak için kafadan atıyorsun. 2 bin değil 20 olsun, 2 olsun. O 2’nin de anası babası vardır. Bak Dağlıca’da, Iğdır’da orada öldürülen askerin polisin anası babası nasıl ağlıyorsa; şehirde, dağda öldürdüğün Kürt gençlerinin anası öyle ağlıyor. Analar ağlamasın diye yola çıkan sen değil miydin? Buna destek veren biz değil miydik. Anaların ağlamasın diye sadece Türkün anası ağlamasın diyemezsin. Sadece Türkün anası ağlamasın diyemezsin. Bunların acılarının arasına fark koyamazsın. En büyük tehlike budur işte. Bakın dün ne diyordu? Dün diyordu analar ağlamasın diye yola çıktık. Başbakan bugün diyor ki ama birlikte ağlayabilirsiniz, ağıt yakabilirsiniz. Ne kadar yazık ne kadar yazık. Bu politikalar hepsi kaybetmiş tüketilmiş politikalardır. Sandık için oy için yapıyorsanız oradan da yanılıyorsunuz. Türkiye toplumunun vicdanı uyanmıştır artık. Emin olun şu TV’lerde otobüs yakanlar, parti binaları yakanlar inan ki Türkiye toplumunun geneli böyle değildir. İnsan artık vicdanlıdır olup bitenleri görüyorlar. Bak şehit cenazelerinde anneler, babalar, kardeşler nasıl haykırıyorlar (anlaşılmıyor) savaşına evlatlarımızı kurban etmeyeceğiz diyorlar. Haklılar, hiç kimse bu savaşa evlatlarını kurban etmek zorunda değil. Müzakere kanallarının ziyaret kanallarının açılması için sonuna kadar uğraşacağız ve hazırız. (anlaşılmıyor) gün gelecek yakın zamanda bir kez daha bir kez daha bizler... “

(Bitiyor başka bir CD’de devam ediyor.)

“Demokratik talepler bizim vazgeçebileceğimiz bir durum değil. Biz vazgeçsek, 80 milletvekili çıksa dese ‘Kürtler hiçbir şey istemiyor’ siz yine vazgeçmezseniz. O nedenle HDP’ye baskı yapacağınıza halkın sesine kulak verin. Halkın taleplerine kulak verin. Halkın iradesine seçilmişlerine baskı yapmaktan vazgeçin. Bir tane değil, belediye başkanlarının hepsini içeriye atsanız; milletvekillerinin dokunulmazlığı değil, 80 insanı içeri atsanız da halk taleplerinden vazgeçmez. 80’imizi de katletseniz halk yine vazgeçmez. Korku ile baskı ile halkın özgürlük taleplerine geri adım attıramazsınız. Örneği burada Leyla Zana, 15 yıl içeride yatırdınız. Ne oldu? O yanlış politikaları savunanlar Leyla Zana’nın davasını düşürdü mü? Yok, daha da büyüdü. Bak milyonlar artık bu dava (anlaşılmıyor) davasına dönüştü. Küçülenler kim oldu şimdi bir kez daha aynı politikalara dönerse? Evet, halk belki zarar görür bedel öder ama kaybetmez. Devlet kaybeder, hükümetler kaybeder, Ankara’daki siyasetçiler kaybeder. Olan yitip giden canlara olur. Çekilen zulme olur, acılara olur. 10 yıllarımızı kaybetmiş oluruz ama halk davasından vazgeçmez. Bir insanın dili, tarihi, kimliği, inancı onun haysiyeti onurudur. Hiçbir onurlu halk bunlardan vazgeçmez. Kökünü kazısanız yine vazgeçmez. Tek bir kişi kalsa yine vazgeçmez. Ankara’nın artık bunu anlaması bunu kafasına sokması lazım. Bizler buradan ayrılıyoruz. Yüreğimiz, gönlümüz sizlerle. Biz Lİce’yi, Lice’nin duruşunu direnişini, Lice’nin bu tarih yazan serhildan duruşunu gönlümüze kazıyarak buradan ayrılıyoruz. İnşallah yakın zamanda barış yolunun açıklandığı müjdesini halkımızla paylaşmak istiyoruz. İnşallah o günler yakındır hep birlikte bunu başaracağız. Sizlere bütün arkadaşlarım adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Allah hepimizin yolunu açık etsin, Allah bu barış özgürlük yürüyüşünde hiçbirimizi mahcup etmesin. Sağ olun var olun değerli kardeşlerim, değerli hemşehrilerim.”

Bu Lice’de, mitingde yaptığım konuşma. Bu konuşmanın yapıldığı tarih 7 Haziran-1 Kasım arasıdır. Bazı yerlerde sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş, bazı ilçelerde hendekler kazılmış ama yoğun bir çatışma ve operasyon başlamamış, biz de durdurmaya çalışıyoruz. (Mahkeme başkanının araya girerek ‘bu okuduğunuz konuşmanın herhangi bir yerine itirazınız var mı’ sorusuna) Yok. Yani anlaşılmayan yerler var ama önemli değil. Esas itibariyle meramımı anlatan bir bilirkişi çözüm tutanağı olmuş. Bu konuşma bana aittir içeriğine de katılıyorum.

Dediğim gibi çatışmaları durdurma amacıyla yaptığımız hem seçim kampanyası hem de gerilimleri durdurmaya yönelik gezilerimizden bir tanesiydi. Birçok ilçeye ve ile gittik. Şimdi savcı fezlekede bu konuşma metnini almadan ‘13.09.2015 tarihinde Lice’de yaptığı konuşma, işte hendek-barikatları direniş olarak sahiplenme ve bunun hazırlığını yapma mitingi’ olarak fezleke ve iddianamede yorumlamış. Başka konuşmalar da var onları da ben okuyayım sonra değerlendirmemi bütünlüklü yaparım. Ama savcıya göre bu konuşma bir terör propagandasıymış.

Devam ediyorum. Şimdi 24.10.2015, yani Lice’de konuşma yaptığım tarihten yaklaşık 40 gün sonraki bir başka konuşmam, İMC TV’de yayınlanmış, muhtemelen DTK’de yaptığım konuşmadır. Canlı yayınlandığı için İMC TV’den alınmış kayıt CD’ye kaydedilmiş ve bilirkişi çözüm yapmış. Bu konuşmam da fezlekeye terör propagandası olarak alınmış tabii ki. Belki avukatlarım değinecektir birkaç konuşma birleştirilerek terör propagandasından sevk maddesi düzenlenmemiş, örgüt yöneticiliğine dönüştürülmüş. Bu konuşmalar benim örgüt üyesi de değil örgüt yöneticisi olduğuma dair delil olarak konulmuş. Şimdi bu konuşmayı okuyorum. 24.10.2015 tarihli Diyarbakır’da bir kapalı salonda yaptığım konuşmanın çözümü. Konuşmanın başı alınamamış.

“...kaynaklı yeniden çatışmaların başlamasından kaynaklı her birimizin kaygıları ve geleceğe dair korkuları vardır. O toplantıda da hatırlanırsa bizler parti olarak, HDP olarak sürece nasıl yaklaştığımızı neler yapmamız gerektiğini hem kendi cephemizden ifade etmiş hem de bu süreçte her birimizin ve tarafların üzerine düşen görevleri konusunda görüş alışverişi yapmıştık. Sizlerin eleştirilerini, kaygılarını, önerilerini dinlemiştik. Şimdi aradan geçen bu kısa süre zarfında maalesef bu masa etrafında görüşlerini belirten her bir arkadaşımın ifade ettiği kaygılar fazlasıyla hayat buldu. Gerçekleşmemesi için uğraştığımız bütün olumsuzluklar maalesef ki önemli ölçüde gerçekleşti. En önemlisi de bizler bu topraklarda bu bölgede özellikle Diyarbakır’da çok sayıda ölümle, cenazeyle, acıyla karşılaşmış bir toplum ve topluluk olarak en önemli başlığımız ve en önemli hassasiyetimiz çok doğaldır ki çatışmaların, savaşın durmasıdır. Hani denir ya ateş düştüğü yeri yakar. Bizler hep ifade ettiğim gibi ateşin düştüğü yerde hala yangının içerisinde yaşamaya çalışan nefes almaya çalışan insanlarız. Savaş denildiğinde, çatışma, ölüm denildiğinde, savaştan kaynaklı acılar ve onun sonuçları denildiğinde İzmir’de yaşayan insanımız başka bir şey anlıyor olabilir. Ya da yeterince idrak edemiyor olabilir. Kayseri’de yaşayan Samsun’da Ordu’da Tekirdağ’da yaşayan arkadaşlarımız kardeşlerimiz yeterince bunun sonuçlarını idrak edemiyor olabilir bu da normaldir. Çünkü 40 yıldır onun 30 yılı OHAL ve sıkıyönetimlerle geçirmiş bir bölgede yaşayanlar ve her günü silah ve bomba sesiyle sokağa çıkma yasaklarıyla ölümle, morgların hastanelerin önünde ya da taziyelerde, mezarlıklarda geçirmiş bir halkın savaş denildiğinde ne hissettiğini anlayabilmek için hiç değilse insanlarımızın bir haftasını burada geçirmeye davet ediyoruz. Barış dediğimizde, ateşkes dediğimizde, yeniden müzakerelere başlansın dediğimizde bunu vatan hainliği bunu ülkeye ihanet bunu devletin bölünmesi girişimi olarak tanımlayanları ben bir hafta da olsa burada yaşamaya devam ediyorum. Hakkari’de Şırnak’ta Van’da 3-5 gününü hiç olmazsa halka birlikte geçirmeye davet ediyoruz. Biz bu işi daha savaşla çözeriz diyenleri hiç değilse bir gecesini bir polis kulübesinde polis memuruyla birlikte nöbet tutmaya davet ediyoruz.

Daha fazla savaşla biz bu işi hallederiz, yeterince operasyon yapılmıyor diyenleri, siyasetçileri, hiç değilse bir gece askerle birlikte mevzide sabahlamaya davet ediyorum. İşverenleri, sanayi odası temsilcilerini, en azından birkaç gününüzü buradaki gerçeği en azından yerinde gözlemleyebilme açısından buradaki işverenle esnafla dayanışma dayanışma adına da olsa ve gerçeği yerinde izleyip, gözleyip, doğru tahminlerle, doğru sonuçlara, doğru önerilerle doğru çözümlerle gitme adına buralarda geçirmelerini öneriyoruz. Buradan lütfen şu anlaşılmasın: Yaşanan bütün sorunlar tek taraflıdır. Hayır. Ortada bir çatışma var. Bir savaş var. Bu çatışmadan kaynaklı yaratılan çift taraflı mağduriyetler var. Biz onları görmüyor, duymuyor değiliz. Bunların üstünü örtecek, görmezlikten gelecek de değiliz. Fakat en nihayetinde bizim siyasi olarak muhatabımız, yani bu işin çözümünde, hükümet olarak, devlet adına sorumluluk almasıdır.

Adım atmasını beklediğimiz, parlamentoda 13 yıldır çoğunluğu elinde bulundurmuş, en nihayetinde geçici bir hükümetle de olsa Türkiye’de hala iktidar olma pozisyonunu koruyan bir siyasi irade var. Bizler eğer toplum olarak barış mevzusunda, barış konusunda hemfikirsek bir talebimizi hükümete yöneltmek zorundayız. Bu işin doğası gereğidir. Devasa bir sorundan bahsediyoruz. Geçen toplantıda bu konudaki düşüncelerimi sizinle paylaşmıştım. Şimdi uzun uzun hatırlatmak istemiyorum ama 120 yıllık belki de 150 yıllık bir geçmiş olan bir sorunun, Osmanlı’dan devraldığımız, Osmanlı’dan itibaren ortaya çıkmaya başlamış, Cumhuriyetle birlikte büyümüş, kangrenleşmiş bir sorunu 2015 yılında, bir kez daha “ben daha fazla askeri operasyonlarla çözerim” diyen bir hükümete biz öncelikle iğneyi batırmak zorundayız. Çuvaldızı sonra başkalarına batırırız. Ama hükümet kendini bu konuda pir û pak, sütten çıkmış ak kaşık gibi gösteremez. Öncelikle hükümetin geçici hükümet bile olsa barış konusunda tutumunun, uzlaşmaz tavrının teşhir edilmesi ve eleştirilmesi lazım. Bu kadar büyük, devasa bir sorun, hele de Orta Doğu’da, adeta kaynayan bir kazana dönüşmüşken, Türkiye’nin içinde diyalogla, müzakere ile çözülecek bir sorunun, tam da çözümün arifesinde, masayı devirip, müzakereleri ortadan kaldırıp, yeniden çatışmalı ortama sevk etmek akıllıca bir siyasi hamle, akıllıca bir siyasi iş olmamıştır. Belki hükümet şöyle düşünmüş olabilir. Bizler seçim atmosferinde HDP’yi zor durumda bırakmak için ateşkesi bir gerekçeyle bozarız. Süreci zaten bitirdik. Ve bu çatışma ortamından HDP olumsuz etkilenir. Oyların bir kısmı AKP’ye diğer partilere dağılacak. Baraj altında kalmamızla birlikte yeniden tek partili iktidar dönemine geçilecek diye düşünmüş olabilir. Bunun da tutmadığı, toplumsal karşılığının olmadığı ortaya çıktı. Fakat bu bile siyasi ahlak ve etik açısından son derece sakıncalı bir yaklaşımdır. Bir parti olarak AKP böyle düşünebilir ama devlet dediğimiz, ortak akılla yönetilen organizasyonun böyle düşünmek gibi bir vahim hatayı yapmış olmasını biz halen anlamlandırmakta zorlanıyoruz. Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere başta olmak üzere Almanya, Avrupa Birliği’nin önemli ülkeleri, Çin, İran, bölgedeki önemli aktörlerin neredeyse tamamı, Suriye ve Kürdistan Federal Bölgesindeki Kürtler başta olmak üzere Kürtlerle iyi ilişkiler, etkili iyi ilişkiler geliştirme gayreti içerisindeyken, Kürtlerin nüfus olarak en yoğun yaşadığı Türkiye’de maalesef ki var olan, ağır aksak yürüyen çözüm süreci de bitirilmiş, içeride ve dışarıda Kürtlerle yürüyen bütün diyalog kanalları kapatılmış, adeta intihar edercesine tıkatılmıştır. İşte bunları anlamakta zorlanıyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin böyle tarihi kritik bir dönemde, bu kadar akıl dışı hareket ediyor olmasını gerçekten de anlayamıyoruz. Seçim bahanesiyle, seçim gerekçesiyle yapılamayacak basit taktik hamleler, stratejik kırılmalara dönüştü, dönüşmek üzere. Şimdi bulunduğumuz noktada hâlihazırda yaşadığımız sorun, sıkıntıların birçok nedeni ve birçok kaynağı var. Ama özü itibariyle bir masa etrafında konuşamıyor olmak, müzakere edemiyor olmak, sorunlarımızı siyasetle çözebileceğimize olan inancın zayıflamış olması en temel sorunumuzdur. Mevzu anadilde eğitim, mevzu özerklik, siyasi talepler, kültürel, ekonomik talepler mevzusundan çok önce güven problemidir. Zar zor, bin bir güçlükle yarattığımız kısmi güven ortamı da Dolmabahçe Mutabakatı ve sonrasında yaşanan gelişmelerle, akabinde genel seçimlerde HDP’nin başarısı ile birlikte tuzla buz olmuştur. Şu anda ortada bir güven kavramından söz etmek maalesef mümkün değildir.

Oysaki çözüm süreçlerinin, müzakerelerin olmazsa olmazı güvendir. Asgari güven ortamı sağlanmadıkça tarafların masa etrafında buluşmaları ya da konuşmaları ve sonuç almaları imkânsızdır. Güveni nasıl yaratabiliriz. Bizler mevcut güvensizlik ortamını bir veri olarak kabul edip, artık durum bundan ibarettir. Herkes başının çaresine baksın, diyemeyiz. Yeniden güven ortamı oluşturmamız, tesis etmemiz lazım. Seçim süreçleri, Türkiye gibi derin bir kutuplaşmanın, kamplaşmanın olduğu bir ülkede, seçim dönemleri maalesef ki güvensizliği derinleştirmeye neden olan süreçlerdir. Seçim dönemlerinde siyasetçilerin yüreğinde birazcık vicdan varsa o da kayboluveriyor. Seçim dönemlerinde herkes, neredeyse bütün siyasetçiler bir anda kurt adama dönüşüyor. Ve seçim endeksli, kazanım endeksli bütün taktik hamleler, bütün girişimler var olan uzlaşı zeminini de tuzla buz edecek şekilde güvensizliği iyiden iyiye derinleştiriyor.

