Selahattin Demirtaş'ın 23, 24 Ocak 2019'daki savunması
23 Ocak
değiştirÖncelikle herkese günaydın. Savunmama kaldığım yerden devam edeceğim ama öncelikle bugün açlık grevinin 77. gününde olan Hakkari Milletvekili Sayın Leyla Güven’in durumuna dikkat çekmek istiyorum. Çok önemli bir mevzu. TBMM’nin bir üyesi 77 gündür açlık grevinde. Açlık grevinde olan bütün arkadaşlara selam ve sevgilerimi ileterek savunmama başlamak istiyorum.
Adil bir yargılama olmayacağı için savunmamı kesmeliyim ancak kamuoyuna karşı bir sorumluluğum var
Yanılmıyorsam 18’inci fezleke bendeki sıralama böyle. Bendeki sıralamaya göre gideceğim. 18. fezleke ile savunmama devam ediyorum. Öncelikle savunmamın halka, kamuoyuna dönük bir savunma olduğunu ifade etmek istiyorum. Çünkü mahkemeniz başından beri siyasi bir tutum sergiledi. Taleplerimiz kabul edilmedi, reddi hakim taleplerimiz kabul edilmedi. Mahkemeniz beni yargılıyor ama adil bir yargılama olmayacağı için aslında savunmamı kesmem en doğrusudur. En doğrusu budur, ancak kamuoyuna karşı bir sorumluluğum var. İktidar partisi, AKP Genel Başkanı başta olmak üzere beni suçlamaya hâlen devam ediyor. Beni yargılamaya, beni suçlamaya devam ediyorlar. Benim yargılamam medya üzerinden yapılıyor. İktidar yapıyor, kamuoyunda yapıyor. Dolayısıyla benim de bunlara cevap vermem gerekiyor. Savunmamı bu şekilde ele alıyorum. Her fezlekeyi sadece özetledikten sonra dosya evraklarını da özetleyeceğim ve fezlekelere ilişkin kendi savunmalarımı kayda geçireceğim.
18 no'lu fezleke Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2015'in 10’uncu ayında hazırlanmış ve TBMM’ye gönderilmiş bir fezlekedir. Fezlekede dokunulmazlığımın kaldırılmasının istenmesinin nedeni şudur. Okumak istiyorum ki tam anlaşılsın. Bu fezlekede savcı beni neyle suçluyor açık olmadığı için yine de ben savunmamı fezlekeden anlaşılabildiği kadarıyla yapmaya çalışacağım.
Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek ve toplantı gösteri yürüyüşleri yasası 2911’e muhalefet etmekten hakkımda bir fezleke hazırlanmış. Demiş ki savcı burada, “Yasadışı PKK-Kongra Gel terör örgütü güdümünde uydu üzerinden yayın yapan Roj TV adlı televizyon kanalının 27 Temmuz 2010 tarihli ana haber bülteninde yer alan Barış ve Demokrasi Partisi Diyarbakır İl Başkanı Nijad Yaruk’un “Uzunca bir süre önce bu provaların yapıldığını ve bu iç savaş provalarının başladığını bu tarz provokasyonlara dikkat çekmiştik. Bugün bunların gerçekleştiğini görüyoruz. Tabii bölge halkı tepkili ve bu tepkilerini de bu şekilde demokratik çerçevelerde dile getireceklerdir. Yarın Barış Anneleri İnisiyatifi’nin yapacağı bir yürüyüş var. Diyarbakır’da Konukevleri önünde başlayacak bir yürüyüş. Biz de başvurarak o yürüyüşe Eşbaşkanlarımızla birlikte katılacağız destek vereceğiz. Ama aynı zamanda bu yürüyüş, genel bir kapsama kavuştu. Bu olaylar yüzünden yarın aynı zamanda İnegöl ve Dörtyol gibi bölgelerde yaşanan olayların bir protestosu da dile getirilecek. Buna yönelik tepkiler de halk tarafından gösterilecek şeklinde haber yapıldığı.”
Buradaki bütün anlatım bozuklukları ve cümle düşüklüğü savcıya veya teknik dökümü yapan emniyete aittir. BDP Diyarbakır İl Başkanı Nijad Yaruk’un Roj TV’de yaptığı bir konuşmaymış. Devam ediyor; “Yasa dışı PKK-Kongra Gel güdümünde yayın yapan basın yayın organlarının çağrıları doğrultusunda 28.07.2010 tarihinde Demokratik Özgür Kadın Hareketi üyesi Barış Anneleri İnisiyatifi ile Barış ve Demokrasi Partisi il teşkilatı tarafından organize edilen, son süreçte terör örgütüne yönelik gerçekleştirilen operasyonlar sonucunda çok sayıda örgüt mensubunun ölü olarak ele geçirilmesi ve örgüt mensuplarının cesetlerine sözde kötü muamelede bulunulmasını, Bursa İli İnegöl İlçesi ile Hatay İli Dörtyol İlçesinde meydana gelen olayları protesto etmek için düzenlenen basın açıklaması ve söz konusu basın açıklamasının düzenlendiği yürüyüş sırasında yaklaşık 600 kişilik bir grubun katıldığı, katılan grup içerisinde bulunan bazı şahıslar tarafından yasa dışı döviz ve pankartların açıldığı, PKK terör örgütü lehine “Biji Serok Apo, intikam intikam, Dağlarda arama Apocular her yerde, Selam selam İmralı’ya bin selam” vb. yasa dışı sloganlar atıldığı, güvenlik güçleri yasa dışı gösteriye dönüşen basın açıklamasını engellemek amacıyla tedbir alarak BDP Diyarbakır İl Teşkilatı üyeleriyle görüştüğü sırada grup içerisinde bulunan yüzleri puşi ile kapalı 30-40 kişilik grubun emniyet tedbiri alan güvenlik güçlerini havai fişekli molotof kokteyli ses bombalı ve taşlı saldırıda bulundukları, saldırılar sonucunda bazı polis memurlarının yaralandıkları, yapılan müdahale sonucunda grubun dağıtıldığı, yine göstericiler arasında bulunan bir grubun Turgut Özal bulvarı üzerinde bulunan AKP Bağlar İlçe teşkilatına havai fişekli molotoflu ses bombalı ve taşlı saldırıda bulunduğu, AKP ilçe teşkilatında zararların meydana geldiği, yine atılan molotof ve taşlar neticesinde vatandaşlar ait çeşitli araçların zarar gördüğü ancak söz konusu zararların hangi şüphelinin attığı molotof veya taşlar neticesinde meydana geldiğinin tespit edilemediği, grubun müdahale neticesinde dağıtıldığı... Yukarıda ibraz edildiği üzere dosya içeriğindeki 28 Ekim 2010 tarihindeki olay tutanağından da anlaşılacağı üzere şüpheli Selahattin Demirtaş da izin alınmadan ve örgüt çağrısı üzerine düzenlenen ve KCK terör örgütünün propagandasına dönüşen ve şiddete dönüşmesi nedeniyle zorla dağıtılan etkinliğe katıldığı, güvenlik güçlerine karşı molotof kokteylli, havai fişekli ses bombalı ve taşlı saldırıda bulunan gruba göz yumarak yürüyüşe devam ettiği ve bu sürede atılı suçları işlediği değerlendirilerek dokunulmazlığının kaldırılmasını” istemiş.
Yani savcı demiş ki, örgüt propagandasına dönüşen şiddet olayları içeren yürüyüşe katılmış Selahattin Demirtaş ve bununla da yetinmemiş göz yummuş bunlara. Şimdi devam ediyorum, dosyada başka evraklar var, deliller var onları da hatırlayayım ki savunmamı ona göre yapayım. Bilirkişi çözüm incelemesine gönderdiniz, mahkemeniz gönderdi. Şimdi CD'de yapılan çözümde neler var onları okumak istiyorum:
CD1: CD içeriği incelendiğinde 28.07.2010 isminde bir klasör olduğu, bu klasörün içerisinde "BDP il binası basın açıklaması" isminde bir klasör olduğu, bu klasörün içerisinde de "BDP il binası toplantı çıkışları ve DÖKH Kadın Meclisi, BDP Konukevi Basın Açıklaması ve Çıkan Olaylar 28.07.2010" adlı klasörler olduğu; bu klasörlerin içerisinde de "basın 2, basın 1, klik 1, 21, BDP Selahattin açıklamaları" isimli 9 adet görüntü dosyası olduğu görülmektedir. Basın 2 isminde 921 MB boyutunda ve 17 dakika 4 saniye uzunluğundaki görüntü dosyası incelendiğinde görüntünün 41 saniyesinde Selahattin Demirtaş'ın görüntüye girdiği görülmüştür. (Altında da bir fotoğraf çıktısı konulmuş.) Görüntünün 49. saniyesinde basın açıklamasında konuştuğu görünmektedir." Bunlar parti il binamızın yeni kapalı mekânının görüntüleri. Devam ediyorum. Kapalı mekânda yaptığım, yani parti binasında bir masada oturarak yaptığım basın açıklamasının çözümü, bilirkişi yapmış. Demişim ki:
"Bu konudaki görüşlerimizi kamuoyuyla paylaştık ama gelinen aşamada yaptığımız onca girişime rağmen İçişleri Bakanlığı, Valilik, Kaymakam, Emniyet yetkilileri nezdinde defalarca girişimde bulunulmasına rağmen, bu konuda her bir milletvekilimiz, grubumuzun her bir üyesi, neredeyse her saat, gece yarılarına kadar çaba sarf etmesine rağmen, dört gündür Dörtyol'da devlet yok. Devleti Dörtyol'da harekete geçiremiyoruz. Dolayısıyla bu basın açıklaması vesilesiyle partimizin konuya yaklaşımını bir kez sizlerle paylaşmak istiyoruz ama aynı zamanda gelinen aşamada Türkiye toplumunun içinde bulunduğu tehlikeli duruma da bir kez daha dikkat çekmek istiyoruz. Değerli arkadaşlar Dörtyol'da yaşananların öyle bir grup kızgın vatandaş, öyle bir grup öfkeli vatandaş tepkisi olmadığını, geçen zaman zarfında hükûmetin yaklaşımından anlamış durumdayız. Özellikle Hatay - Dörtyol - İskenderun hattında uzun süreden beridir parti teşkilatlarımız hedef alınıyor. Orada yaşayan Kürtler, Kürt halkı hedef haline getiriliyor ve bu bilinçli, örgütlü bir hareket olarak hayata geçiriliyor. Bir linç kampanyasıdır daha önceden planlanmış, örgütlenmiş haliyle hayata geçiriliyor. Tabii bunun siyasi zeminini de Başbakan ve diğer hükûmet sözcüleri, yetkilileri yaptıkları açıklamalarla partimizi doğrudan hedef göstererek hazırlıyorlar. Özellikle Başbakanın partimize yönelik hedef gösteren söylemleri, doğrudan tabanımızı, kitlemizi hedef haline getiriyor; parti binalarımızı hedef haline getiriyor. Arkasından örgütlendirilmiş, daha önceden hazırlanmış gruplar harekete geçiriliyor. Parti binalarımız polisin gözü önünde yağmalanıyor, ateşe veriliyor. Ve büyük bir coşkuyla heyecanla parti binalarımızın yanması, küle dönmesi izleniyor. İtfaiye dahi müdahale etmiyor, sonrasında da etnik kimliği Kürt olduğu için, sadece Kürt olduğu için insanların iş yerleri yakılıyor. Ve hala dün gece saatlerinde bile aldığımız haberler işyerlerinin yağmalandığı, eşyaların götürüldüğü vatandaşların kendi işyerlerine bile sahip çıkılmasına izin verilmediği ve bütün bunların emniyetin gözü önünde, hükûmet yetkililerinin gözü önünde gerçekleştiği şeklindedir. Bunu görüntülerden de izliyoruz. Oradaki parti teşkilatımız, ilçe başkanlığımız saat başı bizlere durumu rapor ediyorlar ve dört gündür oradan gelen raporlar doğrultusunda girişimlerde bulunuyoruz. Fakat devlet bunu engellemiyor, bunun çok bilinçli bir politika olduğu artık ortaya çıktı. Hükûmet çok tehlikeli bir oyun oynuyor. Bize göre hükûmet şunu yapmaya çalışıyor. PKK'ye karşı Kürt halkını rehine olarak tutuyor ve şantaj yapıyor ve sivil, yaşanan olaylar, PKK'nin yaptığı eylemlerle bağlantısı olmayan sivil Kürt halkını elinde tutup şantaj yapıyor. Koskoca bir hükûmet kendi yurttaşlarına, kendi güvencesi altında olan vatandaşlara bu şekilde rehine muamelesi yapıyor. Dörtyol'da açığa çıkan durum budur. Ve orada polis Kürtlere karşı yapılan linç girişimlerini seyretmekle yetiniyor, bazen destekliyor hatta. Bunlar, gelen raporlar arasında. İçişleri Bakanı dün Adana'da olmasına rağmen, 3 gündür yanan Dörtyol'u ziyaret etme gereği dahi duymuyor. Orada 50'den fazla mağdur olan, işyeri yakılan, yağmalanan vatandaşlar kendi vatandaşı değilmiş gibi ziyaret etme gereği bile duymuyor. Oradaki durumu yatıştırmak için bizzat müdahalede dahi bulunmuyor. Adana’da olmasına rağmen. Dolayısıyla hükûmet bu şekilde bütün Kürt halkını tehdit etmeye ve kendince Kürt halkına gözdağı vermeye çalışıyor. Bu çok tehlikeli bir oyundur. Bu oyunu hükûmet oynuyor. Fakat bu oyun, bugüne kadar Maraş’ta, Çorum’da ve Sivas'ta sahnelenmiş oyunlardan çok daha derin bir oyun olarak görünüyor. Böylesine tehlikeli bir aşamaya getirilmiş durumda ki, eğer gerçekten ciddi barış girişimlerinde bulunulmazsa, kaygımız odur ki, hükûmet bunu sürdürecek. Bu bir hükûmet politikasıdır, çok açık söylüyoruz Hükûmet politikasıdır. Bu işten BDP’yi ve Kürtleri sorumlu tutan anlayışı buradan şiddetle kınıyorum. Orada saldırıya uğrayan Kürtlerdir. Etnik kimliği sırf Kürt olduğu için insanlar saldırıya uğruyorlar. Orada Kürtler kimseye saldırmıyor. Yaşanan ölümlerden de acı duyduğumu ifade ediyorum.
Partimiz de, orada yaşayan Kürtler de, her yerde yaşayan Kürtler de yaşamını yitiren insanlar için ister polis olsun, ister gerilla olsun acı duyduğunu, üzüntülerini ifade ediyor. Buna rağmen hükûmet bütün Kürt halkını hedefe koyarak saldırının hedefi haline getiriyor. Ve linç politikasını adım adım uygulamaya koyuyor.
Öncelikle hükûmet bu konuda derhal açıklama yapmalıdır. Bakın 4 gündür bir ilçe katliam tehlikesiyle karşı karşıya, bu ülkenin Başbakanı tek bir kelime açıklama yapmıyor. Gazze'de yaşansa şu anda kameraların karşısında ağlıyor olacaktı. Ama Dörtyol'da Kürtlere karşı katliam girişimleri var. Ve bu ülkenin Başbakanı tek kelime açıklama yapma gereği duymuyor. Oradaki olayları durdurmak için bakanlarını göndermiyor, polisler müdahale etmiyor. Tam tersine oradaki partilerimize hala gaz bombalarıyla, coplarla halen polisler müdahale ediyor. Oradaki BDP’liler dövülüyor.
Bakın, dört gündür devlet bir ilçede 500-600 kişilik bir grubu durduramadığını söylüyor. Silopi'de milletvekillerine basınçlı su, gaz, cop panzerle müdahale etmeyi bilen devlet; milletvekillerini neredeyse öldürme aşamasına gelen devlet, Dörtyol’da 4 gündür 500 kişiye müdahale edemiyor. Durum bu kadar vahimdir. Ortada çok açık bir devlet provokasyonu, hükûmet provokasyonu ve AKP provokasyonu vardır. Bunun bilinmesi lazım. Bu grubun, şu milliyetçi grubun falan işi olabilir onlar tetikçi olarak kullanılabilir. Fakat işin siyasi iradesinin hükûmet olduğu açığa çıkmıştır. Bizim bu konuda özellikle, medyadan da istirhamımız var. Kullanılan dil şiddeti körükleyen, çatışmayı körükleyen bir dildir. Orada sanki bir grup öfkeli vatandaşla, vatandaş olmayanlara arasında, orada -hem İnegöl, hem Dörtyol için söylüyoruz- orada bir grup kızgın vatandaşla, vatandaş olmayan düşman arasında gerilim varmış gibi veriliyor haberlerde. Sanki saldırıya uğrayan Kürtler vatandaş değilmiş, orada saldıran grup vatandaş ve öfkeli ve onların öfkesi de haklı, haberler bu şekilde veriliyor. Vali bu şekilde açıklama yapıyor, bakan bu şekilde yaklaşıyor. “Öfkeli bir grup vatandaş var ve bunlar da öfkelerinde haklı. Dolayısıyla o saldırıya uğrayan Kürtler de zaten düşman, vatandaş değiller. Hak ettikleri cezayı buluyorlar” gibi bir hava verilmek isteniyor. Bu çok tehlikeli bir durum, medyadan özellikle rica ediyorum. Bu dil terk edilmelidir. Bu dil barış dili değildir. Bu dil halkların kardeşliğini güçlendirecek bir dil değildir.
Şimdi değerli arkadaşlar, dört gündür eşbaşkanlar, milletvekilleri olarak gerçekten de çok çaba sarf ediyoruz. Orada olaylar durulsun diye, hükûmet önlem alsın diye çok girişimde bulunduk. Ama Dörtyol'da devlet yok. Fakat biz BDP olarak orada bir katliamın gerçekleşmesini oturup izleyecek değiliz. Bu nedenle biz eşbaşkanlar olarak Sayın Gültan (Kışanak) Hanımla birlikte yarın sabah 6:00’da Diyarbakır'dan yola çıkıyoruz Dörtyol'a gideceğiz. Biz buradan sivil toplum örgütü temsilcilerine, insan hakları kuruluşlarına, barolara, Adanalı, Mersinli, İstanbullu, bu ülkenin barışından, kardeşliğinden yana olan herkese çağrı yapıyoruz: Yarın birlikte Dörtyol'a gidelim. Devlet sükuneti sağlamıyor. Devlet orada bir katliam ortaya çıkarmak istiyor, biz barış mesajımızı götürelim. Biz barış konvoyuyla orada, Dörtyol’da barış ve sükuneti bizler sağlayalım. Biz devletin bırakın huzuru sağlamayı, tam tersine körükleyici bir rol oynadığını düşünüyoruz. Ve BDP olarak halkın bu şekilde etnik milliyetçilikle körüklenerek, devlet eliyle örgütlenerek ve bu ülkenin vatandaşı olan Kürtlere karşı katliam hazırlığı yapmasını izleyemeyiz, izleyici olmayacağız. Bu nedenle biz eşbaşkanlar olarak orada olacağız. Bugün de bir heyetimiz Dörtyol’u ziyaret edecek. Orada tetkik çalışmaları yapacağız. Fakat böyle bir tabloyu biz asla kabul etmiyoruz. Bundan sonra da biz böylesi bir olayın yaşanmaması için çaba sarf edeceğiz. Benzer bir durumla karşılaşılması halinde mutlaka ve mutlaka halkın sahipsiz olmadığı herkes tarafından bilinecek. Çocuk oyuncağı değil, kimse ateşle oynamasın. Hükûmet ateşle oynamasın. Çok yanlış bir iş yapıyor. Derhal bu yanlıştan dönsün. Başbakan çıksın yaşanan dört günlük olaydan dolayı halka raporunu versin. Niye müdahale etmediğini neden orada etnik bir çatışma yaşatmak istediğini çıkıp herkese açıklasın. Bu işin sorumlusu BDP değildir. Yaşanan çatışmaların sorumlusu BDP değildir. Yaşanan ölümlerin sorumlusu BDP değildir, Kürt halkı da değildi. Biz bütün iyi niyetimizle barışı gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bütün özverili çalışmalarımız buna yöneliktir. Ölümleri durdurmaya yöneliktir. Eğer halk Dörtyol’daki ölümlere tepki göstermek istiyorsa bunun sorumlusu AKP’dir, hükûmettir. Ölümlerin sorumlusu hükûmettir. “Katil AKP” sloganları atılıyordu.
Hükûmet bu ülkede nasıl tehlikeli bir oyun oynadığının farkına varmalıdır. Bu ülkenin acilen barışa ihtiyacı var. Bu yaşanan olaylar da barışın ne kadar acil bir ihtiyaç olduğunu göstermiştir. Ortada bir halklar arası, Türk-Kürt çatışması yoktur. Orada Kürt halkına açık bir saldırı, örgütlü bir saldırı vardır. Ortada bir Türk-Kürt çatışması yoktur. Bu şekilde lanse edilmesini doğru bulmuyoruz. Her yerde sadece son 4 yılda 50 linç girişimi gerçekleşmiştir. Bunun benzeri irili ufaklı 50 olay gerçekleşmiştir. Ve hiçbirinde Kürt olanlar etnik kimliği başka olanlara karşı saldırı gerçekleştirmemiştir. Ortada bir Kürt-Türk çatışması yoktur. Ortada bilinçli ve örgütlü Kürt halkına saldırı siyaseti vardır. Bu Kürt-Türk çatışmasına dönüşmüyorsa, halkımızın duyarlılığı, partimizin bu konudaki yaklaşımından kaynaklıdır ve biz asla bir etnik çatışmaya dönüşmemesi için çabalarımızı sürdüreceğiz. Bu nedenle yarın Dörtyol’da olacağız. Biz halkımıza yine dayanışma duygularımızla birlikte demokrasi, özgürlük ve barış talebimizi götüreceğiz.
Bir kez daha çağrımızı yinelemek istiyorum: Gerçekten de bu ülkede halkların birbirine düşmesini istemeyen herkesi de barış için sadece barış için Dörtyol’a güç vermeye ve hükûmetin bu politikalarını protesto etmeye davet ediyoruz. Hepinize bir kez daha teşekkürler. (“Kürdistan faşizme mezar olacak sloganları” atılıyor.) Peki arkadaşlar, hepinize bir kez daha teşekkür ediyoruz, basın toplantımıza katıldığınız için duyarlılığınızın devam ediyor olmasından memnuniyet duyduğumuzu belirtmek istiyoruz, teşekkürler.
(Demirtaş CD çözümünü okuyor)
...bu klasörün içerisinde HD, K5, K7, K9 isminde 4 adet görüntü dosyası olduğu görülmektedir. HD isminde 1.73 GB boyutunda 30 dk 29 saniye uzunluğundaki görüntü dosyası incelendiğinde, Selahattin Demirtaş ile ilgili olarak herhangi bir görüntü veya ses kaydına rastlanılmamıştır. K5 isminde 1.46 GB boyutunda ve 25 dk 36 sn uzunluğundaki görüntü dosyası incelendiğinde Selahattin Demirtaş ile ilgili olarak herhangi bir görüntü veya ses kaydına rastlanılmamıştır. K7 isminde 91 MB boyutunda ve 1 dk 34 sn uzunluğundaki görüntü dosyası incelendiğinde Selahattin Demirtaş ile ilgili olarak herhangi bir görüntü veya ses kaydına rastlanılmamıştır. K9 isminde 710 MB boyutunda ve 12 dk 10 sn uzunluğundaki görüntü dosyası incelendiğinde Selahattin Demirtaş ile ilgili olarak herhangi bir görüntü veya ses kaydına rastlanılmamıştır. Saygılarımızla arz ederiz. 01.10.2018. Bilirkişi kurulunun ismi ve imzası.
Savcı bu fezlekeyi olmayan bir delil üzerinden düzenlemiş, açıkça suç işlemiştir
Evet, fezlekede dosyaya koyduğunuz CD’nin çözümü bundan ibarettir. Şimdi tekrar fezlekeye dönüp savunmamı yapayım. Demiş ki savcı: “Dosya içerisinde 28.07.2010 tarihli olay tutanağından da anlaşılacağı üzere...”- anlaşılmış yani savcıya göre, anlaşılmış!- “şüpheli Selahattin Demirtaş’ın da izin alınmadan ve örgüt çağrısı üzerine düzenlenen PKK terör örgütünün bir propagandası haline dönüşen bir şiddete dönüşmesi nedeniyle zorla dağıtılan etkinliğe katıldığı...” Şimdi dönüp CD’lere bakıyoruz. Partimin Diyarbakır il binası basın toplantısı odasında yaptığım basın toplantısı çözüm tutanağı var. Bendeki delil bu, CD çözümü bu, sizin bilirkişiye yaptırdığınız. Dolayısıyla savcı bu fezlekeyi düzenlerken açıkça görevini kötüye kullanmış, suç işlemiş, olmayan bir delil üzerinden fezleke düzenlemiş, gerçekleşmeyen bir eylem üzerinden suç uydurmuş.
Savcı fezlekede kaç Kürt sokakta linç edilmiş değinmemiş, derdi Demirtaş’ı suçlamak
Demek ki ben böyle bir yürüyüşe katılmamışım, böyle bir şiddet eylemi gerçekleştirmemişim, demek ki ben öyle bir şiddet eylemi içinde bulunmamışım. Olsa delilinizi ortaya koyardınız. Kendi il binamızda o dönem Hatay Dörtyol ile Bursa İnegöl ilçelerinde Kürtlerin işyeri ve evlerine yönelik saldırılara karşı Eş Genel Başkanımız Gültan Hanım ile birlikte bir basın toplantısı düzenlenmişiz. Fezleke “Bursa İnegöl ile Hatay Dörtyol ilçelerinde meydana gelen olaylar” diyerek bu olayların ne olduğunu da belirtmiyor. Ne tür olaylar olmuş oralarda? Biz ne tür bir girişimde bulunmuşuz, partinin eş genel başkanları olarak neler yapmışız, o olaylarda kaç Kürdün işyeri yakılmış, kaç Kürdün evi yakılmış, kaç Kürt sokakta linç edilmiş, dayaktan ölecek noktaya getirilmiş? Bunlar yapılırken polis nasıl izlemiş, çevik kuvvet parti binasının etrafını çevirip itfaiyenin bile yaklaşmasına izin vermeden küle dönmesine nasıl izlemiş? Mesela savcı bunlara değinmemiş. Fakat savcının derdi Selahattin Demirtaş’ı suçlamak ya, emniyetten ne gelmişse tutanak olarak onu almış. Bir hukuk insanına yakışmayacak derecede bir AKP’li tavrıyla hareket etmiş.