Ve son on yıldır, neredeyse bir buçuk yılda bir seçim yaşadı ülkemiz. Şimdi bu kadar çok yoğun seçimin yaşandığı bir atmosferde, siyasi ortamda güveni yeniden tesis etmek de kolay bir iş değildir. Herkes, her parti kendi siyasi amaçları ve çıkarları doğrultusunda, rakip olarak gördüğü diğer siyasi partileri ve özellikle de partimizi hedef alan, düşmanlaştıran, kamplaşmaya ve ötekileştirmeye yol açan bir dil ve politika üretiyor. Bu da çözüm sürecinde yeniden güveni sağlama konusunda elimizi zayıflatıyor. Şimdi seçime bir hafta var. Partimizin 7 Haziran 2015 seçimlerinde aldığı oy ortada. Yüzde 13 gibi bir oy aldık. Anketler şu veya bu şekilde barajı aşabileceğimizi gösteriyor. Ama burada çok açık yüreklilikle huzurlarınızla şunu ifade etmek istiyorum: Partimin baraj altında kalma ihtimalini de, o ihtimali de göz önüne alarak ve bu riski de göze alarak seçime bir hafta var. Eğer müzakere sürecinde, yeniden müzakereye başlama, yeniden ateşkes sürecine başlama yönünde bir irade görürsek, oy kaybeder miyiz, kaybetmez miyiz, buna hiç bakmadan anında müzakereleri destekleriz.

Bakın seçime bir hafta var ve biz bu riski almaya hazır olduğumuzu ifade ediyoruz. Seçime bir hafta varken bu riski alıyorsak, seçimi atlatmış, seçimden çıkmış bir parti olarak hayli hayli bu noktada hazır olacağız. Çünkü yakın dönem deneyimlerimiz, tarihsel mirasımız ve birikimlerimiz bize şunu defalarca ispatladı ki; çatışmayla, silahla, operasyonla, askeri eylemle, bombayla ve benzeri silahlı faaliyetlerle, karşılıklı olarak ne kadar öldürücü davranılırsa davranılsın, kayıpların tamamı toplumun kayıp hanesine yazılırken maalesef ki çözüm adına ilerleme kaydedilemiyor.

Silah çözümün önünü açan, çözümü güçlendiren bir realite olarak devreye girmiyor. Tam tersi güven bozucu, toplumda ve özellikle Türkiye’nin batısı ve doğusu arasında, Türkler ve Kürtler arasında, duygu kırılmasına, algı kırılmasına, derinlikli olarak yol açan bir olguya dönüşüyor. Bizler sivil siyasette ve sivil toplumda görev yapan insanlar olarak; silah dışı, şiddet dışı, ölme ve öldürme dışı bir yöntemde ısrarcı olabilmek adına bu rolü ve misyonu üstlendik. Eğer ki başarılı olamayacağımıza inansak, bir adım dahi demokratik siyasette ilerleyemeceğimize inansak hiç kimseyi seçimlerle yormaya davet etmeyiz. Hiç kimseyi sandığa davet etmeyiz. Ama biz inancımızı yitirmiş değiliz. Çünkü başka bir seçeneğin kalıcı bir barışa bizi bu topraklarda götüremeyeceğine inanıyoruz. Silahların susması konusunda ısrarlı ve kararlı talebimizin ve çağrılarımızın altındaki gerçeklik budur. Ölüm bu topraklarda, hele hele çatışma ve savaş yüzünden yaşanan ölümler, bu topraklarda kardeşliğimizi güçlendirmiyor. Halkların Demokratik Partisi, halkların kardeşliği, eşitliği ve adil birlikte yaşamı üzerine kurulmuş, var olmuş bir siyasi partidir. Çatışmalar ve savaşın en çok da HDP...

Türkiye’nin tamamında halklarımızın, inançlarımızın, kimliklerimizin; çiftçiden esnafa herkesin toplumsal sorunlarını, kadın erkekten, genç yaşlıya kadar herkesin bulunduğu cinsiyetten veya toplumsal gruptan kaynaklı sorunları çözme iddiasıyla yola çıktık. Biz sadece Kürtlerin partisi değiliz. Türkleri de kapsayan ve Kürtlerin bütün siyasi, kültürel ekonomik taleplerini, sosyal taleplerini amasız ancaksız savunan fakat bunu da aşan bir Türkiye partisiyiz. Bizler Türkiye’nin her yerinden oy isterken ve oy alırken şuna çok dikkat ettik, özen gösterdik: Bize verilen oylar Türkiye’de artık tekçi sistemin, yani tek dile veya tek etnisiteye, tek ırka, tek dine dayalı sistemin değişmesi üzerine bir çağrıya verilmiş oylardır. Hep şu söyleniyor ya, bizi birleştiren şey dildir. Biz dilde tek olmazsak millet olamayız. Millet olamazsak bölünürüz, parçalanırız. Kuruluş felsefesi itibariyle bu şekilde kurgulanmış olabilir. Bunun dışında bir alternatif düşünmezseniz dediğiniz doğru olabilir. Evet milletler tek dile sahip olursa, tek etnisiteye sahip olursa orada ulus kendi içerisinde başka hiçbir arayışa girmeden, onun etrafında o tarih ve o dil etrafında birleşebilir, tek millet olabilir. Ama bizler gibi neredeyse 30 medeniyetin mirasını devralmış, çok sayıda etnik grubun, halkın, ulusun bir arada yaşadığı çoğulcu toplumlarda, tek dil dayatması veya etnisiteye dayalı ulus dayatması tam da bölünmenin veya gerilimin kaynağı olacaktır. İşte HDP olarak biz öncelikli olarak Türkiye’nin batısında hiçbir kaygıya, korkuya mahal vermeden, ülkemizin bölünmesine doğru giden yolu derinleştirmeden, tam tersine bölünmüş olan toplumu bir arada tutabilecek yeni formüller ve öneriler geliştirdik. Çoğulcu demokrasi etrafında çoğulcu bir ulus yapısı önerdik. Türkçe, Türk milleti, Türk dili, Türk tarihi, Kürt geçmişi… Bunların hepsi bu toprakların birer gerçeğidir. Biz bunun reddi, inkârı veya yok edilmesi üzerine bir öneri yapmadık. Ama aynı şekilde Kürtlerin, Arapların, Çerkeslerin, Ermenilerin, Pomakların, Boşnakların kim varsa bu topraklarda herkesin bir etnik aidiyeti bir dili var, bir geçmişi var. Her biri bu toprakları kendine vatan bellemiş halklardır. Her birisinin anadili, kendi kültürü ve geçmişi en az Türk milletinin dili ve kültürü kadar kıymetlidir, önemlidir. Onunla eşit derecede, yan yana kardeşlik hukuku içerisinde anayasal güvence altında kalınmalıdır. Biz böyle bir ulus olarak, çok dilli yapımızla, birbirimizi daha çok severek, birbirimize daha çok saygı göstererek, bir arada yaşayabiliriz dedik. İnsanlarımız yüzde 13 oy verdiler. Oyların çok önemli bir kısmı yine Kürtlerin verdiği oylardır. Hesaplarımıza göre 11.2 kadar Kürtlerden oy aldık. Ama burada mevzu nicelik değildir. Biz Türkiye’nin neredeyse yüzde 50’sinden destek aldık, sempati aldık, dua aldık. Bu da anketlerde, araştırma sonuçlarında ortaya çıktı. Bu konuda siyasetin en yüksek oy oranıyla desteklenmiş partisi biziz. Evet 4’üncü parti olduk oy itibariyle ama anketlerde ortaya çıktı ki ‘HDP’nin kurmuş olduğu siyaseti beğeniyor musunuz?’ sorusuna yüzde 50’ye yakın destek çıktı. Bu çok önemlidir işte. Bunun oya dönüşüp dönüşmemesi bizlerin başarısına bağlıdır. Bu ayrı bir mevzu ama Türkiye’nin yarısı artık bu politikayı benimsedi. Yani bir arada yaşayacağız, bölünmeyeceğiz, savaş ve çatışma olmayacak, askerimiz polisimiz yaşamını yitirmeyecek, Kürt genci yaşamını yitirmeyecek ve bizler giderek demokrasiyle tanışan bir ülkeye dönüşeceğiz. Bu insanlarımızı korkutmadı, ürkütmedi. Yeni bir ulus yapısından ve ulusal birlikten söz ediyoruz. İkincisi, böyle çoğulcu bir ulusun çoğulcu bir devlet tarafından yönetilmesi lazım. Tekçi ulus, tekçi devlet yapılanmasının her ikisi de değişmeli ki değişim anlamlı olabilsin. Çok dilli, çok kültürlü bir ulusu tek adam yönetemez. Tek yetkili parlamento da yönetemez. Yerinden yönetim dediğimiz, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, özerklik, öz yönetim, nasıl adlandırırsanız. Türkiye’nin her yerinde herkesin kendini ifade edebildiği, yönetime katılabildiği, temsil kabiliyetlerinin güçlü olduğu, belediye meclisleri, il genel meclisleri inşa edebilirdik. Bütçe yapma yetkisi, kendi bütçesini yapma, harcama yetkisi. Tarım müdürlüğünde veya tarım bakanlığında değil, o ilin meclisinde olsun. Turizm, hayvancılık, sosyal politikalar, yerel güvenlik hizmetleri, kadın politikaları, yatırım ve teşviklerin nereye yönlendirileceği, eğitim politikaları ve yerel sağlık politikaları bunların tamamının yetkisini bütçesiyle birlikte yerel meclislere verelim. Yerel meclisler kimlerden oluşacak? Asgari olarak o kentte yaşayan her azınlık grubunun koltuğu olacak ve kontenjanı olacak. O kentte Aleviler azınlıktaysa Alevilerin kontenjanı olacak. Êzidîler, Süryaniler, Hıristiyanlar varsa kontenjanı olacak. Dersim gibi bir memlekette Sünniler azınlıktaysa Sünninin kontenjanı olacak. Ama herkes temsil edilecek. Belediyeler ve yerel meclisler karar alırken kendi başına yeterli çoğunluğu sağlasalar bile sivil topluma danışmadan, onları bir danışma kurulu olarak fikirlerini almadan karar alamayacaklar. Eğer ekonomi alanında yasa yapıyorsa, kent meclisi konuyla ilgili bir yasayı görüşüyorsa, kentin bütün dinamiklerinin toplantıya katılıp görüşlerini belirtme hakkına sahiptir. Bütün bu görüşlerin meclis toplantısında aleni bir şekilde canlı yayında tutanağa geçilecek şekilde söyleme hakkına sahiptir. Veya diğer kent bileşenleri, kendisiyle ilgili bir karar alınırken, katılımcı bir demokrasiyle bütün o kentin yasa yapma sürecine katılma hakkına sahiptir. Kent çok dilli bir eğitim istiyorsa, o konuda müfredat hazırlama, kitap basma veya eğitim kurumu açma öğretmen atama bunların tamamı kent meclisinin görevleridir. Bunları yaparken 81 vilayetteki meclisler neye dayanarak yapacaklar? Ülkenin bir tek Anayasası var, herkes Anayasaya uymak zorunda olacak. Anayasaya aykırı alınan kararlar AYM’ye götürülebilecek. Dolayısıyla hiçbir özerk meclis kendi başına buyruk karar alamayacak. Ankara’daki parlamento ne yapacak dedik, genel güvenlik hizmetleri, ulusal sınır güvenliği, genel maliye ve makro düzeydeki ekonomi politikaları, hazine politikaları, genel adalet hizmetleri gibi bütün Türkiye’yi ilgilendiren genel politikalarda bir koordinatör görevi gören meclis böyle çalışacaktır. Önerdiğimiz devlet reformu, özerklik dediğimiz, yerinden yönetim dediğimiz model kabaca budur. Üçüncü reform başlığı, bunu da 7 Haziran’da anlatmaya çalıştık. Ekonomi alanındaki düzenlemeler. Bizler bu toprakların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sizlere anlatacak değiliz. Muazzam bir ekonomik potansiyelimiz var. Fakat istihdama veya üretime dönük yatırım Türkiye’de gerçekleşmediği için sıcak paraya ve ranta dayalı bir ekonomimiz olduğu için bizler sürekli dışarıya parasını kaptıran bir ülkeye dönüştük. Bu da ekonominin makro rakamlarının büyük çıkmasıyla birlikte mikro düzeyde vatandaşın hiçbir şekilde bu büyümeden pay alamayacağı bir düzen yaratıyor. Öncelikle bunu değiştireceğiz. Türkiye’nin belirli bölgelerinde değil, Kocaeli’de, Bursa’da, İstanbul’da değil, her yerde yerinde istihdamı artıracak yatırımları desteklememiz gerekir. Burada 3 şeye dikkat edeceğiz. Birincisi çevreye duyarlı olacağız. Ormanı, dereyi, suyu kirletmeyecek. İkincisi, işçiyi, çalışanı koruyan yatırımlar olacak. Kaçak işçi, sigortasız işçi, ucuz iş gücü olmayacak. Hakkını verecekler ve hepsi kayıt altında olacak. Üçüncüsü de cinsiyet ayrımcılığı yapılmayacak. Kadının ekonomik ve siyasal alandaki katılımını artırmak için cinsiyet konusunda da bizler hassas davranacağız. Bu şekilde yapılacak yatırımları yönlendirmek koordine etme konusunda merkezi hükümet üstüne düşeni yapacak. Her yere özerk yönetimle teşvik edici, cazibeyi artırıcı çalışmalar yapacak.

Değerli arkadaşlar, üç başlıkta çoğulcu demokrasi, demokratik cumhuriyet devlet yönetimi ve yeni bir ekonomik anlayışla barışa, istikrara ve güvene dayalı bir ekonomik anlayışla vergi politikasında ve gelir dağılımında adalet politikasıyla yoksulluğu, işsizliği önleyebiliriz dedik. Bunların her bir başlığını uzun uzun çalıştık, anlatma gayretinde olduk. Partimizin temel yaklaşımları bunlar. Biz bunun dışındaki hiçbir yaklaşımı, hiçbir pratik uygulamayı doğru görmüyoruz. Bizim özerklik diye tarif ettiğimiz kabaca buraya aktarmaya çalıştığım mevzudur. Ve bu sadece Türkiye’nin genel demokrasisini kucaklayan, Türkiye’yi çağdaş, demokratik yönetimler kotasına taşıyacak bir mevzudan da öte, bütün Orta Doğu’ya referans olabilecek yeni bir hamledir. Aynı zamanda Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünün de kilidi, anahtarıdır. Kürt halkının siyasi statü talebinin de karşılanmasıdır. Bunlar bizim siyasi parti programlarımızda yer almış, yıllardır her parti bünyemizde resmi olarak taahhüt edilmiş onaylanmış düşüncelerimizdir. Bu kabul görür ya da görmez, halktan destek alır ya da almaz, görebildiğimiz kadarıyla iyi ve doğru anlatıldıkça Türkiye’nin her yerinden insanlar ilgi ve sempatiyle izliyor bunu. Bu projeye Türkiye toplumunun yüzde 50’ye yakını ilgi göstermiştir. Bizler HDP’nin tüm bileşenleri - ki 20’ye yakın siyasi parti ve hareket olarak bir aradayız - Kürt hareketi de bu bileşenlerden en önemlisi nicel ve nitel olarak öncüllüğünü yapan harekettir, ama tek başına HDP değildir. HDP tek başına Kürt hareketini temsil etmez. Kürt hareketi tek başına HDP’yi bünyesine almaz. Çok sayıda inanç hareketi, kadın hareketi, gençlik hareketi, sol sosyalist hareketler, İslami hareket, Alevi hareketleri gibi hareketler ve partileri bünyesinde barındıran, tabiri caizse bir koalisyon partisidir. Temel ilkelerde bir araya gelmiş, çok sayıda siyasi hareketin çatısı ve ortak partisidir. Bu partiyi büyütmek, her seçimde halka biraz daha doğru anlatmak ve desteğini artırmak ben inanıyorum ki Türkiye’deki bütün sorunların çözümünde bize katkı sunabilir. İnanmamış olsak, kendimizi çaresiz hissetsek, bu kadar baskıya, bu kadar zorlamaya rağmen ısrarcı olmazdık. Israrcıyız çünkü bu proje Orta Doğu bataklığından Suriye’deki iç savaşın Türkiye’ye sıçrama ihtimalinden bizi koruyacak yegâne projedir. Birlikte yaşam, birlikte çözüm. Kürt halkının, bir halk olarak bütün haklarıyla birlikte Türkiye içerisindeki yaşamının garantisidir. Bunun dışında bir formül bizi bir arada tutmuyor, tutamıyor. Şimdi değerli kardeşlerim, konuşmama şöyle başlamıştım. Bizler, siyasi muhatap olarak elbette ki hükümetleri görmek zorundayız. Yarın bir gün hükümetler değişir, başka seçenekler devreye girer. Hükümette bizler oluruz ya da olmayız en nihayetinde bu bakış açısıyla sorunların çözümünü savunmaya devam edeceğiz.