Bu Cumhuriyet Savcısı bu kadar dikkatsiz, özensiz, ciddiyetsiz davranmış ve üstelik fezlekede demiş ki “Aynı zamanda bu şiddet eylemlerine Selahattin Demirtaş göz yummuş.” Zannedersin ben Diyarbakır Emniyet Müdürüyüm, ya da güvenlik şube müdürüyüm, olaylara müdahale etmem gerekirken müdahale etmemişim görevimi kötüye kullanmışım. Savcı bir de beni bununla suçluyor. Fakat bunu da reddediyorum, böyle bir suç mu var? Kafadan uydurmuş, TCK’da olmayan bir şey.
AKP ve MHP, bir grup CHP milletvekiliyle el ele verip bizleri politikleşmiş yargının önüne attı
Şimdi ben bütün bunları anlayabiliyorum. Gerçekten de Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı TBMM’ye bir partinin eş genel başkanının, milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması için fezleke gönderiyorsunuz. Bu ciddi bir iş ve neredeyse 10 yıl hapisle yargılanmasını istiyorsunuz. Örgüte üye olmamakla birlikte suç işlemek, 2915 sayılı yasaya muhalefet. Bir tane savcının işgüzarlığı oldu diyelim, böyle yorumlayalım. Savcının işgüzarlığı. Mesleğini iyi yapamadı, hukuku iyi yorumlayamadı, dosyayı iyi hazırlayamadı. Tamam. Peki, TBMM ne yaptı? Bunları tek tek komisyonda ele alıp da dokunulmazlıklarımızı mı kaldırdı? Hayır. Tek bir Anayasa maddesi değişikliğiyle “Bütün dokunulmazlıklar kalkmıştır.” diyerek yasadışı bir şekilde, Anayasaya aykırı davranarak dokunulmazlıklarımızı kalkmış kabul etti. Parlamento da böyle ciddiyetsiz davrandı çünkü bir linç ortamında AKP ve bir grup CHP milletvekiliyle MHP milletvekili el ele verip bizleri politikleşmiş yargının önüne atmak için aceleci davranıyorlardı, aceleleri vardı. Parlamento da bunu yaptı, parlamento politik davrandı. AKP de politik davrandı.
Siz hâkimmişsiniz gibi davranarak aslında iktidarın politik emelleri doğrultusunda hareket ettiniz
Normal, AKP’nin politik davranmasını suçlayacak değiliz. En tuhaf kısmına geliyorum. Mahkemeniz bu fezlekeden tutukluluğumun devamına karar verdi. Daha geçen duruşmada, önceki duruşmada, bir önceki duruşmada, işte 5. fezlekeden 601. fezlekeye kadar olay tutanakları, dijital veriler, deliller, dosya içerisindeki CD’ler, görüntüler diyerek bu delillerle tutukluluğumun devamına karar verildi. Bakın savcıyı anladım, parlamentoyu anladım. Ama sizin Anayasayı hukuku, yasaları, usulü hiçe sayarak aklımızla alay eder gibi, hâkimmişsiniz gibi davranarak, yargıçmışsınız gibi davranarak aslında iktidarın politik emelleri doğrultusunda hareket ettiğinizi hatırlatmakla sorumluyum.
Türkiye IŞİD zihniyeti tarafından yönetiliyor
Tarihe kayda geçsin, yarın bu konu AİHM’de tekrar konuşulacak. Hani o takmadığınız, tanımadığınız uluslararası hukuk, bu dosyaları ele alacak. Bilinsin, o dönemde Türkiye’de ne yaşandı. Mesela, beni bu delillerle 2 yıldır hapiste tutan yargı. Bakın 1,5 milyon lira ödülle aranan DAEŞ’li Ayşenur İnci, ki Habur sınır kapısında güvenlik güçlerine teslim oldu, adli kontrol kararıyla serbest bırakıldı. 19 Aralık 2018. Yani siz benim tutukluluğuma devam kararı verdikten 7 gün sonra, 1 hafta sonra. Mavi kategoride, terörden arananlar listesinde bulunan Ayşenur İnci, Habur sınır kapısı girişinde teslim oldu ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı! Sonradan kamuoyu tepkileri oluşunca, itiraz üzerine geri tutuklandı. Yani oradaki hâkimleriniz bir IŞİD’li ve mavi kategoride aranan üst düzey bir IŞİD’li teröristi cezaevine bir gün dahi koymayı hukuk ihlali olarak görmüş! Onu cezaevine koymak onun mağduriyetine yol açar demiş, hak ihlali olur demiş. Ve dolayısıyla kendisi adli kontrol şartıyla serbest kalabilir. Yargılanmasını bu şekilde de sürdürebilir, mağdur olmasın demiş. Bu, aranan üst düzey bir IŞİD’li. Yargı olarak buna yaklaşımınız bu, bana yaklaşımınız bu. Mevzu bu işte, mesele bu! Türkiye IŞİD zihniyeti tarafından yönetiliyor. İktidarın siyasi anlayışı IŞİD’lidir.
Mavi listede aranan IŞİD’li adli kontrolle serbest, Demirtaş, Yüksekdağ, Eren Erdem tutuklu
Birazdan fezlekelerden tek tek- zaten saptamıştım da- burada tekrar savunma yaparken hatırlatacağım. IŞİD’li teröriste adli kontrol, Selahattin Demirtaş’a, Figen Yüksekdağ’a gelince dosyadaki dijital veriler, suç isnadının ciddiyeti vs vs. tutukluluk halinin devamına... Eyvallah, itirazımız yok. Evet devam ediyoruz. Aynı yargı bir başka muhalif milletvekili Eren Erdem’e ne yaptı? Adam tahliye oldu, kendi mahkemesi tahliye etti. Yine yargı tarihinde görülmemiş fırıldaklıklarla, cezaevine yazılması gereken tahliye yazısı saatlerce geciktirilerek, cezaevinde tutulması sağlandı. Bu arada gece yarısı mahkeme toplandı, itiraz değerlendirildi ve tutuklanmasına karar verildi. Ama IŞİD’li, mavi listede aranan terörist adli kontrolle serbest. Türkiye’deki yargının durumu budur, kayıtlara geçsin. Geçiyorum başka fezlekeye. 22 nolu fezleke.
Mahkeme Heyeti: Ondan önce fezlekede bulunan bazı bilgiler var onlara karşı söyleyeceklerinizi soracağız. Olay tutanakları, olay yeri incelemeleri var. Bunlara karşı bir diyeceğiniz var mı?
Demirtaş: Bunların hepsi aynı zamanda benim tutukluluğumun da sebebi ya, okunmasını istiyorum. Dosyaya delil koymuşsunuz madem kamuoyunun huzurunda aleni yargılamada bir okuyun bakayım Selahattin Demirtaş ile bağı ilişkisi nedir? Ben de anlayayım ki ona göre itiraz yapayım.
Mahkeme Heyeti: Bilirkişi raporunu okudunuz, rapora herhangi bir itirazınız var mı?
Demirtaş: Okuduğum bilirkişi raporuna bir itirazım yok.
Mahkeme Heyeti: Peki, şimdi 28.07.2010 tarihli olaylara ilişkin olarak düzenlenen olay tutanağı... (Demirtaş’ın da girişte okuduğu tutanağı okudu.) Bir itirazınız var mı?
Demirtaş: Olay tutanağındaki bilgiler doğru mu yanlış mı bilemem. Fakat benimle hiçbir illiyet bağı kurulmadığı da zaten olay tutanağında belirtilmiş. Bahsedilen şiddet olayları yaşandı mı yaşanmadı mı onu da bilemem. Fakat benim şiddet içerikli bir eyleme dahil olduğuma dair bir şey olay tutanağında yine yoktur. Sahte olay tutanağı olma ihtimali bile yüksektir. O bile olabilir bilemiyorum.
Elinizde şiddet içerikli bir eylemde bulunduğuma dair bir görüntü var mı, yok mu?
Benim katıldığıma ilişkin bir fotoğraf gösterdiniz mi? Benim fotoğrafımı bana gösterin diyorum. Benim fezlekemde dosyada 18’inci fezlekeye ilişkin bilirkişi raporlarında bana ait fotoğraf var mı? Basın toplantısı esnasında çekilmiş fotoğraf var mı? Sizin okuduklarınızda bana ait bir fotoğraf varsa bana gösterin, fotoğraf budur deyin. Benim şiddet içerikli bir eylemde bulunduğuma dair bir görüntü var mı, yok mu? Varsa bana gösterin. Bana söyleyeceğiniz şey, "dosyada size ait bir görüntü yok" deyip geçmekti. Neden bu kadar büyüttünüz, anlamadım.
10 binlerce sayfayı cezaevinde inceleme şansım yok
Kayıtlara geçsin, daha önce de söyledim; bana cezaevinde incelemek üzere flash bellek içerisinde tebliğ ettiğiniz belgeler onbinlerce sayfa. Bana cezaevinde haftada dört saat bilgisayarda çalışma izni verilmiş. Daha önce de hesabını sundum size ki dosyaya yeni giren belgelerle bu hesap çok değişti. Tek tek haftada dört saat her sayfayı sadece kısaca bakarak geçsem beş buçuk yıl sürüyor bu belgeleri incelemem. Avukat huzurunda incelememe izin verilmiyor. Yasa dışı bir şekilde bir siyasi rehin olarak tutukluluğuma devam kararı verdiğiniz için dosyaları incelemem, avukatlarla birlikte oturup çalışmam da mümkün olmadı. Ben bu dosyaları inceleyemedim. Cezaevinde inceleme şansım yok. On binlerce sayfa karmakarışık evrağın içinden tek başıma çıkma şansım yok. Sadece Demirtaş Savunma Grubundaki avukat arkadaşlarım bu dosyayla ilgileniyorlar. Ama benim tek birini bile burada, yanımda bilgisayar başında hukuki desteğini alarak savunma hazırlığı yapma şansım yok. O nedenle, "Sana binlerce sayfayı, yüksek güvenlikli cezaevine gönderdik, inceleyip incelememen bizi ilgilendirmez" deyip geçemezsiniz. Geçiyorsanız da siz bilirsiniz. Umurumda değil.
Erdoğan tek adamlığına karşı en büyük gösterilere ben katıldım Türkiye'de
Ben yasa dışı gösteriden, korsan gösteriden kaçarken yakalanmış bir üniversite öğrencisi değilim. Bana bu soruyu soruyorsunuz: "Bu gösteriye katıldın mı, katılmadın mı?" Ben gösterilerin en büyüğüne de katıldım. Faşizme karşı, diktatörlüğe karşı, Erdoğan tek adamlığına karşı en büyük gösterilere ben katıldım Türkiye'de. Bana soracaksanız onu sorun. Türkiye'nin en büyük mitinglerini yapmış partinin eş genel başkanıyım ben. "Diyarbakır'ın bilmem hangi sokağında molotoflu gösteri oldu, katıldın mı?" Bilmem hangi sokakta görüntü mü var, onu sorun. Fotoğrafım varsa o dosyada gösterin. Ben gerçekten merakımdan sordum. Benim önümdeki çıktılarda, cezaevindeki dosyada Emrullah Nurcan'a dair çıktı yok. Avukatlarım buna gerek duymamış. Benimle alakalı değil. Siz okuyunca ve fotoğraflardan söz edince, bana ait bir fotoğraf var mı izahta bulunmamı gerektiren diye sordum. Siz de diyorsunuz ki, "Biz sana tebliğ ettik, baksaydın". Olmaz böyle şey.
Avukatlarımın itirazı var ve haklı bir itiraz. Bana ait bir fotoğraf varsa ve tereddütteyseniz, bana sormanız gerekiyorsa sorun. Yoksa deyin ki "Size ait fotoğraf yok. Okuduklarınızdan ibarettir, geçelim". Bugüne kadar tek bir ara kararı doğru verseydiniz sizi tebrik edecektim, tebrik etmeden geçiyorum.
Kumpastır kumpas!
Şöyle bir cümle de belirteyim; 18 nolu fezlekede bir yürüyüş yapıldığına ve benim katıldığıma dair iddia bile yok. Ortada bir yürüyüş var, kim katılmış, tutanak bunu da söylemiyor. Bir de benim ve Gültan Hanım'ın katıldığı basın toplantısı. İkisinin birbiriyle alakası ne, ben bu yürüyüşe nasıl katılmışım. Sadece Selahattin Demirtaş ismi geçiyor. Dolayısıyla kumpastır kumpas. 5 yıl sonra fezlekeyi hazırlayan Vural Balcı'nın, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısının, dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'ın, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, hepsinin ortak kumpasıdır. Bu kadar.
Kaynak: "Demirtaş'ın savunmasının 1. kısmı". hdp.org.tr. 19 Ekim 2019 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 24 Ocak 2019.
Bu eser 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 31. maddesine göre Vikikaynak'ta yer almaktadır:
Madde 31 - Türkiye Cumhuriyeti'nde resmen yayımlanan veya ilân olunan kanun, tüzük, yönetmelik, tebliğ, genelge ve kazai kararların çoğaltılması, yayılması, işlenmesi veya herhangi bir suretle bunlardan faydalanmak serbesttir. |
24 Ocak
değiştir22 No'lu fezlekeden devam edeceğim. Bu belge Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan HDP Eş Genel Başkanlığı’na gönderilmiş bir yazı. Yazının tarihi 09.07.2019. "Parti üyeliğinin sonlandırılarak sicil kaydına işlenmesi” doğrultusunda bir resmi yazı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tabii ki partilerin üyelik durumuyla, kongreleriyle ilgilenir ama bu çalışmayı senede bir kez yapar. Rutin çalışma teamüllerine göre yılda bir denetlenir parti üyeliği. Partiler kongre yaptığında da sonradan liste denetimden geçer. Yani İstinaf Mahkemeleri ve Yargıtay’da kesinleşmiş siyasi yasaklı kararı alınmış herkes için özel olarak Yargıtay partilere yazı yazmaz. Yılda bir defa bu rutin denetimi yapar. Ama benim için ara dönemde 1 Ocak tarihinde üyeliğimin düştüğüne, hükümlü olduğum ve siyasi yasaklı olduğuma dair bir yazı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından HDP Genel Merkezine gönderildi.
Yüksekdağ ve ben resmi olarak Yargıtay tarafından düşürülmüş olsak da bütün benliğimizle partimizin üyesiyiz
Bu yazı şunun ispatıdır: Tutukluluğumun, İstanbul İstinaf’ta onaylanan cezamın asıl nedeni, beni alelacele siyasi yasaklı konumuna getirmektir. Yerel seçimler öncesi ola ki Selahattin Demirtaş bir yerden aday maday olur, onun önüne geçmek. Zaten YSK hiçbir şekilde siyasi yasak nedeniyle adaylığımı kabul etmez ama parti üyeliğimi de rutinin ve teamüllerin dışına çıkarak partime alelacele yazı göndererek düşürmelerinin de gösterdiği gibi yerel mahkemeden İstinaf Mahkemesine, Yargıtay’dan Anayasa Mahkemesi’ne organize bir şekilde benim, Figen Hanım’ın yazıları alelacele gönderilerek siyasi yasaklı konumuna getirildik. Biz resmi olarak HDP üyesi olsak da olmasak da bütün benliğimizle partimizin üyesiyiz, halkımızla birlikte bu demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz.
Yine Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 06.05.2011 tarihinde düzenlenen fezleke. Bu fezleke ne diyor bakalım. “Örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme” suçlaması yöneltilmiş ve dokunulmazlığımın kaldırılması için parlamentoya Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı Ahmet Karaca imzasıyla gönderilmiş. Bu fezlekede neyle suçlanıyorum, onları bir okuyup ardından savunmamı yapacağım. Şöyle diyor savcı fezlekesinde, ki olduğu gibi iddianameye geçmiş fezleke hiçbir değişiklik içermeden. Sadece yeni suç sevk maddelerinde değişiklik yapılmış. İddia şu: "Anadilde eğitim talepleri ile ilgili olarak hâlâ İmralı Kapalı Cezaevi’nde hükümlü olarak bulunan yasa dışı PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmelere ilişkin notlarıyla alakalı fıratnews.com adlı internet sitesinin 13.9.2010 tarihli "Anadil olmazsa beyin ölümü olur" başlıklı haberde: "Anadilini öğrenemezsen, eğitimini yapamazsan sağlıklı düşünemezsin, üretemezsin, adeta beyin ölümünü yaşamış oluyorsun. Kürt aydınının yaşadığı sorunların temelinde bu vardır. Bu nedenle yeterince güçlü, nitelikli Kürt aydını yetişemiyor! Annemle başlattığım -aslında o zavallı kadının da yapabilecek çok fazla bir şeyi yoktu- isyanımı, sisteme karşı devam ettirdim. İşte bu yüzden de buradayım. Yurtsever ailelerimiz, mutlaka ne olursa olsun kendi çocuklarına anadillerini öğretmelidir. Bu bizim mücadelemizin en önemli boyutudur. Bütün yasaklara rağmen, yasakları aşarak bunu yapmalıdır. DTK de kendini bu konuda sorumlu görmelidir, mahallelerde kendi anadilini öğretecek yöntemler, kurumlar geliştirmelidir. Aileler de evlerini anadilini geliştirdikleri birer eğitim okuluna dönüştürmelidir. Bu konudaki hassasiyetim biliniyor. Bu anadil meselesinin önemini iyi anlamalıyız. Ben işte bu acı yüzünden, bunu bildiğim için evliliğe de karşıyım, ciddi eleştirilerim var. Çocuk yapılmasına da karşıyım demeyeyim de çocuk sahibi olanların sorumluluğunu da bilmesi gerekiyor. Önemli olan çocuğun doğduğu günden bugüne içinden geçtiği sürecin anlamını kavrayabilmesi, kendi anadilini ve kültürünü özümseyerek kültürel soykırıma karşı kendini koruyabilmesidir. İşte bu yüzden tüm bu evlilikleri ağır eleştiriyorum. Kadınlar belki alınabilirler ama çocuklarımıza anadilimizi bile öğretemeyeceksek, bu sisteme teslim olacaksak bütün bunların hiçbir anlamı olamaz. Bu konu bizim için en hayati bir konudur. Anadil ve kültürleri çocuklara büyürken özümsetilmelidir. Kültürel soykırım başka soykırımlara benzemez, en tehlikelisidir, fiziksel soykırımdan bile daha tehlikelidir ama anlaşılmıyor; insanı çürütüyor, insanlığından çıkarıyor, onursuz bir kişilik ortaya çıkarıyor. Hatta kültürel soykırım insanı öyle bir hale getiriyor ki bunun farkına vardığın zaman bile artık bir şey yapamayacak duruma gelmiş oluyor. Bu kültürel soykırım boğazımızdan, boynumuzdan bir zincir, bir ip gibi bizi yakalamış köleleştiriyor. Çocuklar boyunlarında bu zincirle büyüyorlar, aileler de bunu kırmaya çalışmayarak, buna katkı sunuyorlar. Bu, Türkçe'ye, Türkçe öğrenime karşı olduğum anlamına gelmiyor. Türkçe’yi de öğreniyoruz, ona bir itirazımız yok. Bu koşullarda Kürtçe'yi bir kenara bırakmak zorunda kaldım. Ama bütün bunlar mücadeleyi bıraktığımız anlamına gelmez."
Devam etmiş. Bu avukatlarının İmralı'da Öcalan’la yaptığı görüşmeden bir haber sitesine yansıtıldığı söylenen bölüm. Öcalan burada anadille ilgili görüşlerini aktarıyor. Devam ediyor fezleke: "Yasa dışı PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan'ın talimatı ile kurulan ve yasa dışı PKK terör örgütünün dağ kadrosunun emir ve talimatlarını Türkiye içinde yürütmek amacıyla faaliyet gösteren KCK Türkiye Meclisi (TM) yapılanmasına yönelik gerçekleştirilen operasyonlar sırasında yapılan aramalarda ele geçirilen dokümanın elde edildiği yer olan Ahmet Makas'ın şu adresinde elde edilen mikro SD kartın incelemesinde, "Merhaba arkadaşlar, Edî Bese hamlesinin üçüncü ayağı gereğince Özgür Önderlik Özgür Kimlik ve Demokratik Özerklik şiarıyla süreçte kazanımlar gelişecektir. Hazırlanan planlamaları hayata geçirdikçe başarı oranı artacaktır. Kürt sorununun demokratik çözümü noktasında da aşamalar ivme kazanıp yeni mevziler elde edilmesi kaçınılmaz olacaktır. Sorumluluk planlamaları yüksek düzeyde hayata geçirmek üzere örgütlemektir. Bu temelde sorumluluğumuz ağırdır. Tüm arkadaşlarıma çalışmalarında başarılar dileriz. Devrimci selam ve saygılar. Hamle komitesi".
“Anadilde eğitime ilişkin eylem planlaması: Anadil kampanyası felsefe ve eğitim temelinde anadilde eğitimin gerçekleştirilmesi talebi olacaktır. 5 Eylül 2009-5 ocak 2010 tarihleri arasında 5 aylık kampanya olarak sürecektir. Kampanyanın startı 5 Eylül’de tüm alanlarda basın açıklamasıyla verilecektir. 5 Eylül okulların açılışında okulların önünde pankart ve sloganlar eşliğinde oturma eylemi gerçekleşecektir. Eylem basın açıklamasıyla sonlandırılacaktır. TTB, Eğitim Sen öncülüğünde kitlenin desteğiyle Ankara Milli Eğitim Bakanlığı önünde anadilde eğitime ilişkin basın açıklaması ve buna ilişkin talepte bulunulacak örgütlü olduğumuz ilçelerde ise TTB ve Eğitim Sen öncülüğünde Milli Eğitim Müdürlükleri önünde basın açıklaması yapılacaktır. Aynı hafta içinde milletvekillerimiz anadilde eğitim konusunu TBMM gündemine taşıyacaktır. Devrimci selam ve saygılar.” Hamle komitesi 20 Ağustos 2019 imzalı bir belge.
Buraya konulan ve Ahmet Makas isimli şahıstan elde edildiği ve yasa dışı olduğu belirtilen belgenin kim tarafından yazıldığı kime istinaden yazıldığı kime hitaben yazıldığı fezlekede belirtilmiyor. Bu fezleke Eğitim Sen’in mi, TZP Kurdî'nin mi planlamasıdır başka bir kurumun mu planlamasıdır, burada bu da belirtilmiyor. Ahmet Makas’ın yargılandığı dosyada bu açığa kavuşmuş mu bunu da bilmiyoruz. Tabii ki ona bakma ihtiyacı duyulmamış.
Devam ediyor, bir internet sitesindeki 13.9.2010 tarihli “Kürtlerin yeni boykotu anadil için olacak başlıklı haber”: TZP Kurdî 19 Eylül’de start vereceği yeni boykot kampanyası kapsamında yüzbinlerce dilekçeyle anadilde eğitim ve resmi dil hakkı istenecek. Kürt dili ve eğitimi hareketi TZP Kurdî 23-25 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirdiği eğitim ve dil konferansında aldığı karar itibarıyla 19 Eylül'den itibaren Kürtçe’nin Anayasa'da resmi dil olarak tanınması, anadil hakkının tanınması talep edilecektir. Kampanya kapsamında okullar boykot edilecektir. TZP Kurdî'nin konferansın kararı olarak ortaya çıkan kampanya kararına ilişkin Kürdistan'ın bütün illerinde komisyonlar kurularak hazırlıklar sürüyor. TZP Kurdî'nin boykot kampanyası sorumlularından Şen, ANF'ye bilgi verdi. ANF'ye iki dönemdir kampanya düzenlediklerini belirten Şen, "TZP kurulduğu 2006 yılından bu yana anadil hakkı konusunda çeşitli kampanya ve etkinlikler düzenliyor. ‘Anadilinde Eğitim Görmek İstiyorum Kampanyası’ ile 10 binlerce kişiden destek alan TZP ilkokuldan üniversiteye kadar 1 günlük okula gitmeme, üniversitelerde 3 günlük Kürtçe eğitim görme, İl Milli Eğitim Müdürlüklerine arz edilen dilekçe ile anadilde eğitim talebinde bulunmuştur. Yine 2009'da ‘Kürtçe Eğitim Dili Olmalıdır Kampanyası’ ile iki aylık süre zarfında çok sayıda miting, basın açıklaması, yürüyüş, okulları boykot etme, anadilde eğitim hakkını talep eden dilekçelerin ilgili masalara sunulması gibi etkinliklerle anadil hakkını detaylıca tartışmaya açmıştır. Bütün bunlara rağmen devlet bu taleplere herhangi bir olumlu veya olumsuz bir cevap vermedi" dedi. Devletin kendi Kürdünü yaratma çabası içinde olduğunu söyleyen Şen, şöyle konuştu: Bu kapsamda TRT 6 ve Artuklu Üniversitesindeki Yaşayan Diller Enstitüsü ile Dersim, Hakkari gibi birçok yerde açmayı planladığı bölüm ve enstitüler gibi yetersiz ve hiçbir hukuka dayandırmadığı adımlarla TZP Kurdî'ye karşı kendi alternatifini oluşturma girişimine girmiştir. TZP Kurdî resmen tanınmamasına rağmen TZP Kurdî'nin yayımladığı materyal ve müfredatı kullanan ve kendisini Kürtlerin eğitim ve kültür temsilcisi olarak tanımlayan insanlar bu oyuna gelmiş ve açıkça ortadadır ki devletin bu yapısına hizmet etmektedirler. Bu oyunun bir parçası olmuşlardır. Biz de TZP Kurdî olarak yasal herhangi bir dayanağı olmayan Kürtlerin talebini hiçbir şekilde kaale almayan bu girişimleri reddediyor ve boykota gidiyoruz.
Devam ediyor habere; Okullar boykot edilecek: Şen, kampanya çerçevesinde çeşitli kararlar aldıklarını ve anadilde eğitim hakkını yaşamın her alanında doğal bir talep olarak herkesin gündeme getirmeye başladığını söyledi. Bütün Kürtleri çocuklarını anadilde eğitim hakkının yok sayıldığı okullara göndermeyerek kampanyaya destek vermeye çağıran Şen, "kampanya çerçevesinde Türkiye ve Kürdistan'ın her yerinde okullar bir hafta boykot edilecektir. Bunun için bütün eğitim kurum ve kuruluş temsilcilerinden oluşan komisyonlar oluşmuş ve çalışmalarını yürütmektedir" dedi. Bir ay sürecek kampanya çerçevesinde her gün bir alanda kitlesel yürüyüş düzenleyeceklerini ve İl Milli Eğitim Müdürlüklerine giderek anadilde eğitim taleplerini içeren dilekçeler sunacaklarını kaydeden Şen, "Yerel ve bölgesel basın bildirileri, billboardlar ve afişlerle en yüksek düzeyde katılım elde edilmesi sağlanacaktır. Yine Kürtçe’nin resmi dil olması için toplanacak binlerce imza da ilgililere sunulacak" diye konuştu.