Ve biz 3 başlık altında, 3 ana fikir altında topladık bu görüşlerimizi ve çözüm önerilerimizi kesinlikle silahla, şiddetle, savaşla kazanma yolunda kimseyi ne teşvik ettik ne önerdik. Demokratik siyasette başarılabilecek, doğru anlatıldığı takdirde bütün dünyada ilgi uyandıran, destek gören, sadece Türkiye’de de değil diplomatik birçok kapının size açıldığı bir ortamda bir kez daha yeniden şiddet sarmalına kendimizi mahkûm etmeyelim diyoruz. Çağrılarımızda karşılıklı ateşkes ve yeniden müzakereye dönüş konusunda çağrılarımızda ısrarımızın nedeni de budur. Biz kendimize güveniyoruz. Halk olarak sivil toplumumuzla, gençlik, kadın yapılarımızla, bir bütün olarak bütün meslek örgütlerimiz, dost siyasi partilerimiz, birlikte hareket ettiğimiz siyasi partilerimizle hep birlikte başarabileceğimize inanıyoruz. Çaresizlik içinde, sadece bizler hükümetin ağzına bakıp duran bir parti değiliz. Biz görüşlerimiz çerçevesinde siyasi bir mücadele yürüttük. Karşılaşmadığımız baskı, görmediğimiz zulüm kalmadı. Ama biz ısrarlı bir şekilde barışçıl yöntemlerle mücadele edeceğiz dedik. Yapmadığımız şey değil geçmiş dönemlerde. Yapmadığımız şey değil. Konuşmamın başında ifade ettim. Görmediğimiz şeyler değil. Savaşın en alasını gördük yaşadık, köylerimiz yakılırken, mahallelerimizde her gün faili meçhuller yaşanırken bunları görerek büyüdük. Bugün siyasetin merkezindeyiz. Geriye dönüş olmaz diyorlar. Olmaz tabi. Halk buna izin vermez, kimse buna izin vermez. Tarihte geriye dönüşler, geriye gidişler toplumların felaketidir. Bizler buna izin veremeyiz. Ve herkes, partimizin projesine, çözüm önerilerine inanan herkesin bu anlayışımıza bağlı bir şekilde bunun etrafında kenetlenmiş bir şekilde mücadele etmesi gerektiğine inanıyoruz. Hükümet zulüm politikalarını artırabilir, kendince şiddetin dozunu artırarak HDP’yi zor durumda bırakmak isteyebilir. Ama unutmayın ki 90’larda, 80’lerde yaşamıyoruz. İletişim kanalları eskisine göre çok daha güçlüdür. Ve vicdan, gönül kapıları da eskiye göre çok daha açıktır. Yurttaşlarımızın kulağı da söylediklerimizi daha dikkatle, ilgiyle dinleyebilecek bir noktaya gelmiştir. Biz bu imkânlarımızı elimizden kaçırarak, bu imkânları doğru kullanmayarak sadece hükümetin dayattığı şiddet politikasına teslim olursak başka hiçbir çaremiz yoktur gibi düşünürsek yanlış yaparız. Her şeyden önce bu noktada herkesin, Kürt hareketinin bütün bileşenlerinin, çağrılarımızın toplumsal bir ses olduğunu görmesi lazım. Bunun Selahattin Demirtaş görüşü ve çağrısı olmaktan çok öte milyonların çağrısı ve duygusu olduğunu görerek hareket etmesi lazım.

İkinci mevzu az önce kaba hatlarıyla aktardığım, özellikle özyönetim mevzusu; pratikteki yanlış uygulamaları ile pratikte özyönetimle uzaktan yakından alakası olmayan, yurttaşları esnafı, o mahallede, o kasabada yaşayanları da zora sokacak her uygulama bu projeye sadece zarar verir. Yurttaşlarımızın ve gençlerin, herkesin kendini savunma ve koruma hakkı sonuna kadar kutsaldır. Her canlının meşru savunma hakkı vardır. Hiçkimse hiç kimseye kurbanlık koyun olmayı dayatamaz. Bizim de çağrımız bu değildir. Kimseye “teslim ol” çağrısı yapmadık, yapmayız. Halkın her evladının direnişi karşısında biz saygı duyarız.

Ancak bununla birlikte doğru uygulamalar, doğru politikalar bizi başarıya götürür. Özerklik gibi çağrımızın, yerinden yönetim gibi son derece demokratik modellerini yanlış pratik ve uygulamalarla yanlış anlatan ve tarihe yanlış, olumsuz izler bırakacak şekilde ifadelendiren bütün uygulamaları eleştirdiğimizi açıkça ifade etmek istiyorum. Bizler yanlışlarımızın üstünü örterek, yaptığımız hataları halının altına süpürerek ilerleyecek bir hareket değiliz. Tam tersine bugüne kadar yanlışların karşısında dimdik durabildiğimiz için büyüdük ve bir halk hareketine dönüştük. Bugün 6 milyondan fazla insan bu harekete oy veriyor. Türkiye’nin yarısı sempati duyuyorsa bu dürüstlüğümüzden, doğruluğumuzdan, ilkeli duruşumuzdan kaynaklıdır. Yanlışların arkasında durmadık durmayacağız.

Çok açık ve net söylüyorum, bütün bu yanlışları ve yanlış anlaşılmaları düzeltmek, rayına sokmak için de elimizden ne geliyorsa fazlasını yapacağız. Bizler siyaset kurumu olarak her şeyden önce halkın verdiği desteği hep birlikte halkın yararına kullanmak zorundayız. Halkın duygularını, düşüncelerini, sokakta, meydanda, alanda duyduğumuz beklentileri siyasette pratik politikaya dönüştüremezsek yanlış yapmış, kendimizi kandırmış oluruz. Halk kandırılabilecek bir yetkinlik değildir. Kim halkı kandırabileceğini zannederse yanılır. Bunun en somut örneği mevcut AKP politikalarıdır. Kandırmaya çalıştıkça battılar. Battıkça kandırmaya çalıştılar yine battılar. Bu işin sonu yoktur. Yalanla, iftirayla, zulümle halk teslim alınamaz. AKP’nin durumu bunun en somut örneğidir. Biz buna izin vermemiş bir hareket olarak, direnerek bugüne gelmiş bir hareket olarak, hiçbir zulüm karşısında boyun eğmemiş bir hareket olarak kendi içimizde de en demokratik tartışmayı, kararlaşmayı yaşamak zorundayız. Başka türlü önümüzü göremeyiz, başka türlü sağlıklı büyümeyi gerçekleştiremeyiz. Aksi durumda halkın bize geçici olarak sunduğu toleransı kötüye kullanmak kesinlikle nihai zaferi engeller.

Tarihi statü beklentisi içerisinde olan, sorunun çözümü konusunda tarihi bir beklenti içerisinde olan halklarımıza hep birlikte layık olmak zorundayız. Bu çağrım veya eleştirilerim direnişe dair değildir, kesinlikle böyle anlaşılmamalıdır. Şunu da açık yüreklilikle ifade ediyorum. AKP ve AKP’nin politikası, AKP’nin yandaş medyasının tutumu, kirli savaş, psikolojik savaş politikaları öyle bir noktaya geldi ki eleştiri yapmak, özeleştiri yapmak bu ülkede imkânsız hale geldi. Kullandığımız her cümle bir psikolojik savaş argümanına dönüştürüldüğü için siyasetçiler olarak mecburen dikkatli davranmak zorundayız. Bizler siyasette bu döngüyü de bu yanlışı da kırmak zorundayız. Kendini eleştiremeyen, kendini görmeyen, özeleştiri yapamayan siyasetçi tipi Türkiye’de halka hiçbir şey kazandırmamıştır. Siyasi ömrünüz kısa olsun. Şahsen kendimi de öyle görüyorum. Ama bu kısa ömürde en azından doğru işler, doğru bir siyasi tarz ve üslup tutturmuş olalım. Bizden sonra gelecek her arkadaşımız bizim mirasımızı büyütmeye çalışsınlar. Başka türlü biz bu kısır döngüden çıkamayız. Başka türlü bu sarmaldan çıkış yoktur.

Masa, müzakere, diyalog, barış arayışı kutsaldır. Cesaret ister ve erdemli bir duruştur. Korkaklık değildir, geri çekilme, geri adım değildir. Hele hele böyle dönemlerde, barıştan söz edenlerin neredeyse hedef haline getirildiği bu dönemde tam tersine herkesin barış, müzakere, diyalog söylemini öne çıkarması lazım. Geri dönüp baktığımızda nerede kaldıysak ondan daha ileri bir noktada, sürecin yeniden başlaması konusunda ısrar etmeliyiz. Nerede eksiklik, yanlışlık var idi ise onları düzelterek önümüze bakmak zorundayız. Yeni dönemde müzakere başlamalı, daha şeffaf bir süreç olmalı, tarafların birbirine güvenmesine mevzu bırakılmamalı. Tarafsız diyebileceğimiz 3’üncü gözlemci bir güç, kamusal ortak bir iradeyi temsil eden ulusal ve karma bir heyet heyet mutlaka müzakerede gözlemci olmalı. Mutlaka ateşkesi denetlemeli. Mutlaka yanlış olan tarafı sert bir şekilde uyarmalı ve eleştirmelidir. İmralı’da, Kandil’de ya da Ankara’da kimin ne konuştuğunu, hangi konuda uzlaşılıp hangi konuda sorun yaşandığını kamuoyu bilmelidir. Kamuoyu ile bütün bunlar aleni ve açık bir şeffaflıkla paylaşılmalıdır. Parlamento daha fazla rol üstlenmelidir. Süreç parlamentoya doğru kaydırılmalı, yasal ve anayasal adımlar desteklenerek hızlandırılmalıdır. Bunu yapmak bizler açısından hiç zoru değil. HDP olarak dediğim gibi seçime 1 hafta var ve siyasi riskleri göze alarak buna hazır olduğumuzu belirtiyoruz. Derhal çift taraflı ateşkes olsun. Israrlarımız sonucu KCK’nin ilan ettiği ateşkese devlet ateşkesle cevap versin. Müzakerelerin başlaması konusunda en azından siyasi partiler seçim sonrası hazır olduklarını ifade etsinler. Bu topluma güven verir. Mevcut kadük durumu bir an önce umuda doğru evriltebilir. 1 Kasım seçimleri işte bu yüzden milattır. Sonuç ne çıkarsa çıksın, hiç kimse savaş politikalarında ısrarcı olamayacaktır. Emin olun hiç kimse silah bırakma konusunda ısrarcı olamayacaktır. Çünkü artık bizler, Türkiye’de oy veren seçmenler olarak şu noktada olduklarını görüyoruz; savaşa, çatışmaya yatırım yapan siyasetler hem sorun çözücü değil, hem kalıcı değil, hem de artık halk nezdinde itibarı olan partiler ve hareketler değil. Bu AKP için de geçerlidir. Bizler ve diğer partiler için de geçerlidir. 1 Kasım’dan sonra Türkiye’nin önüne yeni bir çözüm süreci sayfası açılacaktır. Biz buna inanıyoruz. Bunun gerçekleşmesi doğrultusunda çabalarımız ve görüşmelerimiz de var. Toplum bu kadar yüksek bir hassasiyetle çözümü beklerken kimse bundan kaçamaz. 1 Kasım özellikle buna vesile olsun istiyoruz. Toplumun yüzde 75’i öncelikli sorun olarak çatışmaları görüyor. Haklı olarak bunu görüyor. Çünkü insanların evlatları can veriyor. Böyle bir durumda işverenin işi, borsacının borsayı, yatırımcının yatırımı düşünecek hali kalmıyor. İşçinin, çiftçinin işine eli gitmiyor. Ölümler, kan, gözyaşı, cenaze ve hüzün içerisinde insanlar mutlu değil, güvende değil, huzurlu değil. Haklı olarak toplum bizden barış bekliyorsa biz bunu gerçekleştirmek zorundayız. Siyasetin boynunun borcudur. Ya cesur olacağız, cesur davranacağız, bu işi layıkıyla yapacağız. Ya da yapamayan siyasetçiler bırakacak, yapabilen siyasetçiler gelecek. Bu işi başaracak bunun başka yolu yok. Bizler HDP’nin bütün bileşenleri, parti grubu, parti yönetimi bu noktada hemfikiriz, kararlıyız ve ısrarcıyız. Seçimlerle ilgili birçok noktada Türkiye’yi kaosa sürükleyen hamleler noktasında hükümet politikalarına izin vermiştir ama seçim sonrası artık hiç kimse bu topraklarda istediği gibi cirit oynayamaz.” demiş ve bu konuşma da burada tamamlanmış.

Savcının konuşmalarımı nasıl değerlendirdiği umurumda değil, keşke o sözlerimizi hayata geçirebilseydik

10 sayfalık bir metin. Bunun tarihi de dediğim gibi 1 Kasım seçimlerinden 1 hafta kadar önce. 24 Ekim’de Diyarbakır’da yapılmış bir konuşma. Savcı bu konuşmayı da terör propagandası ve örgüt yöneticisi olmamın delili saymış. Konuşma metni bana aittir. Çözümde bazı ufak tefek eksikler olsa da bütünlüğü bozan bir durum değil. Konuşma çözümünde geçen konuşmalar benim düşüncelerimdir. Tekrarlıyorum, katılıyorum. Bugünden dönüp baktığımda bu konuşmaya keşke başarabilmiş olsaydık. Keşke orada konuştuklarımı hayata geçirebilecek siyasi gücümüz olsaydı. Üzüntüm sadece buna dair olur, yoksa savcının bu konuşmayı nasıl değerlendirdiği çok da umrumda değil. Bu konuşma örgüt propagandasını bırakın örgüt yöneticiliği olabiliyorsa o savcıdan şüphelenmek lazım. Kime hizmet ediyor, tam olarak derdi nedir, onu tartışmak lazım.


Şimdi başka bir konuşma çözümü var. 18.12.2015 tarihli basın toplantısındaki konuşmamı okuyorum. Savcı, 2-3 aylık periyot içerisindeki 5 konuşmamı fezlekeye koymuş.

Bundan sonraki konuşmalarımı okumadan önce bir alt bilgi olarak hem heyetin hem kamuoyunun bilgisine sunmak istiyorum. Aslında daha önceki celselerde de açıklamıştık hatırlatma babında olsun.

Bizler bütün parti yönetimi olarak ilçelerde ve illerde başlayan çatışmaları durdurmak adına bir dizi karar aldık. Bu kararlardan birincisi örtülü bir diplomasiyle Ankara’da, Kandil’de hendek barikatlarının olduğu yerde bazı aracılarla görüşmeler yaparak bir şekilde uzlaşmayı sağlamak ve hendek barikatların son bulacağı bir noktaya ulaşmak. Bu yönlü bir heyetimiz çalışma yürüttü. Bu çalışmalarının bazılarına ben de katıldım, özellikle tanık dinlenme aşamasındaki detayları sizlere aktaracağım.

Cizre’deki sivil yurttaşlar bir başbakan tarafından nasıl tehdit edilir

İkincisi de 12 il ve ilçede miting düzenledik ve bunların hepsinde de barış ve diyalog yoluyla çözüm çağrısı yaptık. Hükümetle ve Kandil’le mahallelerde ve sokağa çıkma yasağının olduğu, girilmeyen yerlerdeki silahlı gruplarla arabulucular vasıtasıyla yaptığımız görüşmelerle belli bir noktaya geldik, bir uzlaşma sağlanması aşamasına geldik. Herkesin bu konuda bir fikri vardı. Doğrusu mahallelerde silahlı gruplar dışında çok sayıda sivil halk vardı. Yani halk orayı terk etmemişti, kasabayı terk etmemişti. Çok sayıda sivil vardı ve onların da zarar görme ihtimali çok yüksekti. Dolayısıyla biz çatışmaların bir şekilde nihayetlenmesi, hendek barikatların kapatılması ve siyasi mücadeleye konunun devredilmesi için görüşmeler yaptık. Dediğim gibi üç ayrı kanaldan gelen olumlu mesajlar da oldu. Efkan Ala İçişleri Bakanı idi, onunla görüşmeler yapılıyordu, Diyarbakır Valiliği ile görüşmeler yapılıyordu, Kandil’e gönderdiğimiz özellikle Süleymaniye üzerinden yapılan bazı görüşmeler vardı ki bunlardan birine ben gittim. Arabulucu ile doğrudan görüştüm ve Kandil’e haber gönderdim ve Kandil’in özellikle bu gençlere çağrı yapması, hendek barikatlarda bulunanlara çağrı yapması konusunda ısrarcı oldum. Kendim de geldim Diyarbakır’da, Ankara’da, İstanbul’da çok sayıda sivil toplum örgütüyle, partiyle, Demokratik Toplum Kongresiyle, Halkların Demokratik Kongresi ile görüşmeler yaptım. Bunların tamamını parti yönetimi olarak bir dizi siyasi çalışma şeklinde yürüttük ve olgunlaştırmaya başladığımız bir aşamada Demokratik Toplum Kongresini toplayarak oradan çağrı yapma kararı aldık. O sırada -bakın çok önemli bu söyleyeceğim- hem hükümet tarafından işin doğrusu hem de mahallelerden bizi zorlayan açıklamalar ve tutumlar gelişmeye başladı. Yani bu çağrıyı yapmamız giderek zorlaşır hale geldi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan bu girişimlerden anladığım kadarıyla çok da memnun olmamış olacaklar ki özellikle o dönem Davutoğlu çok sert açıklamalar yapmaya başladı. Biz tam sonuç almaya doğru aylardır yürüttüğümüz çalışmada son haftaya giriyoruz, Davutoğlu’nun şu açıklaması geldi hatırlarsınız; “Cizre’yi ev ev temizleyeceğiz, oradakilerin hepsini temizleyeceğiz” dedi. Bakın, Davutoğlu şimdi 7 Haziran- 1 Kasım arasında neler olduğunu konuşmak lazım falan filan, konuşursak bilmem ne olur diyor ya ümit ediyorum konuşur biz de ne olduğunu öğreniriz. Çünkü kendisi de o dönemin faillerinden biridir. Biz Cizre’de, 90.000 nüfuslu bir ilçede huzuru, sükuneti, barışı sağlamaya çalışırken ülkenin başbakanı bütün Cizre’yi ev ev temizleme açıklaması yaptı. Cizre’nin evleri ile oradaki hendek-barikatın ne alakası vardı? Cizre’deki sivil yurttaşlar bir başbakan tarafından nasıl tehdit edilir.