(Yine başka bir internet sitesinden alınmış şu haberle) KNK yani Kürdistan Ulusal Kongresi, TZP Kurdî'nin anadilde eğitim istiyoruz sloganıyla başlattığı okulları bir hafta boyunca boykot etme kararına destek verdi. Tüm Kürtleri kampanyaya güçlü destek vermeye çağırdı. TZP Kurdî'nin Türkiye'deki okulları öğrenim yılının ilk haftası olan 20-25 Eylül tarihleri arasında boykot etme kararıyla ilgili yazılı bir açıklama yaptı. Açıklamada Türk devletinin yıllardır sürdürdüğü Kürt dili üzerindeki asimilasyon politikasında ısrarın devam ettiğine dikkat çekilerek referandumda kabul edilen Anayasa değişikliğinde de bu duruma son verecek herhangi bir maddenin bulunmadığı belirtildi. Anayasa değişikliğinin bu nedenle Kürtler tarafından boykot edildiği belirtilen açıklamada asimilasyoncu AKP Hükûmeti ile Başbakan Erdoğan'ın bu paketi ile devam etmektedir. Erdoğan hükûmeti Kürtçe’nin devletin resmi eğitim sisteminde yer almasına izin vermiyor" denildi. AKP hükûmetinin yeni yöntemlerle asimilasyon politikasını devam ettirdiğini belirten KNK, resmi eğitim sistemine girmeyen hayatın her alanında kullanılamayan bir dilin yok olma sürecine gireceğine dikkat çekti. Türkiye’deki okulların Kürt dilini yok etme araçlarına dönüştüğüne vurgu yapılan açıklama da bununla da yetinmeyen devletin şimdi de Kürt çocuklarını bir yaşından itibaren beyinlerini yıkama Kürtçe dilinden ve Kürt renginden koparılarak asimile etmenin aracı olan kültür bahçelerinin kreş olduğuna dikkat çekildi. Açıklama da bu proje Kürt neslini yok etme projesidir. Yeni nesil Kürtlerin geleceğidir ve yeni neslin Kürtçe’den kopartılarak, Kürtçe’nin unutulması sağlanacak ki buda bir ulusun varlığının soykırımı anlamına geliyor” şeklindeki çağrılar doğrultusunda 19.9.2010 Pazar günü saat 16’da sıralarında TZP Kürdî organizasyonun da ‘Anadilimi istiyorum’ sloganıyla okulları boykot etmek amacıyla Diyarbakır ili Merkez ilçesi Dicle Kent’te bulunan Cigerxwîn Kültür Sanat ve Gençlik Merkezi’nde önünden yaklaşık 800 kişinin BDP’ye ait seçim aracı eşliğinde Koşuyolu Parkı'na doğru yürüyüşe geçtiği ve çevreden de katılımlarla 1200 kişi olan trafiği kapatan gruba BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Kürt Dil Hareketi TZP’nin anadile ilişkin başlatmış olduğu hareketin arkasında olduğumuzu belirtiriz. Burası Kürt halkının anavatanıdır. Bizim boykota destek vermemizin sebebi de anadile destek vermektir. Bu haklarımızı bilerek çocuklarımızı okula göndermeyeceğiz. Çocuklarımıza 5 gün Kürtçe eğitim vereceğiz” şeklinde alıntı yapılan konuşmaları yaptığı ve yine 24.9.2010 tarihli 2010/1128 sayılı suç duyurusu, tutanak, tanık beyanları, örgütsel tutanak internet çıktıları, şüpheli Selahattin Demirtaş’a ait ses kayıtları falan filan.
“Anayasa'nın 25’inci maddesi düşünce ve ifade hürriyetini güvence altına almak ile beraber 14’üncü maddede Anayasanın sağladığı bu özgürlüklerin devletin bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde belirtmekte, aksine davranışta bulunanlara hatta başkalarını bu yolla teşvik etmeye yasal yaptırım uygulanacağı öngörülmektedir. Yapılan soruşturma sonucunda anadilde eğitim ile yasa dışı terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmeler sırasında bu konuda verdiği talimatlar, yasa dışı PKK/KCK terör örgütünün ve uzantılarının anadile ilişkin örgütün sempatizanlarına ilişkin çağrıları, PKK/KCK terör örgütü operasyonlarda yapılan aramalarda KCK TM üyesi Ahmet Makas’ın adresinde ele geçirilen hafıza kartı içerisinde kayıtlı örgütsel belge içeriğinden anlaşıldığı üzere anadilde eğitim konusunda Kürt halkının başlatılacak bu sürece dahil edilmesi planlamaları yapılıp, eş zamanlı ülke genelinde uygulamaya sokulduğu, bu amaçla 19.9.2010 tarihinde Diyarbakır ilinde gerçekleştirilen gösteriye katılan BDP Diyarbakır milletvekili şüpheli Selahattin Demirtaş’ın yukarıda alıntı yapılan konuşmasında “Kürt halkının çocuklarına anadil eğitimi için yaptığı boykot çağrısıyla” yasa dışı PKK/KCK terör örgütü ve illegal uzantılarının organize ettiği örgütün sempatizanlarına yaptığı çağrılara destek vermek suretiyle üzerine atılı örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek, isteyerek yardım ettiği anlaşılmış ve şüphelinin dokunulmazlığının kaldırılması talebiyle…” demiş savcı Ahmet Karaca. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcı vekili.
Bize yapılan AKP-Cemaat ortaklığının operasyonudur
En sondan başlayayım; Ahmet Karaca’dan başlayayım. Benim Kürt olarak kendi anadilimde eğitim yapma talebimi aynı zamanda anadilde eğitim talebi, partisinin programına yazdırmış ve bu doğrultuda yüzlerce siyasi faaliyet yürütmüş bir partinin milletvekili ve eş genel başkanı olarak kendi anadilime ilişkin yaptığım duyarlılık çağrısı bir terör faaliyeti olarak nitelenemez. Bu savcı kim? Şu anda FETÖ’den tutuklu, MİT tırları operasyonuna adı karışan savcı. Hukukçuluk, avukatlık yapan meslektaşlarım iyi tanırlar. Bir dönem Diyarbakır Adliyesini yöneten kişilerdi bunlar. Komplo, kumpas her türlü ayak oyunu, çete faaliyeti yürütmekten geri kalmamış ekip içerisindeydi. FETÖ’cü mü bilmem ama yasa dışı birçok iş yaptığına o dönemde tanıktım. Hedef göstermiş olmayayım. Terörist diye tutuklanmış bir savcının benim anadilimle ilgili yaptığım iki cümlelik değerlendirmeye ilişkin terör örgütü üyesi olmamakla birlikte terör faaliyeti yapmak suçlaması yapması ahlaksızlığın daniskasıdır. Bu fezlekeyi bu iddianameye koymak da ayrı bir suçtur. Bu fezlekeyi iddianameye koymak yetmemiş, bununla ilgili benim tutuklanmama ve tutukluluğumun devamına karar veriliyor ki bu da ayrı bir suç. Başından beri söylüyorum. Avukatlarım işte ifade ediyorlar. Diyorlar ki işte “Cemaatçiler sosyal medyada yazıyor. Demirtaş cemaati suçluyor. Ama onu tutuklayan AKP’dir. Cemaatle alakası yok”. AKP-Cemaat ortaklığı operasyonudur bize yapılan operasyon. 12 fezleke bunlar tarafından düzenlenmiş ve tutuklanma gerekçem haline getirilmiş. Sizin de diğer mahkemelerin de hiçbiri Cemaatten tutuklanan, yargılanan, ceza alan savcıların işlemlerini gözden geçirme gibi bir pratiği hiç olmadı. Balyoz gözden geçirildi. Ergenekon gözden geçirildi hatta öyle ki bazı adli dosyalar dahi gözden geçirildi. Bizler tutuklandık, hakkımızda iddianame hazırlandı. Bir kişi demedi ya sen bu dönemde KCK operasyonları adı altında yasa dışı dinlemeler yaptın, komplolar kurdun. Bunlardan bir tanesi Selahattin Demirtaş ile ilgili yazdığın fezleke.
Anadil etkinliğine katıldığım için beni terör örgütü görmek ve suçlamak halkıma da hakarettir
Bir partinin eş genel başkanı olarak resmi legal bir dernek olan Kürt Dil Derneğinin yaptığı ve şenlikle müzikle güle eğlene geçen bir etkinliğe Diyarbakır’da katıldığım, basın açıklamasında konuşma yaptığım için beni terör örgütü görmek ve suçlamak halkıma da hakarettir. Kürt halkının anadiline de hakarettir. Başka birşey değildir. Bunu yapan savcı faşistlik yapmıştır. Anadilde eğitim talebinin ne terörle ne PKK, ne KCK ile alakası yoktur. Kürt halkının anadilini PKK yaratmadı. Kürt halkı Kürt olduğundan beri anadili vardır. Talebi de PKK’ye, HDP’ye ya da şuna buna bağlı değildir. Halkın kendisi bunu talep haline getirmiş bizler de bunu parti programımıza almışız.
Öcalan’ın İmralı görüşmesinde anadil ve Türkiye ile ilgili söylediği sözler son derece mantıklıdır
Savcı ille örgütsel bir faaliyete sokmak için önce İmralı’da Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmede anadil ile ilgili görüşlerini almış. Öcalan’ın anadil ve Türkiye ile ilgili söylediği herşey sözler son derece makul ve mantıklıdır. Öcalan “Kürt olarak benim anadilim önemlidir” demiş avukatlarına. Bunun benimle ne alakası var, bunun terör faaliyeti ile ne alakası var. Fakat savcı illa suç bulacak ya, aylar önce planlanmış kamuoyuna duyurulmuş Diyarbakır’daki basın açıklaması -ki 21-25 Ağustos tarihlerinde yapılmış bir konferansın sonuç bildirgesinde basına deklare edilmiş- tüm kamuoyuna açık aleni bir şekilde konferansta duyurulan faaliyeti illegal sayamayacağı için bir yerlerden ekle çıkar yapmış. Kumpas içinde taramış internetten anadil ile ilgili ne bulabiliyorum diye. Bir tane Öcalan’ın anadil ile ilgili açıklamasını bulmuş. Bir de “KCK TM yapılanmasının illegal belgesi”.
Ne anadil talebinin ne TZP Kurdî’nin terörle bir ilişkisi vardır
Belgedeki 5 madde yani anadil ile ilgili planlamayı okuyorum, bu TZP Kurdî’nin basına açık duyurduğu planlama. Neymiş, Eğitim Sen ve BDP öncülüğünde anadil kampanyası başlatılması; neymiş, oturma eylemleri, döviz pankart olacak... Hepsi demokratik sivil barışçı eylem planlaması. Bunların hepsi kamuoyuna duyurulmuş fakat savcı bunu gözden kaçırmak için TZP Kurdî’nin 23-25 Ağustos da gerçekleştirdiği basına açık, legal yasal konferansındaki sonuç bildirgesini vermek yerine ne idüğü belirsiz bir operasyon sonucu elde ettiğini söylediği bir dokümana yer vermiş. Daha doğrusu örgütsel bir belge olduğunu söylüyor. Fakat belgenin kendisinde ne örgütsel bir talimat ne de terörden söz ediliyor. Son derece barışçıl demokratik bir sendika ve derneğin yapacağı faaliyetler. Benim o dönemki partime yazı yazılırsa, anlaşılır. Benim partim bunu desteklemeyi resmi olarak karar altına almıştır. O yüzden planlamadan biri de milletvekillerinin parlamentoda bu konuyla ilgili çalışma yürütmesidir. Her kurum Eğitim Sen, sendikalar, derneklerden oluşan bir yapı planlama çıkarıp, demokratik legal bir çalışma yürütülmüş. Ben de Diyarbakır'da olduğum bir dönemde katıldım. Çok sayıda çocuk benim çocuklarım da dahil renkli bir görüntüyle erbaneler eşliğinde, müzikli, sazlı, sözlü bir yürüyüş gerçekleştirdik. En küçük gerginliğin olmadığı bir etkinlik gerçekleştirdik. Ben de orada anadile dair kısa bir değerlendirme yaptım.
Kürtçe resmi dil olmalı, bunu sadece burada söylemedim, mitinglerde, parlamentoda kürsülerde dile getirdim
Partimin de içinde bulunduğu anadil çalışma grubunun aldığı kararı desteklediğimizi belirttim. Faaliyet bundan ibarettir. Ama TC sınırları içerisinde bir Kürdün bunu yapması teröristlik olarak tarifleniyor. Tutuklanma gerekçesi oluyor. Milletvekili olmasına rağmen vekilliği ve eş genel başkanlığı hiçe sayılarak cezaevine konabiliyor. Buna teröristlik deniyor. Aleni açık komplo ve terörist faaliyet olduğu, Ahmet Karaca tarafından örgütlendirildiği, o dönemdeki Cemaatçiler tarafından Kürtlere yönelik düşmanca faaliyete AKP iktidarının da desteğinin bariz belgesidir bu. Ne anadil talebinin ne TZP Kurdî’nin terörle bir ilişkisi vardır. Ne şiddet olgusu vardır ne de başka birşey. Devlet, bir Kürt anadilinde eğitim istiyorsa devletin bölünmez bütünlüğüne karşıdır; PKK ve Öcalan anadilden bahsettiğine göre dolayısıyla bu bir terör faaliyetidir diyor. Ben istediğim kadar değil diye ısrar edeyim ama devlet böyle görüyor. Ama milyonlarca, on milyonlarca insan bunu istiyor. Ben istiyorum ki kendi anadilim olan Kürtçe Anayasal güvencede olmalıdır. Resmî dil olmalı, bu dilde eğitim yapılmalı. Bunu sadece burada söylememişim, mitinglerde, parlamentoda kürsülerde dile getirmişim. Grup konuşmalarımda defalarca bu konuya değinmişim. Bu bizim siyasi görüşümüz, siyasi faaliyetimizdir. İlkesel bir siyasi faaliyettir.
Anadil talebinin arkasında durmam ceza kanunu açısından bir suç oluşturamaz
Nisan 2010’da TBMM'de grup toplantı salonunda eş genel başkan sıfatıyla yaptığım grup konuşmasından bir bölüm. Uzun bir konuşma, bir bölümü. O sıra yeni Anayasa yapılıyor, biz de yeni anayasa ile ilgili görüş belirtmişiz. “Bu ülkede anadilde eğitim hâlen yasakken, anadilde çocuklara isim konulamazken, anadilde gazeteler toplatılıp, sahipleri hakkında, yazarları hakkında binlerce yıllık davalar açılırken, bu ülkede Aleviler hâlâ kendi ibadethanelerine sahip değilken, bu ülkede samimi müslümanlar hâlen kendi özgürlüklerini, inançlarını yaşayamıyorken, emekliler, emekçiler, işçiler, köylüler temel hak ve özgürlükleri konusunda, emekleri konusunda hâlen anayasal güvence istiyorken, bunların hepsini yok sayan bir anlayışı BDP desteklemeyecektir. 87 yıldır bu ülke bu anlayışla yönetildi. Biz bundan sonra buna razı olmayacağız. Bizim muhalefetimiz, ısrarımız bundandır. Bunun iyi anlaşılması lazım.” Bu benim partimin resmî görüşü olarak Anayasa Komisyonu'na sunulmuştur. TBMM'ne yasa teklifi değişiklik teklifi olarak sunulmuştur. Parti kongrelerinde karar altına alınmıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına sunulan parti resmi programında anadilde eğitim ve Kürtçe’nin resmi dil olması talepleri partimizin resmi programı olarak Yargıtay'a sunulmuştur. Hem BDP'de hem HDP döneminde hem DTP döneminde. Dolayısıyla benim anadilde eğitimi savunmamam, benim anadilde eğitimin arkasında durmamam bir parti disiplin suçu olabilir. Parti ilkelerini çiğnemek olabilir. Ama anadil talebinin arkasında durmam ceza kanunu açısından bir suç oluşturamaz. Bir savcı, bir mahkeme beni bundan dolayı yargılayamaz. Bana soru soramaz. Sen misin bunu isteyen diyemez. Böyle bir hakkı yoktur. Meşru değildir. Bu fezlekenin içeriği suçtur. Halkıma hakarettir. Türkiye'de yaşayan 50 milyon Kürde hakarettir. Bu ülke Kürtlerin de anavatanıdır. Politik mevzular, politik tartışma konuları yargının konusu olamaz, politikanın konusudur. Biz de politik arenada bunları tartışarak, görüşlerimizi siyasi mücadele yoluyla dile getirerek düzeltmeye ve muhalefet partisi olarak bunları hayata geçirmek için mücadele etmeye yönelik kurulmuş siyasi kuruluşlarız. Yaptığımız siyasi faaliyetlerden dolayı yargılanmak, sanık durumuna düşmek ve tutuklanmak sadece bize değil bu talebi düşünen, dile getiren herkese yönelik bir tehdittir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne tanımadığınız saygı duymadığınız AİHS’e aykırıdır.
Anadilimi bir terörist faaliyet saymak, terörize etmek bir faşistliktir
Yine 22.02.2011 tarihinde grup toplantısında anadilde eğitim mevzusunu uzun uzadıya anlatmışım. Yani fezleke veya iddianamede iddia edildiği gibi ben bir yasa dışı örgütün talimatıyla, yol göstericiliğiyle açıklamalarıyla hareket ettiğime dair bırakın illiyet bağı saçmalıktan başka bir şey olmayan bir zoraki fezleke düzenlenmiştir. Hepsi bundan ibarettir. Bu fezlekenin kabulü, mütalaanın bu şekilde kabulü bize hakarettir. Dediğim gibi benim dedem Kürt’tü. Onun da dedesi Kürt’tü. Benim dedem Kürtçe konuştuğunda ne PKK vardı ne de Abdullah Öcalan doğmuştu. Benim dedemin dedesi de Kürtçe konuşuyordu, Kürt’tü. Bu ülkenin yurttaşıydı. O zaman da onun dili yasaklıydı. Ortada ne Öcalan vardı ne PKK vardı. Ne ben vardım ne de HDP vardı. Bugün yargının bunu getirip bir terör meselesi olarak ele alması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu bir terör meselesi değildir. Bu bir siyasi taleptir, bir haktır, ana sütü gibi helal olan halkların talebidir. Bu talebin dile getirilmesi, bu talebin istenmesi, şiddet ve silah yoluyla olursa bu suç olur. Suç kısmı talebin içeriği ile ilgili olmaz. Birileri silah kullandı diye de meşru, haklı taleplerin tamamı terörize edilemez. Bugün yargının yaptığı budur. Maalesef ki birçok mahkeme de buna benzer kumpas iddiaları ile birçok gence, yaşlıya, kadına, erkeğe ağır cezalar vermektedir. “Sen şu yürüyüşe katıldın, o yürüyüşle ilgili örgüt de vakti zamanında böyle bir açıklama yapmıştı. O da internet sitesinde yayınlanmıştı. Tamam senin okuma yazman yok biliyoruz ama olsun örgüt çağrı yaptığına göre sen örgüt üyesi olmasan da biz sana ceza veriyoruz” denilerek binlerce insanımız mağdur edildi. Hâlen devam ediyor bu anlayış. İşte bu kumpas anlayışının Kürt halkına karşı saygısızlığının, terbiyesizliğinin, hoşgörüsüzlüğünün bir örneğidir. Ahmet Karaca’nın da yaptığı faşistlik, ırkçılıktır. Benim anadilimi bir terörist faaliyet saymak, terörize etmek bir faşistliktir. Her dil kıymetlidir, her halkın anadili birbirine eşittir, onurludur. Türkçe de böyledir, Kürtçe de böyledir. Benim halkıma karşı da yaklaşımı kabul etmediğim için HDP'de siyaset yapıyorum. HDP doğru bir siyasi kimlik olduğu için HDP’deyim. Tam da bu faşistliklere karşı demokratik mücadele için HDP'deyim. O dönemde de BDP Eş Genel Başkanı olarak doğru bir iş yapmışım. İyi ki de yapmışım. Ne terörle alakası vardır ne teröristiyle ne herhangi bir örgütün uzantısıyla alakası vardır. Tümüyle benim partime, politik programına, benim siyasi görüş ve düşüncelerime uygun bir açıklamadır. Açıklamamın tamamını da koymamışlar. Hatırladığım kadarıyla -üzerinden 9-10 yıl geçmiş- uzun da bir konuşma yapmıştım, böyle kısa bir konuşma değildi. Anadilin önemi, anadilde eğitim ve resmi dil olması mevzusunun çözülmesine yönelik, Türkiye'nin iç barışına birlikte yaşamasına yönelik... Bütün konuşmalarımda bunu anlatmışımdır. İşte bahsettiğiniz grup konuşmasında da -22.02.2011 tarihli- şöyle demişim: “Değerli arkadaşlar son olarak dün Dünya Anadili Günüydü biliyorsunuz. Anadil ile ilgili kamuoyunda yapılmış çalışmalar, yayınlanmış raporlar, bütün bunları uzun uzun anlatacak zamanımız yok. Ama anadil kadar hak olan insanın anasütü gibi helal başka bir konu yoktur. Bir ana dilin yasaklanması, inkar edilmesi, baskılanması, asimilasyona tabi tutulması kadar utanç verici de bir şey yoktur. Biz BDP olarak, Barış ve Demokrasi Partisi olarak anadille ilgili politikamızı bütün anadillere ilişkin yaklaşımımızı her zaman ortaya koyduk. Biz dedik ki sadece Kürtçe değil, Türkçe dışındaki bütün anadiller Türkiye'de tehdit altındadır. Yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. O halde gelin anadilde eğitimle, anadille öğrenimle kamuda anadilleri özgür ve serbest bırakarak bütün anadilleri koruyalım. Bununla ilgili yıllardır çalışma yapıyoruz. Yıllardır bu konuya ilişkin mücadelemizi sürdürüyoruz. Ama geldiğimiz noktada AKP hükûmetinin bu konudaki politikası oyalama, kandırma, aldatma politikalarını geçmedi. Diğer alanlarda olduğu gibi. Bugün dünya genelinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan yüzlerce dil var. Her gün çok sayıda dil az sayıda insan tarafından konuşulduğu için maalesef yok olup gidiyor. Anadilde savunma yapamadıkları için arkadaşlarımızın tutukluluk halleri devam eder bir şekilde, mağdur bir şekilde cezaevlerinde bekliyorlar. Her nesilde yüzde 17'lik bir anadil kaybı oluyor. Bu toplumun yüzde 17'si anadilini kaybediyor. Eğitimini, öğrenimini yapamadığı için. Bu nedenle çok önemlidir. Resmi dille birlikte herkesin anadilini koruyabilmesi çok önemli. Buradan bir çağrı yapıyorum. 12 Haziran'da seçim olacaksa Türkiye'nin doğu ve güneydoğusuna iki sandık konsun. Biri seçim sandığı biri referandum sandığı olsun. Referandumda soralım demokratik özerklik ve anadilde eğitim istiyor musunuz istemiyor musunuz? Çıkacak sonuca herkes razı olsun. Biz kabul ediyoruz. Oradaki insanlar buna evet diyorlarsa Anayasada gereğini yapalım, hayır diyorlarsa bizde buradan ders çıkaralım. Buyurun 12 Haziran'da referandum sandığını koyalım. Doğu ve Güneydoğudaki herkes bu anadil meselesine, özerklik meselesine nasıl bir yaklaşım gösteriyor bunu birlikte görelim. Yine eğer AKP ve CHP asimilasyon konusunda gerçekten duyarlıysa Andımızı kaldırarak başlayalım. Her sabah çocuklarımıza askeri disiplinle neden bu yemin ettiriliyor. Her sabah yeniden, her sabah yeniden. Askerler bile mesleğe girerken bir defa yemin ediyor, doktorlar bir defa, milletvekilleri bir defa, 6-7 yaşındaki çocuklar her sabah yeniden rahat hazır ol “Varlığım Türk varlığına armağan olsun”. Madem asimilasyona karşısınız, gelin bunu kaldıralım. Madem asimilasyona karşısınız, ırkçılığa karşısınız buradan bir başlayalım değil mi. Anadilde eğitimin önünü açacaksak eğer bunun altyapısını hep birlikte hazırlayalım. Bunun gereklerini birlikte yapalım. Madem asimilasyona karşısınız bu tekliflerimizin ciddi ciddi değerlendirilmesi lazım.
Değerli arkadaşlar. İki yıl önce bu salonda yine Sayın Ahmet Türk anadilinde, anadil vesilesiyle bir konuşma yapmıştı. Bende müsaade ederseniz konuşmamın bundan sonrasına anadilimde, Kürtçe sürdürmek istiyorum.” demişim. ‘Kürtçe konuşma ses kayıt kesikliği’ diye TBMM tutanağı devam etmiş. Bundan sonrasını Kürtçe yapmışım tutanağa geçmemiş.
Bu başka bir fezlekeyle de ilgili biliyorsunuz benim 2009’da, 2008’de Meclis’te Kürtçe konuşmak için talimat aldığım fezleke var ya elinizde hani ondan da tutukluyum, örgütten talimat almışım, ama Kürtçe konuşmayı da 2011 Şubat'ında yapmışım!