HDP olarak başlattığımız direniş bütün bu çatışmaları durdurmaya dönük bir sivil direnişti

Dolayısıyla bundan sonra okuyacağım konuşmalarda yapmaya çalıştığımız şudur dengelemeye çalışıyoruz, kelimenin tam anlamıyla ip üzerinden yürüyoruz. Davutoğlu “hendek-barikatları iki günde temizleriz” diye açıklamalar yapıyor biz de “çok küçümsüyorsun diyoruz, durum o kadar vahim ki farkında bile değilsin” diyoruz. Israrla ordunun, kara kuvvetlerinin sahaya inmesi için çağrılar yapıyor. Biz durumun daha vahim hale gelebileceğini anlatmaya çalışıyoruz. İki tarafın da açık söylüyorum gönlünü alarak, ikna ederek kırmadan dökmeden hendek-barikatın kapatılmasını, sokağa çıkma yasağının kaldırılmasını, askeri-polis operasyonlarının durdurulmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bunun için de her yerde bir direniş başlattık. Benimle birlikte 15-20 milletvekili arkadaşım sürekli il il, ilçe ilçe gezip büyük kitlesel mitingler yapıyorduk, yürüyüşler yapıyorduk. Ve halk gerçekten direniyordu, neye direniyordu? Sokağa çıkma yasağı kalksın, hendek-barikat kalksın, operasyonlar dursun talepleri buydu. Benim halkın direnişi, bizim direnişimiz dediğim, halkın direnişini kutluyoruz dediğim her yeri savcı cımbızlayarak ‘hendek-barikat direnişini selamlıyor, kutluyor’ şeklinde yazmış. Medya da halen o şekilde vermeye devam ediyor. Oysa bizim HDP olarak başlattığımız direniş bütün bu çatışmaları durdurmaya dönük bir sivil direnişti. Bundan sonraki konuşma metinlerinin bu şekilde algılanması lazım.

O dönem bu girişimlerimizi provoke eden hükümet de başka çevreler de maalesef başarılı olmamızı engellediler, ama biz yine de Demokratik Toplum Kongresini şu amaçla topladık. Oradan biz özerklik ve özyönetim taleplerine siyasi olarak sahip çıkacağız, topluma güven vereceğiz ama aynı zamanda biz bu işi çatışma alanından siyasi alana çekeceğimizi de söyleyeceğiz. Özerklik nedir bunun altını dolduracağız siyasi olarak izah edeceğiz ve bunu siyasi bir mücadele şeklinde yürüteceğimizi ilan edeceğiz. Muhatap dediklerimiz ellerinde silah bulunduran sokaklardaki, mahallerdeki gruplar ile hükümete de bu işin siyaset alanına girmesine razı olun, kabul edin mesajları vereceğiz. Bunu alttan görüşmeler ile iki tarafa da iletmiştik. Kandil’e de iletmiştik, mahalledekilere, sokaktakilere ve Ankara’dakilere iletmiştik. Dolaysıyla DTK’nın bu kongresi bu hassasiyetle, bu bıçak sırtı durumla ilgili yapılmış bir toplantıdır. Toplantıda birkaç paragrafta özellikle vermiş olduğum mesajlardan ve toplantı sonrası yaptığımız açıklamalardan bu çok net anlaşılıyor zaten. Kongrenin biricik toplanma amacı da bu şekilde hayat bulsun diye, yani çatışmalara çözüm olsun diye gerçekleşmiştir. Şimdi bu söz konusu Demokratik Toplum Kongresinin büyük genel kurulu toplanmadan bir hafta önce Davutoğlu yaptığımız girişimlerden bilgisi olmasına rağmen çok sert açıklamalar yaptı. Bizi de kınadı, “Cizre’yi ev ev temizleyeceğiz” açıklaması yaptı ve provokasyonu derinleştirdi. Ve bize şu mesajlar gelmeye başladı: “Siz siyasi çözüm girişiminde bulunuyorsunuz, bize diyorsunuz ki hükümetle görüşüyoruz, bize diyorsunuz ki valilikle görüşüyoruz, bakanlıkla görüşüyoruz, bize barikat-hendekleri kapattırın diye mesaj gönderiyorsunuz, ama Başbakan ne diyor, Cumhurbaşkanı ne diyor. Biz bu koşullarda şunu yapmayız, bunu yapmayız” diye giderek sertleşen gerilimi artıran mesajlar alıyorduk. Bu açıklamaların bu çerçevede okunması lazım. Kimse de neyin ne olduğunu o dönemde çok iyi bilmiyor. Savunma adı altında her şeyi mahkemede konuşmak istemiyorum. Bazı şeyler bizimle mezara gider, ama barış için o gün Allah şahittir ki canımı ortaya koydum. Bütün arkadaşlarım ile birlikte koyduk. Bu açıklamalar da bu çerçevede yapılmış açıklamalardır. Devamla okuyorum 18.12.2015 tarihli konuşma.

“İşgal algısı uyandıran bu müdahalesine karşı partimiz çok net karşı tutum içerisindedir. HDP bütün örgütleriyle, teşkilatıyla, bütün yönetimiyle AKP hükümetinin bugün Kürt halkına karşı açmış olduğu savaşta Kürt halkının yanındadır. Bunun haklı meşru gerekçeleri, tarihi gerekçeleri arkadaşlarımız tarafından uzun uzun ifade edildi. Ben çok lafı uzatmayacağım, Putin’e bir iki gün meydan okuyup sonra süt dökmüş kediye dönen Başbakan ve Cumhurbaşkanı, Musul’a asker gönderdikten bir iki gün sonra arkasından pısırık pısırık orduyu çeken Cumhurbaşkanı ve Başbakan İsrail’e ‘van minüt’ diye meydan okuyup dün gece 20 milyon dolara o değerleri pazarlayan Başbakan ve Cumhurbaşkanı sıra Kürt halkına gelince mi kabadayı kesiliyor, sıra Cizre’ye gelince mi kabadayı kesiliyor? Şimdi 20 PKK’li var diye 6 general 36 albay 10 bin askerle oraya operasyon yapmak mıdır kahramanlık? Bu mudur sizin temizlik operasyonunuz? Bunu bilerek ve inanarak söylüyorum. Siz ne kadar aciz ve zavallı olduğunuzu ortaya koydunuz sadece. Operasyon yaptığınız her yerde korku panik değil bir coşku havası hakim. Neden biliyor musunuz? Çünkü zaten o insanlar daha ilk günden kazandıklarından o kadar eminler ki, onurlu haysiyetli, şerefli bir davanın savunucularıdır. Kendi topraklarında özgürce insanca yaşamak istiyorlar bu kadar. Siz ne yapıyorsunuz. Şehrin sokaklarına tank sokarak evleri, camileri tankla yıkıyorsunuz havaya uçuruyorsunuz. Yakıyorsunuz yetmiyor akşam sizin kanallarınızda işte hendek kazanlar cami yaktı diye yalan haberlerinizi ve demeçlerini izliyor buradaki insanlar. Türkiye’nin yarısı size inanıyor olabilir. Çalsanız da hırsızlık yapsanız da soysanız da katliam yapsanız da Türkiye’nin yarısı sizin arkanızda olabilir. Peki diğer yarısı peki burada yaşayan insanlar. Gece gündüz operasyon katliam yaparak buradaki insanları AKP’li mi yapacaksınız. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne daha mı yakınlaştıracaksınız. Daha da yakınlaştırdınız mı? Böyle mi olur zannediyorsunuz. Arkadaşlarımız cumhuriyet tarihinin kısa özetini geçtiler. Artık bu halk tarihin tekerrür etmesine izin vermeyecektir. Bir kez daha zulmün, katliamın, işgalin kazanmasına asla izin vermeyeceğiz. Bu direniş kazanacaktır. Öyle hendek-çukur diye küçümsemeye çalışanlar da dönüp tarihe baksınlar. 1980’lerde Kenan Evren’e, bu sokakları tank paletleriyle inletenlere karşı direnenler kimdi? Kim haklı çıktı. O gün direnişi ortaya koyanlar olmasaydı bugün Türkiye toplumunda birbirinin yüzüne bakamazdı insanlar. Çok şükür o gün darbeye karşı direnenler vardı bugün de darbeye karşı direnenler var. Erdoğan ve AKP darbesine karşı haysiyetli bir direniş var. Ne yapsaydı yani buradaki insanlar Erdoğan darbe yaptı diye birileri gibi Erdoğan’ın eteğine yapışıp yağcılık yalakalık mı yapsaydı? Ona güzellemeler yapıp ona şiirler mi yazsaydı? Ne yapsaydı yani Erdoğan darbe yaptı diye buradaki insanlar teslim bayrağını çekip biz artık AKP’liyiz, biz artık Erdoğan sevdalısıyız mı deseydiler? Kusura bakmasınlar on binlerce kahraman yiğit bu darbeye karşı direnen insan var. Öyle mevzu hendek barikat mevzusu falan değil. 10 askerle sen bir ilçeye generalleri 36 albayı gönderiyorsan orada hendek yok başka bir şey var bir halk direnişi var, halk var demektir. Sen halkın tamamını ev ev temizleyeceğiz deyip halka karşı savaş açmışsan halk her yerde bu zulme karşı direniş diyecektir. Öyle çıkıp büyük zafer nidalarıyla büyük kahramanlık edalarıyla filan da konuşmayın. Utanç duyulacak bir durumdasınız. Yüzde 50 oy almış bir hükümetseniz daha Kürt sorunuyla ilgili ne yapacağınızı dair elinizde tek bir çözüm projesi yok. 14 yıldır iktidardasınız şehirlere tank sokmuşsunuz, çıkmışsınız zaferden demokrasiden bilmem yeni anayasadan söz ediyorsunuz. Bu zulmün çarkı uzun sürmeyecek merak etmeyin. Halkımız sıkıntı çekiyor, yaşıyor farkındayız. İnsanlar bu zulüm nedeniyle, tankın topun yıktığı evler nedeniyle göç ediyor. Kurşunlu Camii’ni yakanlar bizatihi devlet görevlileridir. Oradaki evleri harabeye çeviren tank atışları, top atışlarıdır, panzerden yapılan büyük atışlardır. Halkımız bunun farkında. İnsanlar o yüzden orayı terk ediyorlar fakat inşallah uzun sürmeyecek. Zulüm baki olmayacak. Merak etmeyin. Bizler siyasetçiler olarak çözüm yollarını arıyoruz geliştireceğiz. Halkımızla birlikte bu zulüm günlerinin hızla geçmesi için direnişi büyüteceğiz. Elbette ki kendi sorunumuzu çözme noktasında bütün kurumlarımızla halkımızla işbirliği daha güçlü bir ittifak içerisinde bu meseleyi hal yoluna koyacağız. Önümüzdeki hafta sonu 26-27 Aralık’ta Diyarbakır DTK Olağanüstü Kongresinde bizlerde genişletilmiş bir şekilde o kongreye katılacağız. Özyönetimin, özerkliğin inşası ve içinin doldurulması ve sürecin siyasi zeminde daha güçlü ilerletilmesi için çok yoğun tartışmalar yapacağız ve önemli kararlar alacağız. Bunların hepsini hayata geçireceğiz. Bize öyle tankın namlusunu gösterip geri adım attıracaklarını zannediyorlarsa kusura bakmasınlar, biz ölüm korkusunu çoktan aştık. Ölüm Allah’ın emri. Allah’tan başka kimseden korkumuz yoktur. Bu işi ya böyle bilip kabul edeceksiniz ya da zulmü durduracaksınız. Sokağa çıkma yasakları kalkacak, infazlar duracak, özerkliğin özyönetimin müzakere edildiği 3’üncü gözlemci gücün masada olduğu Dolmabahçe Mutabakatının üzerine tartışmanın başlayacağı sağlıklı bir müzakereye dönülecek. Bizim isteğimiz budur. Bakın konuşan hangi arkadaşımız savaşı büyütmeye dair konuşma yapıyor, herkes barışın yolunu gösteriyor. Bunlar ne yapıyor peki özel harp yetmedi, özel psikolojik savaş, yetmedi şimdi özel kuvvetleri gönderdiler, yetmedi jandarma özel kuvvet geldi, yetmedi kara kuvvetleri geldi. Her gün savaşı büyütecek açıklamalar yapıyorlar. Gazetelerine bir bakın büyük temizlik operasyonuymuş, yok bilmem silip süpürme operasyonuymuş. Siz kimsiniz ya! Siz kimi nereden süpürüyorsunuz! Siz ancak bu toprakların kanalizasyonunu temizlersiniz. Başka da bir şey temizleyemezsiniz. Bunu buraya yazın not edin. Tarihte defalarca yaşandı, bir defa daha sizin hezimetinizi göreceğiz. AKP’nin bu saldırısı bir kez daha Kürt halkının bendine çarpmış tuzla buz olmuştur. Halkımızın korkmasına, AKP karşısında paniklemesine gerek yok. Çünkü direnen dipdiri bir halk gerçekliği var. Haklıyız, kazanacağız taleplerimiz meşrudur kazanacağız. 7’den 70’e el ele vereceğiz kenetleneceğiz. Bu zulmü böyle durduracağız. Daha önce belirttiğim gibi faşizm rica ile minnet ile durmaz. Faşizme yalvarılmaz, ne varsa gücünüz ortaya koyup direnip öyle kazanacaksınız. Şimdi biz o noktadayız. Yılgınlığa korkuya paniğe gerek yok. Mücadeleyi büyüteceğiz, bu faşizme bu işgalci savaş politikalarına geri adım attıracağız. Halkımızı bu çerçevede bulunduğu her yerde bu onurlu görkemli direnişi daha fazla sahiplenmeye çağırıyoruz. Bütün kurumlar olarak geri adım atmak bu tarihi dönemin ruhuna onuruna yakışmaz. Çünkü biz kimsenin malını çalmadık, kimsenin toprağını işgal etmedik, kimsenin hakkını gasp etmedik, kimsenin köyünü yakıp yıkmadık, kimsenin dilini yasaklamadık. Biz kendi toprağımızda anavatanımızda onurlu özgür bir halk olarak yaşamak istiyoruz. Bu da bizim hakkımızdır. Bu da kazanılana kadar direniş asla ve asla durmayacaktır. Ben bir kez daha bu direnişi ortaya koyan herkese partim adına teşekkürlerimi sunuyorum. Çok görkemli ve onurlu bir duruştur. Hükümetin yaptığı hiçbir şeyin hukuki dayanağı yoktur. Hiçbir şeyin, sokağa çıkma yasaklarının kanunda yeri yoktur. Valiler bu kararı alamaz, suç işliyorlar kanun tanımayan bir devlete karşı ne yapacak bu halk peki nereye sığınacak. Kanun dışı davranan devletin kendisidir. Polisi kanun dışı davranıyor. Savcısı, başbakanı, cumhurbaşkanı kanun dışı davranıyor, iş yapıyor ne anayasayı ne yasaları tanıyorlar. Ne yapacak halk peki? Kime sığınacak, savcıya mı şikâyet edecek? Savcıları tutuklayıp içeri attılar bunlar. Basın açıklaması yapacak. Basın mensupları içeride, yazan çizen basın mensuplarını tutukluyorlar. Polise mi şikâyet edecek? Suç işleyince ne yapacak? Kusura bakmasınlar. Gençler hendek kazıyormuş. Halk barikat kuruyormuş. Başka bir yol gösterin onu yapsınlar. Nereye şikayet etsinler.

Dolayısıyla kimse küçümseyerek, bu darbeye karşı onurlu duruşu içselleştirerek bu halkın tarihi mücadelesini durduracağını zannetmesin. Herkes bu mücadeleye yapabileceği yerde, durabileceği yerde katkı sunmaya çalışsın. Hiçbir şey yapamıyorsanız dua edin. Direnen gençlerimiz için dua edin. Beş vakit namaz kılın dua edin. Hiçbir şey yapamıyorsanız bunu yapın. Hiçbir şey yapamıyorsanız mazlumun, ezilenin yanında olun. Hiç değilse tarihe şereflilerin yanında, direnenlerin yanındayım diye not düşün. Çocuklarımıza, torunlarımıza bunu miras bırakın. Tekrar teşekkür ediyorum, sağ olun.”

Evet, bundan ibaret. Buradaki konuşmama da, içeriğe de katılıyorum. Konuşma bana aittir. Çözümde bazı hatalar olsa da esası etkileyecek bir şey yoktur. Dediğim gibi burada bahsettiğim, hendek barikattaki silahlı grupları ikna ederek, hendek, barikatı kapatma diplomasi ve siyasi girişimlerinin bir parçasıdır. O gün yapılmış olan bir basın toplantısıdır. Bundan sonra zaten 26.12.2015 tarihinde söz konusu DTK kongresi toplandı. Burada DTK Eşbaşkanları Hatip Dicle, Selma Irmak konuşmalar yaptı. DBP’nin o dönemki Eş Genel Başkanları Kamuran Yüksek ve Sebahat Tuncel konuşma yapıyor. HDK Eşbaşkanları Ertuğrul Kürkçü ve o dönem Sebahat Tuncel HDK’de galiba. Evet, Sebahat Hanım HDK Eşsözcüsü olarak konuşma yapıyor. Başka konuşmalar da oldu mu hatırlamıyorum ama nihayetinde biraz önce belirttiğim atmosferi yakalamaya çalışıyorduk. Bıçak sırtı bir durumdu. Eğer ki bir tahripkar bir şey çıkarsa hendek ve barikattakiler gerçekten de bütün bu süreçten kopabilirlerdi. Getirdiğimiz nokta kopabilirdi. Dolayısıyla biz özerkliği siyasi olarak savunduğumuzu, zaten siyasi programımızda olduğunu madde madde ve açıklayan bir deklarasyon yayınlarsak; bundan sonra biz bunun siyasi mücadelesini vereceğiz, herkes buna güvensin, inansın dersek ikna edebilecek bir noktadaydık. Bu kongre onun için toplanmış bir kongredir. Kongrede alınan kararlar da budur. Okuduğumda, konuşma metnine ve sonrasındaki mesajlara bakılınca zaten anlaşılacaktır. Kongrede yaptığım konuşmayı şimdi okuyorum:

“Değerli arkadaşlar, değerli kardeşlerim eşbaşkan, milletvekili, belediye başkanı arkadaşlarım; değerli basın mensupları ben de hepinizi saygıyla sevgiyle, hürmetle selamlıyorum. Demokratik Toplum Kongresi’nin bu önemli tarihi genel kurulunun, olağanüstü genel kurulunun her birimiz için başta direnen Kürt halkı olmak üzere bütün halklar için özgürlüğe, kardeşliğe, barışa vesile olmasını diliyorum. Sizler de hepiniz hoş geldiniz, iki gün boyunca önemli bir konuyu hep birlikte tartışacağız. Bugün yürüteceğimiz tartışmaların sonunda yarın nasıl bir özyönetim, nasıl bir özerklik, nasıl bir idari model, nasıl bir siyasi model hayata geçirmeye çalıştığımızı bir kez daha aslında bir kez daha bütün dünyayla kamuoyuyla paylaşmış olacağız. İlk defa tartıştığımız bir başlık ilk defa gündeme getirdiğimiz bir konu değil. Değerli eş başkanlar hem Kürt halkının mücadele tarihini, hem Kürdistan’ın yakın ve uzak tarihini, hem Türk halkıyla Türkiye ile ilişkileri hem de özellikle özerkliğin, özyönetimin ve halkların kendini yönetme hakkının meşruiyetinin kaynağını ifade ettiler. Onların belirttiği konuşmaların tamamına katılarak onların konuşmalarının işimi kolaylaştırdığı fırsatıyla güncel aktüel duruma dair görüşler paylaşmak istiyorum. Partimiz Halkların Demokratik Partisi kurulduğu ilk günden bu yana özyönetim hakkının, özerklik hakkını parti programının bir parçası olarak kabul ederek bütün halklar için meşru bir talep olarak savunmuştur. Seçime girdiğimiz 7 Haziran ve 1 Kasım’da da seçim beyannamemizin ve seçmenlerimize vaadimizin önemli parçası olarak savunulmuştur. Dolayısıyla da bugünlerde özellikle de “barikat ve hendek kazıldı, işte kriz buradan çıktı, barikat ve hendek özyönetim taleplerinin sonucunda ortaya çıktı” gibi kısır bir tartışmaya bir cevap olsun diye bunları ifade ediyoruz. Barikat ve hendek Kürt halkı özyönetim istediği için kazılmadı. Barikat ve hendek Ankara'da katliam planları yapanlar o planları hayata geçirmeye başladığı için kazıldı. Yoksa özyönetim talebi ve öz yönetim hakkı ve öz yönetim isteği yüzyıllardır vardır. Aslında insanlık var olduğundan beri bu talep savaşların kaynağının temel nedenidir. İnsanlar, halklar kendini yönetmek ister. Başkası sizi yönetsin diye, başka bir beşeri irade tarafından bütün irademiz teslim alınsın diye biz doğmadık. İrademizi tümüyle bir beşeri iradeye teslim etmek için yaşamıyoruz. Bu, insanın doğasına toplunu maneviyatına kolektif yaşama inancına aykırıdır. Kabul edemeyiz. Herhangi bir kişi gelsin sizi yönetmeye kalksın sadece birinizi her şeyinizle ilgili o karar versin... Sabah ne giyeceğinize, öğlen ne yiyeceğinize, akşam kaçta yatacağınıza, ne konuşacağımıza, her şeyimize bir kişi karar versin... Siz kabul etmezsiniz. İnsan onuru taşıyan kimse kabul etmez, edemez. İsyan edersiniz buna. Köleler bile isyan etmiştir. İşte kölelik düzeni tam olarak buydu. İsyan etti köleler bir halk bunu niye kabul etsin tek bir kişi bile bunu kabul etmezken Orta Doğu'nun en kadim köklü ve nüfus olarak en kalabalık halklarından biri olan Kürt halkı bunu neden kabul etsin? Bir tek gerekçe söylesinler bize Kürt halkının kendini yönetme hakkının meşru olmadığına dair tek bir gerekçe söylesinler. Ortaya koysunlar bakalım, yoktur. Bütün Orta Doğu’nun en çok konuşulan 4. dilidir. Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe kırk milyondan fazla nüfuslu Kürdistan gibi kadim, tarihi bir coğrafyası vardır. Tek bir birey bile başkasının kendisini yönetmesine izin vermez isyan ederken. Böyle bir halk niye kabul etsin? İşte bugün yaşadığımız şey bu tarihsel kırılmanın sonuçlarıdır. Özyönetim küçümsenecek bir mesele değildir. Alayla, küçümseyerek yaklaşılacak bir mevzu değildir. İnsanın tam da onuruyla haysiyetiyle ilgili bir mevzudur. Köle gibi mi yaşayacaksınız, özgür insan olarak onurunuzla mı yaşayacaksınız? Bu ikisi arasındaki bir tercihtir. Ne hendeği ne barikatı, mevzu oralara kadar küçümsenemez. Hendekteki, barikattaki direnişinin nedeni faşizme karşı, katliama karşı duruş ve direniştir. Özerklik eşittir hendek barikat değildir. Özerklik biraz önce arkadaşlarımız ifade ettiler onurlu yaşama hakkıdır. Eğer biri bunu kabul etmiyor, bırakın kabul etmeyi bunu tartışmayı tartıştırmayı bunu aklınızdan bile geçirilmesine izin vermiyorsa ve bunu aklından geçirenleri ben tutuklayacağım, katledeceğim, diz çöktüreceğim diyorsa vallahi o barikat, hendek kazmışlar çok değil ne yapacaklar başka, ne yapacaklar? Bunu söyledik diye eleştiriyorlar. Ne yapacaklar bir yol göstersinler. Diyecekler ki yav öz yönetim, özerklik kardeşim bunlar ne güzel siyasette oturup tartışalım, bunların hepsi siyaset yoluyla çözülsün amenna. Biz bunun için varız iki buçuk yıl neyi tartıştık, tartışmaya çalıştık. Masaya öz yönetimin ö'sünü bile getiremedik asla tartışmadılar asla, zurnanın zırt dediği yere geldik, Dolmabahçe mutabakatıyla artık bunun tartışılacağı noktaya geldik. Artık tamam diyalog bitti birbirimizi tanıdık anladık talepler nedir neyi konuşacağız netleşti, iyi kötü karşılıklı bir güven ortamı oluştu, hadi işin esasına girelim dediğimiz noktaya gelince işte orada kıyamet koptu, çünkü Dolmabahçe mutabakatı demokrasinin önünü açacak tartışmanın, müzakerenin yol haritasıydı.

Sayın Öcalan tam iki buçuk yıl İmralı’da iğneyle kuyu kazar gibi sabırla o noktaya gelinsin diye çaba sarf etti. Bugün saraylarında atıp tutanlar, bugün sırça köşklerinden bize parmak sallayıp tehdit sallayanlar, tam 15 metrekarelik beton hücresinde, tam 16 yıldır küçük bir radyosu yanında bulundurmasına izin verdiğiniz üç kitabıyla bütün Orta Doğu dengelerini sizden daha iyi okuyan ve bunun hazırlığını yapan, bunun direnişini bunun barışını bunun alt yapısını kuran bir lider karşısında hepiniz küçüldünüz. Sayın Öcalan karşısında hepiniz küçüldünüz. Bunların hepsini kendisi söylemişti. Hepsini İmralı’da uzunu uzun anlatmıştı. Defalarca rica etmişti. Lütfen gidin Ankara’da iyi anlatın, heyetlerimize defalarca bunu altını çize çize belirtmişti. Bu çok kıymetli bir görüşme sürecidir. Lütfen birbirimizi kandırmaya dönüşmesin, lütfen oyalamaya dönüşmesin. Tarihi bir müzakere yapıyoruz. Orta Doğu kaynayan kazana dönüşmüş, bütün uluslararası güçler Orta Doğu’ya üşüşmüş, bir kez daha tarih tekerrür etsin istemiyoruz. Bir kez daha Orta Doğu halklarının kaderi elinden alınsın istemiyoruz. Dolayısıyla biz Türk halkıyla, Türkiye yönetimiyle stratejik bir kader birliği yapmak istiyoruz. Geleceğimizi beraber belirlemek istiyoruz. Rojava’da da burada da tarihi bir güvenle önümüzdeki yüzyıllara artık diğer halkların da eşitliğini temel alarak bir arada yaşayacak çözüm üretelim demişti. Şimdi alay edenler, dalga geçenler çözüm sürecini küçümseyenler, bugün hendekleri küçümseyenler alay edenler dalga geçenler iki buçuk yıl otuzdan fazla İmralı ziyaretimiz oldu, bir o kadar Kandil ziyaretimiz, onun iki katı Ankara’da toplantılarımız oldu. Niye siyasetle çözmek varken hendek kazmışlar? İki buçuk yıl yapmadığımız şey kalmadı arkadaşlar. Ne yaptılar eninde sonun da siyasetimizin önünü mü açtılar, hayır. 7 Haziran’da bizi barajın altında bırakabilmek için ellerinden ne geliyorsa yaptılar. Katliam mı yapmadılar, bomba mı patlatmadılar mitinglerimiz de ilçe teşkilatlarımızı mı havaya uçurmadılar, çalışan arkadaşlarımızı mı tutuklamadılar ne yapmadılar? 7 Haziran öncesi barikat mı vardı, hendek mi vardı? Hayır. Siyasete kanal açmadılar. Siyasetçilerimizi hor gördüler, yok saydılar. Buna rağmen Kürt halkı başta olmak üzere Türkiye’nin vicdanlı insanları arkamızda durdu. O zor koşullarda 7 Haziran’da barajı aşmayı başardık. AKP’yi iktidardan düşürmeyi başardık ve o günden bu güne yaşananları sizler an ve an zaten izliyorsunuz, uzun uzun anlatmaya gerek yok. 1 Kasım seçimlerine nasıl bir ortamda gittik onları da biliyorsunuz. Şimdi zannediliyor ki Ankara’da müzakereye açık, siyasi çözüme açık, sorunları konuşmaya açık bir hükümet var. Biz bunu değerlendirmiyoruz, bunun kıymetini bilmiyoruz. Parlamentoda her şeyi çözmek mümkünken birileri çıkmış, hendek kazmış barikat kazmış, yok böyle bir şey. Yaşanan savaş, çatışma ölümlerden memnun muyuz, hayır. Bu en başta bizi huzursuz ediyor. Yaşanan ölümler, şehirlerimizi tahrip olması, bebeklerin yaşlıların katledilmesi en fazla bizi kahrediyor. Siyasetçiler olarak ilk sorumlusu biziz, hepimiz, bu salonda oturanlar bizleriz. Önce vebal bizim olacak sonra Ankara'ya yüzümüzü dönüp eleştireceğiz. Tamam, biz üstümüze düşen bütün eksikleri kabul ederiz. Ama eksikliğimiz Ankara’daki hükümete karşı değil halkımıza karşıdır. Mahcubiyetimiz Ankara’dakilere karşı değil direnenlere karşıdır. Varsa eksikliğimiz direnişte başı dik olanlara karşıdır. Yoksa Ankara'dakilere ne minnetimiz olacak? Onlara karşı ne eksiğimiz oldu? Çözüm süreciyse en fazla uğraşan biz olduk. Çözüm politikalarında en fazla biz proje ürettik buradan. Demokratik Toplum Kongresi’nde tartışarak, yarın çerçevesini netleştirip içini dolduracağımız bu özyönetim mevzusunun arkasında hep birlikte siyasetçiler, sivil toplum örgütleri, emek örgütleri, kadın örgütleri, gençlik örgütleri olarak, yerel yönetimler hep birlikte durmayı başarırsak ve bunun adım adım inşasını gerçekleştirirsek bu tarihi sorunun çözümüne doğru gideriz. Yine biraz önce arkadaşlarım ifade ettiler Türkiye’de yönetim modelini tartışmak günah mıdır yav, haşa Allah’ın emri midir?

Kenan Evren’in yaptığı anayasayı tartışamıyoruz. Orada kurduğu ilkeleri tartışamıyoruz. Kuran-ı Kerimi tartışabiliyorsunuz, tartıştırıyorlar. Haşa o Allah’ın emri mi değil mi tartıştırabiliyorlar, darbeci bir generalin kitabını tartışamıyoruz. İşte bunu bu kendine Müslümanım diyen iktidar yapıyor. Bunu tartışamıyoruz. Modeli özerklik olsun, modeli eyalet olsun, modeli federasyon olsun, herkesin bir fikri olabilir. Bak onların da var, başkanlık olsun diyorlar fakat biz tartışamıyoruz, tartıştırmayız diyorlar. Bu memleketi diyor bölmelerine izin vermeyiz, asla tartıştırmayız diyor özerkliği. Onlar da söylüyor, ana muhalefet de söylüyor, öbürüde söylüyor. Hepsi böyle bakın. Kürtlerle ve Kürdistan’ın geleceğiyle ilgili söz söyleme hakkına sahip olmayan sadece Kürtlerdir. Bizim dışımızda herkesler konuşabilir. Emekli generaller yenilmiş paşalar, stratejistler, analistler... Her akşam bizim adımıza konuşabiliyorlar televizyonda. “Kürde bunu verin, Kürde şunu verin, Kürt’ten şunu alın.” Bir tek biz konuşamıyoruz. Biz konuşmak istediğimizde hayır iradenizi kırarız, sizi pişman ederiz diyorlar. Bizim dışımızda herkes bizim statümüz ve geleceğimizle ilgili konuşuyor, konuşabiliyor. Ama 40 milyon Kürt halkı Türkiye’de hangi statü ile yaşayacağını konuşamıyor. Çok cesur olup konuşanlar sizler gibi, bugün direnenler gibi ya öldürülüyor ya tutuklanıyor ya soruşturma dava açılıyor ya linç ediliyor. Bir şekilde onun o düşüncesini açıkladığı için pişman edilerek toplumun geri kalanları da cezalandırılıyor. Böyle bir ortamda biz bu şehir savaşların yaşıyoruz. Kürt gençleri bugün bu tarihi bilinçle, travmayla, yaşanan acılarla yola çıkarak bu direnişi ortaya koyuyor. Savaşı şehirlere taşımak için değil, insanlarımız göç etsin diye değil, zerre kadar siyasete, müzakereye, konuşmaya dair umut Ankara’da kalmadığı için Ankara masayı devirip masanın yerine tank koyduğu için direniyor insanlar. Biz burada siyasetçiler olarak, kendi kişisel ikbalimiz, kişisel istiklalimiz uğruna bir tartışma yürütmedik, yürütemeyiz de. Direnişin geleceği ne olacak bunun dışında her tartışma bizi geriye götürür. Madem hasta ameliyat masasına yatırıldı ki hasta hatip beyin belirttiği iki yüz yıldır hastadır.