Sizin çocuklarınız kendi anadilinde eğitim alıyor, benim çocuklarım alamıyor
Fakat demek istediğim şu ki ben bu görüşleri 2007’de parlamentoya seçildiğim günde de savunmuşum, 2000 yılında avukatlığa başladığım ve İnsan Hakları Derneği yöneticisi olarak görev yaptığımda da kesintisiz savunmuşum. Her zaman savundum. Hâlâ savunuyorum. Bunu savunurken ben PKK'ye bakmadım, PKK ne diyor diye bakmadım. Başka biri ne diyor diye bakmadım. İki nedenden dolayı. Birincisi, insanım diye buna baktım. İnsan. Kürt olduğum için de değil insanım. Her insanın anadili hakkı vardır. Beni besleyen temelim budur. İkincisi, evrensel hukuk bana bu hakkı veriyor. Türkiye'nin imzalamış olduğu Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Haklar İkiz Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi bunların hepsi usulüne uygun bir şekilde imzalanmış ve parlamento tarafından da onaylanarak yürürlüğe konulmuş. Anayasa'nın 90. maddesi gereğince de insan haklarına dair belgeler olduğundan iç hukukla çekişme yaşandığı zaman esas dikkate alınması gereken uluslararası sözleşme belgeleridir. Bu belgeler de bana bu hakkı veriyor. Sorarım bu Ahmet Karaca denen Cemaatçi nereden bu hakkı alıyor. Ben insan olarak, Kürt olarak dünyaya geldim. Kendi anavatanımda, toprağımda yaşıyorum. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım ve ülkemin, vatandaşı olduğum ülkemin de imzaladığı bu tarafsız sözleşmeler bana bu hakkı veriyor. Bunun yasaklanması suçtur, ahlaksızlıktır diyorum. Asimilasyondur diyorum. Halkıma karşı saygısızlıktır diyorum. Kardeşlikten söz ediliyorsa bu kardeşlik hukukuna aykırıdır diyorum. Bunların neresi teröristliktir. Hiçbiri değil. Bunları yaparken şiddet mi kullanmışım, hayır. Bunları yaparken herhangi bir şiddet eylemini teşvik mi etmişim, hayır. Bunları savunurken biz şiddet yoluyla mı başaracağız demişim, hayır. Böyle bir iddia var mı hakkımda, hayır. Ama utanmadan sıkılmadan bunu bir terör faaliyeti olarak iddianameye fezlekeye koymuş, hiç de utanmadan Meclis’e göndermiş Ahmet Karaca. Bu milletvekilinin dokunulmazlığını kaldırın biz yargılayacağız demiş. Çünkü bu bir yürüyüşe katılmış çocuklarla birlikte, demiş ki “Anadilimiz önemlidir, çocuklarımızı da 5 gün okula göndermiyoruz. Ben de çocuklarımı 5 gün okula göndermedim. Delal ve Dılda, iki kızım var. Ben de çocuklarımı göndermedim, o bir hafta içerisinde de Kürtçe kursuna gönderdim. Benim çocuklarım şu anda Kürtçe konuşamıyorlar. Özel kurslarda eğitim alabiliyorlar ancak. Sizin çocuklarınız kendi anadilinde eğitim alıyor, benim çocuklarım alamıyor. Siz de aynı vergiyi veriyorsunuz ben de. Siz de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısınız ben de. Ben bu adaletsizliğe dikkat çekiyorum. Benim çocuklarım Türkçe’yi öğrensin, çok iyi öğrensin, Türkçe’ye hâkim olsun. Türkçe bu ülkenin ortak resmi dilidir. Benim çocuklarım üniversite okuyacak, İstanbul’a gidecek, Ankara’ya gelecek, Antalya’ya tatile gidecek. Tabii ki ülkenin ortak dilini çok iyi öğrensin. Öğrenmese eksiklik olur, bu bizim ortak iletişim dilimizdir. Aynı zamanda Türk halkının da kendi anadilidir. Kardeş halk dediğimiz Türk halkının anadilini de öğrenmek bizim için hem yararlıdır hem keyiflidir, hiçbir zararı yok. Benim çocuklarım da öğrensin, öğreniyorlar da. Ben de öğreniyorum, bakın konuşuyorum. Ama benim anadilimi de kimse yasaklamasın. Çocuklarımız da anadillerini öğrensin. Bu da onların hakkıdır. Ben bunu savundum, bunu hayata geçirecek politikaları yaptım diye de beni suçlayamazsınız. Suçlarsak o suçlamanın kendisini suçlayalım, benim yaptığım faaliyeti değil. Ahmet Karaca madem bu konuda çok haklı. O dönemin savcısı. Yürüyüşe katılan, yürüyüşü düzenleyen, bütün o kampanyayı düzenleyen, 5 aylık anadilde eğitim kampanyasını düzenleyen, dilekçe imzalayan neredeyse 2 milyona yakın insanla ilgili ne yapmış Ahmet Karaca? Hiçbir şey. Yapabilir mi? Yapamaz tabii ki. 2 milyon insanı terörist mi ilan edecek? Hayır. Ahmet Karaca’nın derdi, Selahattin Demirtaş ve BDP’dir. Ahmet Karaca’nın ülkenin bölünmez bütünlüğünü korumak gibi bir derdi de yoktur. Çünkü ortada ülkenin bölünmez bütünlüğünü tehdit eden bir faaliyet de yok. Bu kadar insan yürüyüşe katılmış, bir tek Selahattin Demirtaş hakkında soruşturma açılır, fezleke düzenlenir Meclis’e gönderilir.
O dönemin savcılarının da derdi tıpkı bu dönemin savcıları gibi AKP iktidarına yaranmaktı
Ben o basın açıklamasına davetli bir misafirdim, benim kurumum da değil başka bir dernek. Benim partimin faaliyeti de değil, davet edilmişim hasbelkader, o sıra Diyarbakır’dayım diye katılmışım, basın açıklamasında konuşmuşum. Bu “ağır terör faaliyetine” karşı Ahmet Karaca ne yapmış o zaman? Az kalsın devlet bölünüyormuş ya! İnsanlar anadilde eğitim için imza kampanyaları düzenlemiş, MEB’e dilekçeler verilmiş. Ne yapmış savcılar? Sormalısınız, yazı yazmalısınız Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na. Devletin bölünmez bütünlüğü aleyhine bu kadar ciddi bir faaliyet yürütülürken ayakta mı uyudunuz? Bir tek Selahattin Demirtaş mıydı? Olayın ironik ve trajik yönünü anlatmaya çalışıyorum. Tabii ki orada bir suç işlemedik, tabii ki soruşturma açılmadı, açılmaması doğrudur. Ama Ahmet Karaca gibi o dönemin savcıları, tıpkı bu dönemin savcıları gibi siyasi saiklerle hareket ettiklerinden dertleri siyasetçiyi boğmak, o dönemin AKP iktidarına yaranmak, o dönemin hükûmetiyle iyi geçinmek, Adalet Bakanıyla iyi geçinmekti. “Bak, ben sizin muhalefetinizi sürekli baskı altında tutuyorum, size muhalefet edenleri ben de bir taraftan sıkıştırıyorum.” deyip aferini kapmak, terfiyi kapmaktı. Buydu. Nitekim bunlar terfiler aldı. Bunların yaptığı faaliyetler ödüllendirildi, üst kademelere getirildi bunlar. Ta HSK’ya kadar, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay’a kadar. Suçlu mu değil mi bilmem, siz yargılıyorsunuz siz bulacaksınız onu. İnşallah onları da benim gibi yargılamıyorsunuzdur, adil yargılıyorsunuzdur.
Cumhuriyet tarihi boyunca yargı kördüğüm haline gelmiş sorunları tam bir kangrene dönüştürdü
Netice itibariyle bu kafayla hareket eden yargı mensupları, bu ülkede siyasi çözüm adına yürütülen her faaliyeti terörize edip, ülkenin sorunlarını içinden çıkılmaz hale getirdi. Başka ülkelerin yargı kurumları kendi ülkesinde yaşanan sorunlara dair ön açıcı, hatta siyasetçiye yol gösteren, siyasi tıkanıklıkları çözerek açan kararlar verirken; bizim Cumhuriyet tarihimiz boyunca yargı, bırakın siyasete yardımcı olmak, siyasetin beceremediği, başaramadığı, siyasetçilerin basiretsizliğine, komplekslerine, kaprislerine başarısızlıklarına bırakın yol gösterme, ön açma konusunda cesur ve adil olmayı, tam tersine çete faaliyeti yürüttü, ayak bağı oldu. Zaten kördüğüm, yumak haline gelmiş sorunları tam bir kangrene dönüştürdü. Yargı doğru kararlar verebilmiş olsaydı, ön açıcı, evrensel hukuka uygun, yön gösteren doğruyu gösteren, “Doğru çizgi budur kardeşim. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü evrensel hukuktan ayrılmayın ey siyasetçiler!” diyen kararlar almış olsaydı, ben de bundan ders çıkarırdım, iktidar da.
Bu yürüyüşün üzerinden, aradan 9 yıl geçmiş. Şimdi bana soruyorsunuz: “Sen 9 yıl önce neden Diyarbakır’da çocuklarla birlikte böyle bir yürüyüşe katıldın da niye anadilde eğitim istedin? Bu terör faaliyeti değil mi Selahattin Demirtaş bir anlat bakalım”. Hazin bir durum. Benim açımdan değil, sizler açısından hazin bir durum. Ben durduğum yerdeyim, olduğum yerdeyim. Halkımla, partililerimle birlikte, Türkiye’deki bütün demokrasiye, özgürlüklere inananlarla birlikte olduğum yerdeyim. Daha güçlüyüm, daha inançlıyım. Türkiye’nin aydınlık yarınlarına daha fazla inanıyorum.
Siz beni bu komplo olduğu belli fezlekelerle yargılamakla milyonlarca insanı yargılamış olursunuz
Ahmet Karaca nerede? Çıksın bu fezlekeyi savunabilsin bakalım. Keşke imkân olsa SEGBİS’e bağlansa, bilmiyorum hâlâ cezaevinde mi? Bağlansa da bakalım Ahmet Karaca ne diyecek? Demirtaş’ın böyle iddiaları var, bakalım savunabilecek mi? Aradan 9-10 yıl geçmiş. Bu dava da böyle olacak. Aradan 9 yıl da değil, daha az zaman geçecek belki ve denilecek ki “Siz Selahattin Demirtaş’ı bundan yargıladınız ya.”
Hiç değilse, bu ciddiyetsiz, komplo olduğu belli, delilsiz, bir halkın ifade özgürlüğünün, taleplerinin açıkça ihlali anlamına gelen fezleke dosyaya hiç alınmasaydı. “Biz bunları ciddiye alacak yargıçlar değiliz” deseydiniz. Denilecek, ben diyorum mesela. Duruşma başlarken Şubat 2018’de yani tam bir yıl önce ilk talebim buydu. Dedim ki bu fezlekeleri bir ayıklayın. İddianameyi reddetmediniz ama bazı fezlekelerin gerçekten de soruşturma konusu olması itibarıyla büyük haksızlık. Bu fezleke de az önceki de bunlardan biri. Bunlarla yargılamayın, yanlış işler bunlar. Ben Selahattin Demirtaş değilim sadece. Milyonlarca insanın bu ve benzeri siyasi taleplerinin temsilcisiyim. Siz beni bunlarla yargılamakla milyonlarca insanı yargılamış olursunuz. İnsanlar incinir. Kişi olarak mevzu bahis olan ben değilim.
Anadilini yargılama konusu yaparsanız AKP’ye, CHP’ye hatta MHP’ye oy veren Kürtler bile incinir
Bakın ben orada Selahattin Demirtaş olarak, iki kızı için talepte bulunan bir veli olarak konuşmamışım. BDP’nin Eş Genel Başkanı olarak konuşmuşum. Yapmayın, bundan dolayı bana soru sormayın. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki böyle bir suç olmaz, buna suç denmez. Ama bunu yargılama konusu yaparsanız milyonlarca insan bunu duyar. Bakın bugün herkes biliyor, bunlardan dolayı yargılanıyorum. Türkiye’de AKP’ye, CHP’ye hatta MHP’ye oy veren Kürtler var ve iddia ediyorum hepsi incinir bundan hepsi, ayrım gözetmeksizin.
Ben insanların etnik kimliğini hiç merak etmedim bugüne kadar sormam da. Hepinizin vardır, kimileri de etnik kimlik aidiyeti hissetmeyebilir, ona da saygı duyuyorum. Kim kendini nasıl görüyorsa öyledir. Ama her etnik kimlik insanın onuruyla, şerefiyle ilgilidir. Bir MHP'li Kürt de bunu dert eder kendisine. Desem ki “Kardeşim sen anadilinde konuşamazsın, MHP'lisin ama konuşamazsın”, bunu dert eder kendisine. İnsan onuruyla ilgili bir mevzudur. Durup dururken neden bize bu söyleniyor. Niye 20 milyon Kürde bu söyleniyor. Niye Ankara 19. ACM aracılığıyla bu yargılama konusu yapılıyor. Kabul etmiyorum bunu, yanlıştır bu diyorum. Siyasi hakkımı, siyaset yapma hakkımı, parti programının siyasi taleplerinin engellenmesidir. Kişi olarak ifade özgürlüğümün engellenmesidir. Bakın, şu andaki faaliyet ihlaldir. Bununla ilgili ceza alıp almamam değil mesele. Şu anda ihlal oluşmuştur. Çünkü AİHM bir düşünce açıklamasından dolayı soruşturmaya tabii tutulmayı bile ihlal saymıştır. Savcılık tarafından kişinin çağrılarak adliyede ifadesinin alınıp takipsizlik kararının verilmesini bile ihlal saymıştır. Hangi AİHM davasıydı hatırlamıyorum avukatlarım daha iyi bilirler, Türkiye’de yapılan bir başvuruyu AİHM aynen böyle değerlendirmiştir. Sen, bu ifade özgürlüğü mü değil mi bakmadan çağırıp ifade alıp takipsizlik verdiğin için baskının kendisi oluşmuştur ve bu yüzden buna ihlal kararı veriyorum demiştir AİHM. Bu da buna benzer bir şeydir. Bırakın savcılıkta ifade almayı, 2 yıldır ben bunlardan dolayı tutukluyum. Ve siz her duruşmada tutukluluk kararının tekrarını sayarken, bu fezlekeleri bu çözüm tutanaklarını, bu dijital verileri dahil ediyorsunuz, ayrıştırmıyorsunuz bile. Demiyorsunuz ki ben bundan tutukluluk kararının devamı demiyorum, bunu deme zahmetinde bulunmuyorsunuz. 5. fezlekeyle 31-32. fezlekeye kadar hepsi bütün dijitalleriyle, bilirkişi raporları deyip bunu da tutuklama gerekçesi yapıyorsunuz. Doğru iş yapmıyorsunuz.