Defalarca denedik ilaç verdik, serum taktık olmadı. Madem ameliyat masasına yatırdık bu hasta oradan iyileşmeden kalkmayacak. Bu direniş zaferle sonuçlanacak. Herkes halkımızın iradesine saygı duyacak ki bir daha bu acıları yaşamayalım değerli kardeşlerim. Bizler çocuklarımıza artık sorun miras bırakma utancına dâhil olmak zorunda değiliz. Çocuklarımıza, torunlarımıza çözümü miras bırakalım. Cizre’de bebeklerimiz, yaşlı kadınlarımız bu zulmü yaşarken, bu hakareti yaşarken bir sonraki nesil de eğer bunları yaşamaya devam ediyorsa vebali bizimdir. Öncelikle şu salonda oturanlarındır vebali. 10 yıl sonra 50 yıl sonra Cizre'de halen 70 yaşındaki analarımızın 7 gün cenazesi sokakta kalabiliyorsa o gün o çocuklar dönüp bize lanet okusalar haklıdırlar. Haklıdırlar, ne diyebiliriz? Biz onlara çözüm miras bırakamamışsak ve halen o acıları yıllar sonra yaşıyorlarsa bize lanet okusalar haklıdırlar.

Gün bu gündür artık devletin kararlılığı mı var kendileri bilir. Tankları var, topları var emirlerinde. Orduları var doğru. Bizim kararlılığımız, haklılığımız, meşruiyetimiz var. Tanktan, toptan daha güçlüdür. Halkın ittifakı, halkın iradesi silahtan daha güçlüdür. Bu kâğıttan kaplanların ucuz kahramanlıklarının da sonu gelmiştir.

Dün Ankara'dan Başbakan’a çağrı yaptım. Genelkurmay Başkanı'nı neden Cizre’ye gönderiyorsun? Sen git, siyasetçi sen değil misin? 7 Haziran'da, 1 Kasım’da sandıktan çıkan oylar size verilmedi mi? Genelkurmay Başkanı mı seçime girdi? Hani istikrar sağlayacaktınız? Hani siyasi çözümleriniz vardı? Genelkurmay Başkanı mı seçildi 1 Kasım da? Sen seçildin. Sen niye Cizre’ye gitmiyorsun? Madem kudretlisiniz, madem güçlüsünüz, al reisini de yanına, sen Cizre'ye git.

Sur‘a gelin bir bakın, hani Kürt halkını kurtarıyorsunuz ya terörden, terör belasından; gelin bu kurtardığınız Kürt halkı sizi nasıl karşılayacak. Yarın hemen buyurun bir Cizre seferi düzenleyin, Cizre meydanında miting yapın. Çünkü zerre kadar siyasi iradeleri yok. Kaybettiklerini, siyaseten tükendiklerini biliyorlar artık. Yüzde 49,5 oy almışlar ama dayandıkları zemin zor, güç, silah zeminidir. Bunun dışında bu topraklarda ayakta kalamayacaklarını biliyorlar.

Bizim artık bu bilinçle bugün, yarın bu toplantılarımızda siyaseten çözüm gücü olan bu iradenin nasıl bir tutum içerisinde olduğunu bütün dünyaya kararlı bir şekilde ilan etmesi lazım.

Yine çok uzatmak istemiyorum, affınıza sığınıyorum ama arkadaşlarım da belirttiler; iki temel mevzuyu netleştireceğiz. Birincisi Kürt halkının siyasi statü meselesi, bu da özerklikle ilgilidir. İkincisi yine Kürtlerin yaşadığı Kürdistan bölgesini ve Türkiye’nin tamamını da ilgilendiren idari yönetim modeli, bu da özerklikle ilgilidir. İkisi de özerkliğin parçasıdır. Bu ikisini en dengeli şekilde birbirini boşa çıkartmayacak, birlikte yaşamı olanaklı kılacak ama içeriği de dolu, demokrasiyle, demokratik yönetim modeliyle dolu nasıl bir yönetim modeli inşa edebiliriz; bunun yetkilerini, mekanizmalarını, hiyerarşisini tabandan yukarı doğru nasıl kurabiliriz? Bütün bunları bir kez daha hem birbirimize hatırlatmak, netleşmek; bütün dünyaya da bunu hatırlatmak babında bu toplantı çok önemli olacaktır.

Biz bu toprakların kadim halkındanız, kadim halklarıyla bir arada yaşamış ve boyun eğmemiş halklarındanız. Evet, Türkiye’de Türk kardeşlerimiz başta olmak üzere her etnik kimliğe kardeşimiz gözüyle bakarız. Bir arada yaşama iradesini de halen koruyoruz. Önerdiğimiz çözüm modeli de bunun bir parçasıdır. Kürtler artık kendi coğrafyasında, Orta Doğu’nun orta yerinde siyasi bir irade olacaklardır. Tıpkı 100 yıldır okyanusun dibinde kalmış bir geminin yeniden okyanusun üstüne çıkıyor olması gibi Kürdistan kendi küllerinden yeniden doğuyor, Orta Doğu’nun orta yerinde bir güneş gibi ışıldıyorsa dostlarımız bundan mutluluk duymalıdır. Bize kardeş diyenler bundan mutluluk duymalıdır. 'Etle tırnağız' diyenler bundan mutluluk duymalıdır. Korkulacak bir şey yok, gerçekler gün yüzüne çıkıyor. Korkunun ecele faydası da yok, durdurulabileceğiniz bir durumda değil. Durdurmak yerine, engellemeye çalışmak yerine güç verseniz, yarın yan yana olsak, omuz omuza olsak hep birlikte kazanacağız.

Artık gelecek yüzyılda bir Kürdistan gerçeği olacak. Belki bağımsız devletleri de olacak Kürtlerin, federal devletleri de, kantonları da olacak, özerk bölgeleri de. Kürdistan büyük bir coğrafyadır. Bu coğrafyada, kocaman coğrafya içerisinde Kürt halkı nerede, nasıl yaşamak istiyorsa önce kendisi karar verir, geri kalanlar buna saygı duyar, kardeşlik hukuku da böyle gelişir. 'Bin yıllık kardeşlik' diyorlarsa Hatip Bey'in belirttiği gibi bin yılın 200 yılı sorunludur. Geri kalan 800 yılda Türk ulusal egemenliğinde falan geçmemiştir. Geri kalan 800 yılda Kürtlerin resmi dili Türkçe değildir, geri kalan 800 yılda Kürtlerin eğitim dili Türkçe değildir. Kürtler kendi ana diliyle, medreselerinde eğitim yapmıştır. Resmi dilleri Kürtçedir. Kürtlerin yönetim şekilleri beylikler şeklinde özerk bölgelerdir. Şu andaki modern devletlerdeki kanton sistemidir. Bağımsızlığa yakın bir yönetim sistemleri vardır. Ekonomilerini kendileri düzenlemiştir. Vergisini almak o bölgenin yönetimine aittir kendi savunmaları vardır, orduları vardır. Bunlar inkılap tarihi ile birlikte unutturuldu ama daha bizim dedelerimiz yaşayan dedelerimiz bunun canlı tanığıdır. Biz bunu nasıl inkâr edip, yok sayıp AKP’nin modeline mahkum kalabiliriz ki. Biz bu kadar mücadele edeceğiz, toplumu değiştireceğiz, Biz bu kadar mücadele edip büyük bir demokrasi gücü ortaya çıkaracağız, beyefendiler gelecek bütün bu gücü kendi saltanatları, başkanlıkları, bilmem diktatörlükleri uğruna harcayacaklar. Biz de bunlara boyun bükeceğiz. Olabilir mi böyle bir şey? Tarihimize ihanet olur, mücadelemize, değerlerimize ihanet olur, bunu kabul edemeyiz.

Denilebilir ki bedeli çok ağır olacak ama ne yapalım, ne yapalım bedeli ağır oluyor diye onurumuzu mu yitirelim, haysiyetsiz mi kalalım, birbirimizin yüzüne bakamayacak hale mi gelelim, ne yapalım? Hepimizin er ya da geç bir mezar taşı olacak. Bazılarının mezar taşı yok bizim en azından o olacak belki. Cenazesi ortada olmayanlar var, öyle anne babalar var ki soğuk bir mezar taşına razıdır, evladını bulamıyor.

Ne yapacağız peki biz o mezar taşlarına bakarken utanmamak için neyse bedeli bizde ödemeyi göze alacağız. Bundan başka çare yoktur değerli arkadaşlar olsa sonuna kadar kullandık, kullanmaya da devam ederiz. Müzakere, diyalog, barış kapısı her zaman açıktır, her zaman; kapanacak bir kapı değildir. 7 Haziran’dan sonra bakın şu güne kadar 3 defa çok ciddi girişimde bulunduk, diyalogun kapıları açılsın diye. Çok ciddi, üst düzeyde, üçüne de ret cevabı geldi. Çünkü karar verilmiş, infaz kararı verilmiş. Çünkü şunu gördüler; Kürt halkı güçlü, örgütlendi, irade haline geldi. 'Bugün başını ezmezsek bu artık bütün Orta Doğu dengelerini değiştirebilecek yeni bir güç olacak' diyorlar. İran bir güçtür, Türkiye bir güçtür, Irak, Suriye devletleri 100 yılın başında ortaya çıkmış yapay devletler de olsa arkalarında güçler var, bir güç, bir dengedir. Arap gücüdür. Şimdi bu Orta Doğu dengesi içerisinde Fars, Türk, Arap dengeleri içerisinde bir de Kürt gücü doğsun istemiyorlar, buna razı değiller. Üstelik bu Kürt gücü öyle gerici bir güç de değil. Kendi içerisinde demokrasi mücadelesi yürüten; inanç özgürlüğü, kadın özgürlüğü, emekten yana, ezilenden yana bir öncüye sahip. Herkes için bir tehlike gibi görülüyor, bunu ezebildikleri kadar ezmek hepsi açısından tarihi bir sorumluluk, görev gibi duruyor ve o yüzden bu kadar ağır saldırı gerçekleştiriyorlar.

Biz bugün sizlerinde katkılarıyla, önerileriyle bölge yönetimleri nedir, yetkisi ne olmalı, bölge yönetiminden aşağıya doğru kent yönetimleri, belediyelerin yetkisi ne olmalı, sağlık eğitim, tarım, kültür, turizm, balıkçılık, hayvancılık, trafik, savunma nedir, bunlar hangi yetkiler, başlık başlık, hangisi merkezde, hangisi yerelde olmalı? Bunları netleştirelim. Tartışmadığımız konular değil bunlar ama netleştirelim. Biz bunu bütün Türkiye için öneren bir partiyiz HDP olarak. Fakat denilse ki 'yahu Kürt halkı özerk olacak diye bütün Türkiye’ye bölge yönetimi getirmek zorunda değiliz', bunu da oturalım tartışalım. Bölgesel dar bir özerklik mi tartışacağız, buyurun tartışalım ama biz bütün halkların iradesine saygı duyacağız. Trakya bunu istiyorsa Ankara buna saygı duyacak. Karadeniz, Ege, Marmara, diğer halklar, 'evet, yetki bir adamda olacağına, yetki 10 kişilik bir yönetimde Ankara'da olacağına yanı başımda olsun, parlamentom yanı başımda olsun, gidip hesap sorabileyim, gidip tartışmaları dinleyebileyim, kendi fikrimi en yakın parlamentoda dile getirebileyim ki, çiftçi olarak, işçi olarak, memur olarak, esnaf olarak derdimi rahat anlatabileyim' derse insanlar, Ankara'nın da buna itiraz etmemesi lazım.

Yönetimi halka ne kadar yakınlaştırırsanız o kadar demokrasi olur. Şunu da belirterek bitireyim; deniyor ya, 'biz efendim bu bölgeleri PKK’ye bırakmayız, PKK mi yönetecek bu bölgeleri?' Hayır, demokratik bölgeler oluştuktan sonra seçim olacak kim bu seçimleri kazanırsa o yönetecek. AKP kazanırsa bölge yönetimde AKP olacak, saygı duyacağız.

Diktatörlük mü, öz yönetim mi? Tek bir adamın sultasında onun monarşik anlayışı mı, baskıcı erkek egemen zihniyeti mi? Yoksa hepimizin özgürce yaşayacağı, kardeşçe yaşayacağı insan onuruna sahip öz yönetimler mi? Bunun kararını biz verdik yine eşbaşkanlarımın belirttiği gibi Türkiye'nin batısı da bu verilmiş karara katılmalıdır, destek verilmelidir, mücadeleyi büyütmelidir. Ben bir kez daha bütün arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyorum, direnen arkadaşlarımıza, dik duran bu dönemde her şeye rağmen halkla birlikte halkın yanında olan geri dönüp baktığımızda bizi mahcup etmeyecek düzeyde bir duruş ortaya koyan bütün arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza teşekkür ediyorum. Canını ortaya koyan 7’den 70’e her bir arkadaşımıza, ailelerine, şehitlerimize bir kez daha vefa ve bağlılık sözümüzü tekrar ediyoruz, kongremizin hayırlı olmasını diliyor, hepinize teşekkür ediyorum. Sağ olun.”

Daha sonra başka konuşmacılar da konuşmasını yapıyor. Kongrenin ikinci günü sonuç bildirgesi açıklandıktan sonra her eşbaşkan kalkıp bu bildirgeye dair de görüş belirtiyor, orada da kısa bir konuşmam var onu da okuyayım hemen:

Deklarasyonu yayınlayanların ciddiyetiyle, aynı ciddi yaklaşımla deklarasyona yaklaşılacaktır. Deklarasyonda da belirtildiği gibi dinamik bir tartışma sürecine, öneriye ve eleştiriye açık bu metin; çatışmaların sonlanması, mevzunun hendek ve barikat olmadığı, demokrasi sorunu olduğu noktasında tartışmaları ve mücadeleyi siyasi alana, siyasi zemine çekebilmesi konusunda çok önemli bir fırsat sunuyor. İnşallah muhataplarımız bu ciddi deklarasyonu bir kez daha serinkanlılıkla dinleyip, okuyup aslında özyönetimin, özerkliğin hepimiz açısından birlikte yaşam açısından çok önemli bir fırsat sunduğunu göreceklerdir. Siyaset küskünlükler, siyaset kaprisler, siyaset kompleksler üzerinden yapılmaz. Siyaset çözüm alanıdır. Ne olursa olsun konuşabilmek, ne olursa olsun diyalog ve müzakere kanallarını açık tutabilmektir siyaset. Biz HDP olarak bu noktadayız. DTK’nın deklarasyonda ifade edilen mücadele anlayışı, mücadele çerçevesi ve özyönetim çerçevesine bağlı kalarak bir siyasi mücadeleyi sürdüreceğimizi belirtiyor, emeği geçen bütün arkadaşlara şükranlarımızı, teşekkürlerimizi sunuyoruz. Hepimizin yolu açık olsun.”

Tek üzüntüm ölümleri, yıkımları durduramamış olmaktır, onun dışında vicdanım rahat

Fezlekede geçen ilgili konuşmaları dökümleri okuduk kayda geçtik. Konuşmalara dair çözüme dair herhangi bir diyeceğim yok. Konuşmalarımın arkasındayım. Konuşmaların tamamı demokratik barışçıl yol yöntemlerle sorunlara çözüm arama iradesini net bir şekilde belirten konuşmalardır. Benim ve partimin siyasi fikirleridir. Bu siyasi fikir ve çözüm önerilerimin de arkasındayım. O dönem suç işlemiş, suç işleyen çok fazla suça bulaşmış siyasi kadrolar bugün iktidardadır. Asıl o dönemde şehirlerde Cizre’de, Sur’da çok sayıda ağır insan hakları ihlali, sivillere yönelik ağır ihlaller, şehirlere yönelik ağır ihlaller gerçekleştiren biz değiliz. Bunu durdurmaya çalışan bizleriz. Bütün o ölümleri, bütün o yıkımları durdurmak için canla başla çalışan bizleriz. Benim tek üzüntüm bu konuda başarılı olamamış olmaktır. Onun dışında beni üzen bir şey yok.

Siyasetçiler siyasi olarak yaşananlardan sorumludur

Tabii ki siyasetçiler olarak siyasi sorumluluğumuz, idari hukukun terimiyle kusursuz sorumluluğumuz da vardır. En nihayetinde siyasetçiler siyasi çözüm üretme noktasında halka karşı borçludurlar. Ben bu açıdan kendimi sorumlu tutuyorum. Yoksa kimseye hesap vermeyi gerektirecek bir şey yapmadığımdan eminim. Bu konuda vicdanım rahattır. Savcının dosyaya almadığı, almaya gerek duymadığı belki de benzer içerikli demeçlerim konuşmalarım da var. Tarih karşısında onları da ben kayda geçireyim. Örneğin yine aynı tarihlerde 30 Ağustos 2015. Yani 3 no’lu fezlekenin konuşmalarının yapıldığı tarihte yaptığım bir açıklama. Nerede yayınlanmış mesela. Avukatlarım çıktıyı habersol.org.tr’den almış ama bütün medyada yayınlanmıştır. Başlığı da şu: Selahattin Demirtaş: Silahla özerklik olmaz. Haberin başlığı bu.

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, özerklik taleplerinin baskılara karşı sivil bir isyan olduğunu belirterek silah yoluyla özerklik ilanını doğru bulmadığını söyledi. Türkiye’de şiddetin aynı düzeyde devam etmesi halinde 1 Kasım’da seçim sandıklarının kurulabileceğini düşünmediğini vurguladı. Demirtaş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın fiilen bir darbe yaptığını savundu. 1 Kasım öncesi yurtdışı seçim çalışmasını başlatan ilk liderlerden HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş oldu. Demirtaş Viyana’dan sonra Lahey’de seçmenleriyle buluştu. Hollanda Kürt Federasyonu toplantısı öncesi HDP lideri gazetecilerle buluştu. BBC Türkçenin yaptığı habere göre Demirtaş, temel konuları 4 maddede özetledi. Son günlerde sıkça dile getirilen seçim güvenliği, PKK’nin HDP’ye yönelik açıklamalarına yanıt ve Türkiye’de rejime darbe. Demirtaş sözlerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştirerek başladı. Demirtaş’a göre Erdoğan iktidardan düşmemek için Türkiye’yi ateşe atıyor. Türkiye’de her gün kan akıyor bunlar da Erdoğan’ın planladığı kendi rejimini ayakta tutmaya çalıştığı planlamalardır. HDP’nin Türkiye partisi olduğunu belirtti Demirtaş, AKP’nin bu çılgın anlayışına karşı 1 Kasım’da kendilerinin umut olduğunu söyledi. Bu noktada Kürtlerin özerklik taleplerinin kaçınılmaz olduğu yönündeki açıklaması hatırlatılan Demirtaş’a bunun “Türkiye partisi söylemiyle çelişip çelişmediği” soruldu Demirtaş’a. Demirtaş “biz sadece Kürtlere özerklik istemiyoruz. Türk seçmene de özerklik vaat ediyoruz.” Tek adam sistemine karşı yerinden yönetim modeli istediklerini söyledi. Demirtaş’a göre Türkiye için en uygun birlikte yaşama modeli özerklik. Herkesin yönetime katılabileceği bölünmeden parçalanmadan bir arada demokratikleşmenin sağlanabileceği çağdaş bir model” sözleriyle tanımladı. Özerklik söylemi ve sisteminin Türkiyeli söylemini ve HDP’nin paradigmasını destekleyen bir politika olduğunu söyledi. Özerklik talebinin atanmış devlet görevlilerinin Doğu ve Güneydoğuda baskısından doğduğunu belirtti. Yüzde 94 oranında oy aldıkları Hakkari’den milletvekillerinin valilik kararıyla Yüksekova’ya sokulmamasını anlattı. Anayasal garanti altına alınmadan işleyen bir özerklik sistemine de sıcak bakmadığını belirtti. Demirtaş “silah yoluyla özerklik ilanını doğru bulmadığımı da vurgulamak isterim. Bazı kentlerde silah kullanılmasını bazı yerlerde göstericilerin ellerine silah alarak özerklik ilan ediyoruz demesini doğru bulmuyorum. Bu bir sivil inisiyatiftir, doğru olan usul budur. Sivil alanda kalmasında her halükarda fayda görüyorum. Her gün ölümlerin yaşandığı bir kişinin adeta devlete el koyduğu bir ortanda demokratik bir seçim zaten mümkün değil dedi. Erdoğan kaosu derinleştirip seçimi erteletmek ya da güvenlikten yoksun bir ortamda seçime katılıp katılımı düşürüp istediğini elde etme peşindedir dedi. Demirtaş’a ateşkes çağrısı üzerine PKK yöneticilerinden Duran Kalkan’ın “HDP neyi başarmış ki bize silah bırakma çağrısı yapıyor” açıklaması anımsatıldı. Demirtaş bu soruya, “Hiçbir şey kazanmadıysak bile bu çağrıyı yapabilecek kadar halkın desteğini alıp özgüven kazandık” yanıtını verdi. Demirtaş, “Çağrımızı tekrarlıyoruz, karşılıklı ateşkes olmalı ve kesinlikle müzakereye dönülmelidir” dedi. Aynı demeçte, BBC ve Türkiye basınına yansıyan demeç bunlar.

Demirtaş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisinin darbe yaptığını söyledi. HDP Eş Genel Başkanı Erdoğan’ın parlamento iradesine el koyduğunu savundu. “Sandık sonuçlarına el koydu. Bu koşullar 1980’de vardı. Cunta geldi, parlamento iradesine el koydu. Türkiye siyaseti vesayet açısından 80’lere köy ve orman yakma, köy boşaltma gibi uygulamalarla da 90’lara dönüyor.

Bütün konuşmalarımın mahiyeti barış çağrıları ve silahların susmasına yöneliktir

Vatan gazetesinde de yer almış aynı haber. Tabii savcı emniyetin kendisine sunduğu fezleke veyahut konuşma metinleri ne ise onlardan cımbızlama yaparak propaganda ve üyeliğin ötesinde yöneticilik şeklinde bir istinatta bulunmak için her türlü kumpasvari çalışmayı yapmış. Daha önce de belirtmiştim. Mesela 15 Eylül 2015. Yine kayıtlara geçsin. Van’ın Başkale İlçesi’nde yaptığım konuşmadır. Daha sonra bunların hepsi ileriki aşamalarda delil dosyaları şeklinde mahkemenize sunulacak. Yine benzer şekilde barış çağrıları, silahların susması ve durması için çatışmaların durması için açık net çağrılar var. Buradan uzun uzun metni okumayacağım. Fakat bunlarda görülmemiş. 12 Ekim 2015’te Nusaybin’de yapmışım benzer içerikli bir konuşma. Az önce fezlekelerde Lice veya işte Sur’da, DTK’da yaptığım çağrıların benzerlerini ilçe ilçe arkadaşlarımla birlikte dolaşıp yapmışım. Silaha gerek yok bize güvenin demişiz. Biz siyasetçiler olarak bunun için seçildik. Eller tetikten çekilsin ve siyasetçiler olarak biz de elimizi taşın altına koyalım bütün bu sorunları siyasi alanda çözelim. Konuşmalarımın bütün mahiyeti bu. Dolayısıyla bir dönem politikası olarak örneğin 15 Eylül’de yine Varto’da aynı gün, yani hem Başkale’de hem Varto’da benzer içerikli konuşmalar yapmışım. Yani nerede sokağa çıkma yasakları, hendek ve barikat çatışmaları varsa bütün oraları arkadaşlarımla birlikte parti otobüsüyle gezmişiz. Çözüm önerilerimizi anlatmışız. Şimdi yine TBMM’de hem grup toplantılarımda hem de basın toplantılarımda yaptığım konuşmalarda var. Onlarda benzer mahiyette konuşmalar.

Biz il il, ilçe ilçe barış için çabalarken barışı sağlaması gereken hükümet ne yapıyordu peki?

Ben, Anayasa’nın 83/1’inci maddesi kapsamındadır deyip o konuya girmiyorum. Mahkemenin tutumunun Anayasa’yı dikkate almadığını bu açıdan zaten belirttiği için kanunlar üzerinden veya usul üzerinden gitmiyoruz. Daha çok politik bir dava olduğu için siyasi yaklaşımlar sergilenerek gidiyor, yine de kayda geçsin diye belirtiyorum. Birazdan avukatlarım gelince tarihlerini de kayda geçireceğim. Onlar dosyaları daha iyi biliyorlar. Hangi grup toplantısında, hangi tarihte benzer içerikli konuşmalar ve çağrılar yapmışım onlar da en azından kayda geçmiş olacak. Şimdi biz HDP olarak ilçe ilçe, il il gezip bu çalışmaları yaparken ülkede huzuru güveni barışı ve demokrasiyi sağlamakla bilfiil görevlendirilmiş, millet tarafından görevlendirilmiş, hükümet ne yapıyordu? Asıl burada yargılanması gereken bu değil mi? Ben mi Başbakan’dım? Figen Hanım mı başbakandı? HDP mi iktidardı? Hayır. Erdoğan Cumhurbaşkanı, Davutoğlu Başbakan’dı. Bütün kontrol, yetki onlardaydı. Bütün bu sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerde askeri operasyonların da yetkisi onlardaydı.

Cizre'de, Sur'da insanlarla görüşülseydi kimsenin burnu kanamazdı ama bu AKP'nin işine gelmiyordu

Ben şu kadarını, hiç değilse mahkeme heyetinin, kamuoyunun bir kez daha düşünmesini rica ediyorum. 2 buçuk yıl İmralı görüşmeleri sürdü. Ondan önce 2 yıla yakın Oslo görüşmeleri sürdü. Yani 4 yıl, 5 yıl arada kesintiler olmak üzere PKK ile Öcalan ile yüz yüze görüşme yapmışlar. Peki, hendek ve barikat meselesi çıktığında, ki sayıları çok çok az, neden oradaki gençlerle doğrudan bir şekilde görüşülmeyebilir, başka aracılarla, başka ikna yöntemleriyle neden görüşmeyi kabul etmediler de tabur tabur, tugay tugay asker, Genelkurmay Başkanı, generaller, albaylar neden oraya sevk edildi? Burada hiç mi tuhaflık yok? Ben iddia ediyorum, ilk günlerde bizim yaptığımız çalışmalara destek verilseydi, oradaki insanlarla diyalog kurulabilseydi tek bir insanın burnu kanamadan hendek ve barikatlar kapatılabilir, mevzu siyasi alanda kalır, ne yıkım olurdu, ne ölüm olurdu. Ama bu AKP'nin işine gelmiyordu. AKP böyle bir şey istemiyordu. Mal bulmuş mağribi gibi, "Cizre'de 20 tane silahlı militan tespit ettik, Sur'da bilmem 50 tane militan tespit ettik. Bütün ilçenin tamamını ablukaya alıyoruz, sokağa giriş çıkış yasak." Aylarca, bakın; hala Diyarbakır'ın Sur ilçesinin iki mahallesinde hala sokağa girip çıkmak yasak. 5 yıl geçti aradan hala yasak. Ne yaptılar orada? Bir parlamento üyesi olarak ben bunu soramaz mıyım? Hakkım yok mu? Yüzde 90-80-85 oy aldığımız yerlerde insanların neler yaşadığını anlatmak, onların sesini duyurmak konusunda ahlaki, vicdani hiç mi sorumluluğumuz yoktu? Bunları yerine getirmeye çalıştık.

AKP katliam yaptı; bebekler öldürüldü, çocuklar öldürüldü

Ama AKP iktidarı katliam yaptı orada, katliam! Katliam yaptı. Cizre'de katliam yaptı. Sivil insanlar öldürüldü. Bebekler, çocuklar öldürüldü. Şimdi bunları söyledim diye 3-4 tane Davutoğlu'na, Başbakan'a hakaret, 4-5 tane de Cumhurbaşkanı’na hakaretten ayrıca yargılanıyorum.

Cizre'de, Sur'daki komutanlar 14 Temmuz'da vatanseverdi de 15 Temmuz'da darbeci mi oldu?

Burada da tekrar ediyorum, katliam yaptınız orada hükümet olarak. “Yok öyle bir şey” diyorlar. Peki, Yüksekova operasyonunu yürüten komutan, Cizre operasyonunu yürüten komutan, Sur operasyonunu yürüten komutan, bütün o bölge operasyonunu yürüten İkinci Ordu Komutanı Adem Hududi, Şırnak Merkez Komutanı, Nusaybin Komutanı; yani bu operasyonların yürütüldüğü her yerdeki komutanlar; 12'den fazla üst düzey komutan neden 15 Temmuz sonrasında darbecilikten tutuklandı? Neden? Bu insanlar kahramansa devlete ve millete bağlı operasyon yürüttülerse neden darbeci oldular bunlar? Neden darbecilikle suçladınız? Eğer darbecilikle suçluyorsanız, bu konuda elinizde delil, bilgi, belge varsa; mahkemeye sevk ettiniz, delil falan vardır, bu insanlar 15 Temmuz'da darbeciydi de 14 Temmuz'da mı vatanseverdi? Bu insanlar parlamentoyu bombalayacak kadar gözünü karatmıştı da Cizre'de Sur'da kameraların olmadığı, Allah'tan başka kimsenin orada ne olup bittiğini bilmediği bir yerde tek bir sivile zulüm etmemişler midir yani? Bunu söyleyince ben devlet düşmanı mı oluyorum? Bunu söyleyince Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a hakaret mi oluyor? Terör propagandası mı oluyor?

Sivil insanlara zarar veremezsiniz dediğim için terör propagandasından soruşturuluyorum

Asıl yargılanması gereken onlardır. Sur'da, Cizre'de yapılan katliamlar, tek bir hukuk dışı, hukuku aşan, güvenlik kuvvetlerine verilen yetkiyi aşan tek bir fiil bile suçtur. Bunun istisnası yoktur. Çok çok fazla aşılmıştır. Yetki çok çok fazla aşılmıştır. Açıklamalarımda da belirttim, başka fezlekelerde de örnek olarak sunacağım. Bir yerde silahlı insanlar varsa devletin zor kullanma yetkisi vardır. Hukuk buna cevaz verir. Bunu demişim. Ama bunu yaparken yetkiyi aşamazsınız. İnsan hakları ihlali yapamazsınız. Masum, sivil insanlara zarar veremezsiniz. Bunu söyledim diye de terör propagandasından soruşturuluyorum. Bunu açıkladığım veya bunu teşhir ettiğim için de terör örgütüne yardımla suçlanıyorum, başka fezlekeler ve başka dosyalarda.

Barış Akademisyenleri’nin yargı devreye sokularak cezalandırıldığını biliyorsan ve bunca yıldır sustuysan bu senin ayıbın

O dönem olup bitenlerin birçoğunu Türkiye kamuoyundan gizlemeyi başardılar. Bugünkü gibi medya kontrol altındaydı, insanlar korkudan suspustu. Bir grup akademisyen bir araya gelip “Orada işlenen suça ortak olmak istemiyoruz” dediği için linç edildiler. Yargının önüne atıldılar, işten atıldılar. Terörist ilan edildiler. Toplum susturuldu. Yeter ki bu katliamlar, orada yaşanan ölümler, insan hakları ihlalleri sorgulanmasın, ortaya çıkarılmasın diye bütün bunlar yapıldı. Bugün eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun biraz önce gazetede demecine baktım, gözüme çarptı, diyor ki, "Barış akademisyenleri bildiri yayımladılar, Erdoğan beni çağırdı, niye ‘Bunlara cevap vermiyorsun’ dedi. Ben de dedim ki evet, bildiride eleştirilecek çok şey var ama bu ifade özgürlüğü kapsamında ama kendisi beni dinlemedi" diyor. Davutoğlu diyor. “Erdoğan işi yargıya havale etti” diyor. Bir Başbakan olarak o dönem sen Cumhurbaşkanı’nın Barış Akademisyenleri’ni yargıyı devreye sokarak cezalandırdığını biliyorsan ve bunca yıldır sustuysan barış akademisyenleri işten atılırken, hapse atılırken, sürgüne, açlığa mahkum edilirken susmuşsan bu da senin ayıbın. Bak ben susmadım, hala susmuyorum.

Bütün ülke korkudan sesini çıkarmasa bile biz HDP’liler olarak buna boyun eğemezdik

Zulüm yapıldı insanlara zulüm, hakaret edildi. İnsanların yatak odalarına girildi, tekbirlerle, IŞİD’ci kafalarla küfürler, hakaretler yazdılar yatak odalarının duvarlarına. Yataklarının üzerine insanların onurunu rencide edecek şekilde hareketler yapıp, fotoğraflar çekip sosyal medyada yayınladılar. Bunların hepsini yaparken yanına “Türk'ün gücünü göreceksiniz” yazdılar. Cizre’de Yüksekova’da çok sayıda insanın mahremine bu şekilde girildi. Ne terörle mücadelesi yahu! Buna “terörle mücadele” deyip sessiz mi kalacaktık? Bütün ülke korkudan sesini çıkarmasa bile biz HDP’liler olarak buna boyun eğemezdik. Bunların hepsi yapıldı. Daha fazlası yapıldı.

Cemile Çağırga’nın, Taybet İnan’ın cenazeleri izin verilmediği için günlerce bekletildi

Cemile Çağırga çocuktu, keskin nişancı atışıyla öldürüldü ve ailesi güvenlik görevlilerinin öldürdüğünü söyledi, biz değil. Defnedilmesi istendi, aile izin istedi. Sokağa çıkma yasağı var çünkü Cizre’de defnedemiyorlar. Ailesi defnetmek istiyor, izin verin mezarlığa kadar gitsin aile. Vermediler izni. Fotoğrafları var, kamuoyuna çok yansıdı. Annesi çocuğunun cansız bedenini buzdolabında bekletti çürümesin diye. Kokmasın diye buzdolabında bekletti, izin alınana kadar günlerce. Taybet İnan. 58-60 yaşlarında bir kadındı, evinin kapısının önünde sokakta keskin nişancı kurşunuyla öldürüldü. Cenazesini ailesi alıp defnetmek istedi, cenazeye gitmek isteyeni vurdular. Bir kardeşi de orada vuruldu. Cenazeyi çekip evinin içine götürmek istediler sürekli ateş açtılar ve cenazeyi tam 7 gün alamadı aile.

Darbeci olarak içeri aldıklarınızdan tek birine bu soruları sormadınız soramazsınız da

Grup konuşmalarımda var, çıktım Davutoğlu’ndan rica ettim “Her şey bir yana” dedim “Sayın Başbakan her şey bir yana, o cenazenin oradan alınması için siz inisiyatif alın. Allah için yapın insanlık için yapın. Bütün eksiklikleriniz bir yana” dedim. “Bütün sorumluluk, eksiklik benim olsun” dedim. “Bugün size eleştiri yapmayacağım” dedim grup toplantısından. Sizden tek ricam izin verin o cenazeyi oradan kaldıralım. Çünkü insanlık onuru haysiyeti artık yerlerde sürünüyor. Kendi yaşamımızdan, yaşamaktan nefret eder hale geldik. 5-6 gün bir cenaze nasıl yerde kalır? Sokak ortasında sinekler üşüşmüş yaşlı kadının cenazesine. Milletvekili arkadaşlarımı Davutoğlu’na gönderdim, gidin anlatın yapmayın deyin. Ya bu ülkede gerilim olur, sıkıntı olur ama insanlığınızdan bu kadar çıkmayın. Yaptıramadım. 7 günden sonra aile güç bela o cenazeyi sürükleye sürükleye evin içine çekebildi. Bir kişi öldü, yaralananlar oldu cenazeyi almak isterken aileden. Ben bunun için yargılanıyorum, şu açıklamaları yaptım diye yargılanıyorum, bunu yapanlar yargılanmadı. Yargı olarak bunun üstüne gitmediniz, gidemediniz, gidemezsiniz de. O darbeci olarak içeri aldıklarınızdan tek birine bu soruları sormadınız, soramazsınız da. Biz de bu kadar onursuz, haysiyetsiz insanlar değiliz. Özgürlüğümüzden de vazgeçeriz gerekirse ama boynumuzu eğmeyiz. Böyle bir hakareti nasıl kabul edebiliriz? Bunları kabul edin. Onlarca örneği var.

Savcıların birçoğu doğrudan talimat almıştı

Sinirlenen gruplarla sorumlu tutmuyorlar. Doğrudan HDP, AKP medyası “HDP’nin hendek çukuru” diyordu. “HDP’liler camiyi yaktı, HDP’liler insanların evinin altına bomba koydu”. HDP’den başka bir şey demiyorlardı. Demirtaş, Yüksekdağ, vekillerimiz hedefte. Öyle bir atmosferde biz bu çalışmayı yapıyorduk. Ben burada ne diyorum? Hepimiz insanız, sizler de insansınız. Siz böyle bir ortama gidin, bu çalışmayı yapın, ağzınızdan barış sözcüğünü çıkaramazsınız. Sinirleriniz buna elvermez. ‘Biz diyalogla, barışla çözelim’ demezsiniz, diyemezsiniz. Siyasi cesaret ve yürek ister. Çünkü öfkenin, intikam duygusunun had safhada olduğu, herkesin patlama noktasına geldiği bir ortamda biz çıkıp barıştan söz ediyorduk. ‘Düzelecek’ diyorduk, ‘bize güvenin siyasi olarak bu iş çözülecek’ diyorduk. Ama dönüyorduk yaptığımız açıklama akşam bütün televizyon kanallarında “HDP’den hendeklere destek, HDP’den kaosa destek”; yayınlar böyle yapılıyordu. Savcılar da o iktidarın o dönemki siyasi hedefleri doğrultusunda fezlekeler düzenliyordu. Savcıların birçoğu doğrudan talimat almıştı, çalışıyordu bugün olduğu gibi, doğrudan. “Şunlarla ilgili fezleke hazırlayın, şunları getirin” şeklinde. Bir kısmı da siyasi atmosferden kendine görev biçip bizlere fezleke hazırlıyordu. Kimse kusura bakmasın. Ben çok eleştiri yaptım.

Ortada bir suçlu varsa o katliamları yapanlardır

Kimileri beni; hendekleri, barikatı, partimi -ismimi kullanarak- daha çok hendek, barikatı desteklemekle eleştirdi. Kimileri de desteklememekle eleştirdi. Halen bu tartışmalar sürüyor. Benim görüşlerim buradadır. 2015’ten beri açıklamalar yapmışım, arkasındayım. Bana göre doğru tutum buydu. Biz o yıkımları durdurabilmeliydik, başarabilmeliydik. Daha güçlü bir siyasi irade ortaya koyabilmeliydik, o yıkımlara izin vermemeliydik, iki tarafı da ikna edebilmeliydik. Burada siyasi sorumluluğumuz var. Dediğim gibi ben halkıma karşı bunun mahcubiyetini duyuyorum ama mahkemenize karşı bunun zerre kadar suç oluşturduğunu düşündüğümden savunma yapmıyorum.

120 kişi Cizre'de canlı canlı yakıldı

Ortada bir suçlu varsa o katliamları yapanlardır. Şimdi Cizre bodrumlarında yaşananları nereye kadar saklayacak bu ülke? Daha onun davaları başlamadı. Cumhurbaşkanı ve başbakana hakaretten dava açtılar benimle ilgili Cizre meselesinde. ‘Çocuk katilisiniz, sivil insanlar bodrumlarda yakıldı’ dediğim için hakaret dosyaları açıldı. Orada daha kapsamlı savunma yapıp Cizre ile ilgili delillerimizi sunacağız. Ama bilin ki aralarında küçük bir grup silahlı kişilerin de olduğu, sayılarını bilemiyorum ama çoğunun silahsız olduğu 120’ye yakın Cizre’de iki ayrı apartmanın bodrumuna sıkıştırılacak şekilde operasyon alanı daraltıla daraltıla getirildiler ve o insanlar oradan bizi aradılar telefonla. Ses kayıtlarının tamamı bizdedir. O dönem milletvekillerimiz bakanlıkla görüştü. Sağlık Bakanlığı ile, İçişleri Bakanlığı ile, müsteşarla, bakanın kendisi ile telekonferans yaptırdık. Oradaki gençler diyorlardı ki ‘biz buradan çıkmak istiyoruz, biz silahsızız ama başımızı çıkardığımız anda ateş ediyorlar.’ Biz de bakanlıkla görüşüyorduk, diyorduk ki ‘ateşi durdurun ki çıkabilsinler.’ Bakanlık saatlerce uğraşıp bize dönüyordu, ‘tamam’ diyordu, çıkabilirler. Aradan yarım saat geçmiyordu arıyorlardı diyorlardı ki ‘çıkmayı denedik, çok yoğun ateş altına aldılar bizi.’ Yani oradaki güvenlik bürokrasisi ne bakanlığı takıyordu, ne hükümeti, ne devleti. ‘Devlet de hükümet de biziz’ diyordu. 'Bunları bizim elimizden canlı olarak almak isteyen varsa onlar da terörist' diyordu. Efkan Ala’nın açıklamaları var. Daha önce Meclis Darbe Komisyonu’na verdiği ifadeleri burada okumuştum. Aynen şunu diyordu; “Oralarda bizim kontrolümüz dışında olan güçlerin olduğu anlaşılıyor”. Ne yaptılar biliyor musunuz? Günlerce o gençler orada sıkıştırıldılar. Suları bitti, yiyecekleri bitti. Açlıkla, susuzlukla önce terbiye etmek istediler. Canlı yayınlara bağlandılar, televizyonlardan yardım istediler. 120 kişi. En son hepsini yaktılar orada, yaktılar… Ben gittim gözlerimde sonradan gördüm, küllerini gördüm. DNA’larından bile teşhis edilemediği için kaç kişinin orada katledildiğini bile bilemedik. Geri kalanlar sonra kimsesizler mezarlığına götürüldü, Cizre’de defnedildi.

Hükümetten aldıkları gazla, yetkiyle, emirle şehirleri yakarak darbe ortamı hazırladılar

Yakıldılar. 2015 yılında. Hitler’in gaz ocaklarından, fırınlarından, 1940’lardan söz etmiyorum. 2015’te Cizre’de oldu bu ve siz bizi bu açıklamalardan dolayı terör örgütü yönetmekten dolayı yargılıyorsunuz. Ağır, vahşi katliamlar yapıldı, bunu söylemeyelim mi? Bunu söyleyince Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a hakaret olacak diye bu tarihi gerçeği, acı gerçeği görmezden mi gelelim? Ben görmezden geleyim, siz de görmezden gelin… Zannediyor musunuz ki ona tanık olmuş halk bunu unutuyor? Milyonlarca insan bunun doğru olduğunu, gerçek olduğunu biliyor. Günlerce uğraştık, günlerce… Merkez medyada haber bile olmadı. O insanlar orada katledildiler. Siyasi sorumlusu AKP’dir, Erdoğan’dır, Davutoğlu’dur. 15 Temmuz’da da çıktı ki bunlar büyük bir vahşet, büyük bir kin ve öfkeyle bütün şehirleri yıkıp darbe ortamı hazırlamaya çalışıyorlarmış. Hükümet de bütün bunların arkasındaydı. Hükümetin verdiği gazla, yetkiyle, emirle bunlar yapıldı. Yani hükümet bir yandan orada Kürtleri katlettirirken bir yandan kendi kuyusunu kazdırıyordu. Bu gerçekleri tartışmayalım mı?

20-30 tane silahlı genç var diye bütün şehir tankla, topla yıkılır mı? Yıkıldı yıkıldı!

Hendek, barikat dönemine dair konuşulması gereken çok şey var. Yargılanması gereken ne HDP ne Demirtaş’tır ne de başka bir milletvekili arkadaşımdır. Konuşmalarımı eleştirebilirsiniz. Her türlü konuşmamda yanlış noktalar bulabilirsiniz, mesajı yanlış verdiğimi düşünebilirsiniz, yeterince açık olmadığımı düşünebilirsiniz. Ama bunların hepsi siyasi eleştiridir, suçlama olamaz. Ben elimden geleni yapmaya gayret ettim. Bütün arkadaşlarım, o otobüs kürsüsünde, göreceksiniz 15 tane milletvekilimiz var, 8 ilçeyi, 3 ili dolaştık 12 tane miting yaptık. 1 hafta içerisinde buraların hepsini dolaştık ve bu çağrıları yaptık. Ama bir karar verilmişti hükümet cephesinden. Kesinlikle bu hendek, barikat kaldırılmayacak. Emin olun silahlarını bırakıp o gençler deseydi ki biz kendimiz kapatacağız, hükümet diyecekti ki “Hayır kapatmanıza izin vermiyoruz”. Çünkü lazımdı onlar için. Büyük bir fırsat olarak görüyorlardı. PKK kaç yıldır Kandil’de? Kandil’e böyle bir operasyon yapılmamış ya! Sur’a yapılan, Cizre’ye yapılan operasyondan daha hafifti Kandil’e yapılanlar. 20-30 tane silahlı genç var diye bütün şehir tankla, topla yıkılır mı? Yıkıldı yıkıldı! Bakın hala kaç yıldır yapılamıyor. Bir tarih, bir kültür yok edildi. Ortada suç varsa budur.

Davutoğlu ve o dönemin tüm siyasi sorumluları, halkımız nezdinde mahkum olmuştur

Öbür türlü elde silah kullanan, yasaya karşı gelmemiş, suç işlememiş mi? Zaten yargılanıyor yakalananlar. Geri kalanlar da zaten öldürüldü, ya da sivil insanlarla birlikte toplu olarak katledildi. Suç varsa yargılanıyorlar. Yasaya göre suçsa yargılanacaklar. Bunu göze almış demek ki silahı eline alan. Biz buna bir şey demiyoruz. Onu göze almış ki, kendisi de savunmasını mahkemede yapar ben onu savunacak değilim. Açıklamalarımda da bunu belirttim. Ama devlet, hukuk devleti, hukukun dışına taştığı anda başka bir şey olur. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum. Benim işim siyasetçi olarak ağırlıklı olarak buydu. Sorumlularla o dönem hiç şüphesiz hükümetti. Davutoğlu işte “7 Haziran ile 1 Kasım arası terörle mücadelede defterler açılırsa birçok insan insan yüzüne çıkamaz” dedi. Sonra farklı yorumlandı bunlar. Ama anlaşılıyor ki bu açıklamaları taksit taksit siyasi amaçlar için kullanacak. Kendileri bilir. Biz şeffaf bir siyasi partiydik, öyle kurulduk, mücadelemizi de öyle sürdürdük. Ama kendisi de dahil o dönemin bütün siyasi sorumluları halkımız nezdinde, halk vicdanında mahkum olmuştur. Gün gelecek sandıkta da daha güçlü cevabını alacaklar. Umarım bir gün bizler değil, onlar yargı karşısına çıkarak hesap verecekler. Siz bu talimatları bu güvenlik güçlerine verirken tam olarak ne dediniz, bunu bir savcının, hakimin sorması lazım. Bakın burada sivil insanlar öldürülmüş, orada silahlı militan gruplar da yok. Orada bu sivil insanlar nasıl öldürülmüş? Bunu araştırdınız mı diye sorması lazım yargının. Ama o günler ancak bu iktidardan sonraki günlerde ve dönemlerde olacak.

Şimdi grup konuşmalarımla ilgili de en azından kayıtlara geçsin. 22.12.2015 tarihli grup konuşmamda beyanatlarda bulunmuşum, uzun uzun izah etmişim. Sorunun çözümü konusunda. Dolayısıyla bu uzun konuşmamın dosyası, CD’si sizde olduğu için tarihe kayıt olarak geçsin istiyorum.

İddianamemde konuşmalarım dışında bir şey yok

22.12.2015 tarihli grup konuşması, 12.01.2016 tarihli grup konuşması, 2.2.2016 tarihli grup konuşması, 23.02.2016 tarihli grup konuşması, 15.03.2016 tarihli grup konuşması, 12.07.2016 tarihli grup konuşması, 26.07.2016 tarihli grup konuşması, 5.02.2016 tarihli grup konuşmaları… Bunlar partimin siyasi görüşleri olarak aynı zamanda kendi şahsi siyasi görüşlerim olarak mütemadiyen istikrarlı bir şekilde hem parlamento dışında hem parlamento içinde ifade ettiğim siyasi görüşlerimdir. Bu görüşlerim kesinlikle bırakın şiddet övgüsü, terör övgüsü, propaganda olarak nitelendirmeyi suç olarak nitelendirilemez. Ama savcı bu konuşmalarımdan yola çıkarak örgüt yöneticiliği sıfatıyla cezalandırılmamı nihai olarak iddianameden talep etmiş. Kamuoyunun bilmesinde fayda var. İddianamenin en kallavi fezlekesi de budur. En kalabalık, en uzun fezlekesi de budur. 5 tane konuşmaya dayanıyor bu. Zaten iddianamede konuşmalarım dışında somut hiçbir delil yok. 3-4 tane sahte kumpas delilini de çıkararak koyduğunuzda kamuoyunun bilmediği, duyulmamış, benim konuşmalarım dışında hiçbir şey yok. Bu da onlardan biri. Dolayısıyla suçlamaları kabul etmiyorum. Beyanlarımın, konuşmalarımın içeriği, maliyeti belli bir çerçevededir. Mahkemenizin de bu çerçevede değerlendirip ele alması gerektiğini düşünüyorum. Bu fezlekeye dair savunmalarım bundan ibarettir.


(Duruşmanın 9 Ocak günü yapılan 3. oturumuna Selahattin Demirtaş sağlık sorunları gerekçesiyle mazeret bildirerek katılmadı. Demirtaş’ın avukatlarının hazır bulunduğu duruşma avukatların talepleri ardından mahkeme heyetinin ara kararını vererek, duruşmayı 27-28 Mayıs’a ertelemesiyle sonuçlandı.

Mahkeme heyetinin ara kararı şöyle: “Selahattin Demirtaş’ın 9 Ocak tarihinde varsa doktor muayene raporu ve muayene evrakının mahkemeye gönderilmesini, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2014/46757 soruşturması üzerinden dosyamız sanığı Selahattin Demirtaş’ın tutuklu bulunduğu sanık müdafileri tarafından belirtilmiş olmakla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına müzekkere yazılarak sanık Selahattin Demirtaş hakkında düzenlenen tutuklama müzekkereleri ile suç tarihlerinin mahkememize bildirilmesine, ayrıca soruşturma ile ilgili herhangi bir gizlilik kararı olup olmadığının sorulmasına.”)[1]


Selahattin Demirtaş

7-8 Ocak 2019

Kaynakça

değiştir