Devam ediyorum. 09.10.2012 tarihli TBMM’de yaptığım grup konuşmasında da yine anadilde eğitimin önemine değinmişim. Bakın ne demişim. Görüşlerini gizli kapaklı savunan bir siyasetçi değilim ben. Hepinize görüşlerimi açıkça söylüyorum. Parlamentoda yaptığım konuşma, ne demişim bakın. Konuşmamın başını geçiyorum. “Ben yaptım ettim, ben başlattım, ben size şunları verdim, halen bunları beğenmiyorsunuz nankörsünüz yaklaşımını da zinhar reddederiz.” Kime karşı demişim? Erdoğan’a karşı. Erdoğan demiş ki “TRT 6'yı verdim. Nankörler yetmez mi size” diyor, ben de cevap veriyorum. Zinhar diyorum bu yaklaşımınızı reddediyoruz. Anadilde eğitim olur mu, olmaz mı? Bu bir hak değil mi? "Bakın Almanya’da, Avrupa’nın değişik ülkelerinde, oradaki Türkler anadilde eğitim yapabiliyor mu? Orada izin verilmiyor da burada niye Kürtlere izin verelim" diyor Erdoğan. "Almanya’da Türkler anadilinde eğitim yapamıyorlar. Burada niye Kürtler eğitim yapsın? Öyle bir hak mu olur” diyor Erdoğan. Kendi grup toplantısında. Bir saat sonra ben ona cevap veriyorum, diyorum ki “Anadilde eğitimin pedagojik yönü, bilimselliği, hak unsuru, hukuku bir kenara bırakıyorum, çok yalın bir gerçeği Başbakan’a hatırlatmak istiyorum: Neden Kürtlerin Türkiye’de anadilde eğitim talebi haklıdır? Çünkü Almanya’da bir Türkiye yoktur, Fransa’da bir Türkiye yoktur, ama Türkiye’de bir Kürdistan vardır. Bu nedenle Kürtlerin anadilde eğitim hakkı meşrudur." Aynen bunu söylüyorum.
Çünkü Kürdistan dediğimiz coğrafya Osmanlı'da, Selçuklu’da eyalet olarak var olan coğrafya, Kürdistan’ın toprakları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları içerisindedir. Kürdistan bir devlet değildir, doğru, ama bir coğrafya ismi olarak tarihsel bir isim olarak buradadır. O yüzden ortak vatandır burası. Anadolu, Kürdistan, Mezopotamya coğrafyası binlerce yıllık geçmişe sahip, bu isimlerle adlandırılmış coğrafyalardır. Biz de Türkiye Cumhuriyeti Devletini bunun üzerine kurulduğu coğrafyayı anavatanımız olarak görürüz bu nedenle. Edirne’yi de, Ardahan’ı da, Ankara’yı, İzmir’i, Muğla’yı da anavatanı olarak görür Kürtler. Ülkenin birliği ve bütünlüğünü de bu perspektifle savunuruz. Bu nedenle deriz ki “Biz bu ülkede asli unsuruz”. Kurtuluş Savaşından cumhuriyetin kuruluşuna bütün aşamalarda Kürt halkı kendi ismiyle, kimliğiyle, yine TBMM’nin ilk oturumlarında Kürdistan ve Musul sıfatıyla orada Kürtçe konuşarak hatta Kürt ulusal kıyafetleriyle katılarak, Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da Fransızlara karşı direnerek bu ülkenin kuruluşunda yer almıştır. Bu yüzden anadilde eğitim bu ülkede Kürtler için haktır, meşrudur. Kaldı ki ben Almanya’da yaşayan her TC vatandaşının da anadilde eğitim hakkının olduğunu savunuyorum. Kişi olarak ve partim adına bunu savunuyorum. Doğrudur. Almanya’da yaşayan Türkler, yeni doğan Türk çocuklarına, nesillere kendi dilini, kültürünü kaybetmemesi için Almanya’da anadilde eğitim hakkına sahip olmalıdırlar. Aksi takdirde kaybedecekler benliğini, kültürünü, dilini. Nasıl koruyacak oradaki çocuk? Ta 1970’te işçi olarak Almanya’ya gitmiş, o günden bugüne ikinci üçüncü nesil bir Türk ailesi dilini kültürünü nasıl koruyacak? Onun da hakkı var. Bizim niye burada olmuyormuş? Bu ülkeyi birlikte kurduğumuz halkla niye eşit olamıyoruz. İşte böyle açık açık anadilde eğitim hakkını her yerde savunduk, parlamentoda da, mitinglerde de savunduk. Bugün fezlekeye konu olan derneklerin basın toplantısı, yürüyüşlerinde, etkinliklerinde ve faaliyetlerinde de savunduk.
Kimin terörist olduğu ortaya çıktı zaten, bu fezlekeyi hazırlayan savcı bakın şimdi nerede
Yakın zamanda 2016’da yine parlamentoda yaptığım bir konuşmada ne demişim? Zazaca konuşmuşum. “Bizim anadilimiz onurumuzdur, anadilimizi koruyalım.” Ben Zaza’yım aynı zamanda. Kürtçenin Zazaca lehçesini konuşuyorum. Annem babam Zazadır. Kurmanci de öğreniyorum ama Zazaca konuşuyorum. Kendi anadilimi konuşarak 2016’da parlamentoda “Ben bir Zaza olarak kendi anadilimde eğitim istiyorum demişim.” Niye bütün kimlikleri ve kültürleri koruma konusunda parlamento tedbir almıyor diye iktidarı eleştirmişim. Bunun neresi terör olabilir, neresi terör faaliyeti olabilir? Bilmem kimin evinde bir belge yakalanmış, orda anadilde eğitim savunuluyormuş, yürüyüş yapılacakmış. Demirtaş da buna dayanarak gitmiş yürüyüşe katılmış, anadilde eğitimi savunmuş, bu da bir terör faaliyetiymiş. Hadi oradan! Kimin terörist olduğu benden önce ortaya çıktı zaten. Bunu hazırlayan savcı bakın şimdi nerede…
Bilirkişi incelemesi de gösterdi delil görüntü ne fezlekeyle ne olayla ne de benle alakalı
Peki bu dosyaya konan delillere gelelim. Hani sizin de tutuklama gerekçesi yaptığınız dijital veriler var ya, onları çözüme göndermişsiniz. Bu fezlekeye yani 22. fezlekeye dair, bilirkişi bir rapor hazırlayıp mahkemenize sunmuş, onu da dosyaya koymuşsunuz. Benim önümde. Sadece değiniyorum, hepsini okumayacağım. Diyor ki, Mahkeme Başkanlığınızca, "2017/189 esas sayılı dosyasının 13.04.2018 tarihli, 7 numaralı ara kararı uyarınca Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından düzenlenen ve davaya konu iddianamede belirtilen ve yazı ekinde teslim edilen dosya arasındaki CD'lerin konuşma dökümlerinin yapılması için tarafımıza 15 zarf içerisinde 17 adet CD tebliğ edilmiştir.” Olayın adı 22 numaralı fezleke. 19.09.2010 tarihinde yapılan konuşmaya ilişkin bir adet CD dinleniyor. Peki çözüme bakalım ne bulmuş bilirkişi? Diyor ki, “K9.mpg uzantılı 763 MB boyutlu ve 13 dk 9 sn uzunluğundaki videonun aşağıdaki çözümü çıkarılmıştır. Video kamera tarih ve saati 10.09.2010.” Dikkatinizi çekiyorum. Yani saat 18:46’dan başlayıp ta ki otobüsün miting alanına toplulukla beraber gitmesi saat 18.55’e kadar devam eder, video saat 19.27’yi atlama yapıyor. Bu saatten itibaren yol güzergahlarında molotof kokteyli veya havai fişekle gösteri yapan şahıslara emniyet mensuplarının müdahalesini gösteriyor görüntüler, kamera saatine göre 19.36’da bitiyor. Bir tane de fotoğraf görüntüsü koymuşlar oraya. Şimdi, fezlekedeki konuşma ve yürüyüş tarihi 19.09.2010. Sizin bilirkişiye gönderdiğiniz CD’deki görüntü tarihi 10.09.2010’dur, yani yürüyüşten 9 gün önce. Başka bir olay, başka bir miting, başka bir yürüyüş, başka bir şey. Ben yokum ama, nedir bilmiyorum. Benim olduğuma dair bir şey de yok. Fakat, savcı bunu delil olarak buraya koymuş. Siz de bilirkişi incelemesi yaptığınızda ortaya çıkmış ki, bu görüntü, artık her neyse, ne fezlekeyle alakalı, ne olayla alakalı ne de benle alakalı. Olaydan 9 gün önce yapılmış başka bir miting midir, yürüyüş müdür onu bile yazmıyor. Ne olduğu belli değil.
Başka biri çözümü yapmış aynı belgede: 1.66 GB boyutundaki 29 dk 55 sn uzunluğundaki videonun aşağıdaki çözümü çıkarılmıştır. Bu video açılmış, içerisinde "parti konvoyunun miting alanına toplulukla beraber alana geliş görüntüleri sloganlar ve şarkılar eşliğinde miting alanına gidiliyor. Çekim yapılan kamera saati 20.07, otobüsten konuşma 20.16’da başlıyor.
Dosyayı şişirecekler ya Baydemir’in Kışanak’ın konuşmalarını koymuşlar
Konuşmacı Osman Baydemir. Bakın yine tarih belirtilmiyor ama aynı tarih zannedersem, yine olaydan 9 gün önce. Osman Baydemir’in konuşmasını uzun uzun yazmış buraya, ben yokum. 2. konuşmacı Gültan Kışanak, onun da konuşma dökümü yapılmış, o da bilirkişi raporuna işlenmiş. Sonra videonun devamında miting alanı dağıldıktan sonra bazı gösteriler ve emniyet mensuplarının müdahalesi gösteriliyor. "15 dk 10 sn uzunluğundaki videonun aşağıda çözümü çıkarılmıştır. Bu dosya da aynı konuşma metinlerini içermekte sadece görüntüler başka açılardan kaydedilmiştir." Bu kadar. Burada Selahattin Demirtaş nerede, benim konuşmam nerede? Terör faaliyeti nerede? Hiç değilse TZP Kurdî'nin benim katıldığım yürüyüşünün CD’si olsaydı onun çözümünü yapsaydınız. Başka bir olay ki onla ilgili soruşturma bile yok. Osman Baydemir Büyükşehir Belediye Başkanı, Gültan Hanım da Eş Genel Başkan sıfatıyla konuşmalar yapmışlar. Başka bir konuda yine Diyarbakır’da partimizin yaptığı bir miting galiba. Diğer eşbaşkanımız katılmış, ama delil olarak benim dosyama koymuşlar. Çünkü delil bulamıyorlar, ne koyacaklar dosyaya, şişirmesi lazım. E sizin de içerisindeki dijital veriler belgeler vs diyebilmeniz için bunların dosyalanması lazım. Bu da o minvalde dosyaya konmuş. Normalde bu dosyada bu fezlekede olmaması gereken bir şey, delil bile değil. Ama delil olarak, dosyayı şişirmek için, bu şekilde 10000 sayfaya yakın çözüm ve döküm bir şekilde dosyaya girmiş.
Baydemir, Gültan Kışanak ne konuşmuş bilmiyorum ama ne konuştularsa da arkasındayım
Dolayısıyla burada benimle ilgili bilirkişi raporu benimle alakalı değil. Herhangi biri benim katıldığım anadil yürüyüşüyle ilgili görüntü de değil. Dosyada benim görebildiğim başka bir delil yok. Savcı delil derken bunu kast ederek sahte delil koymuş dosyaya. Hiç alakası olmayan delil koymuş. Siz de Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne yazınca herhalde "Elimizde Selahattin Demirtaş konuşması yok, size bir Osman Baydemir, Gültan Kışanak konuşması gönderelim, aynıdır zaten. Onlar yapmış Demirtaş’a ceza verin, bir şey olmaz" diye düşünmüş olabilirler. Ona da saygı duyuyorum Osman Baydemir, Gültan Kışanak ne konuşmuş bilmiyorum ama ne konuştularsa da arkasındayım, suçsa da ben üstlenebilirim.
Yine bu fezleke Anayasanın 83 maddesi ki mutlak sorumsuzluk; bu bir parlamento faaliyeti olarak daha önce gerçekleşmiş mi gerçekleşmemiş mi? Savcı buna bakmamış, siz de bakmamışsınız. Siz de Anayasayı ihlal etmeye devam ediyorsunuz ama dediğim gibi çok sayıda grup konuşmasında da ben anadilde eğitimi savunmuşum, dediğim gibi yasa dışı faaliyet, bir terör faaliyeti, yasa dışı örgütsel faaliyetle alakası olmayan bir şekilde sistematik düzenli bir demokratik siyaset olarak savundum. Ama bunlar incelenmemiş.
Bana ve partime karşı siyasi faaliyetlerimizi engelleme suçu işlenmiştir
Sizden grup konuşmalarımın çözümünün yapılmasını talep etmiştim, “Yapmıyoruz, sizi ilgilendirmez” dediniz. “CD’leri sana veririz incelersin” dediniz. Ben de inceledim, hepsinin çıktılarını aldım. Sırası geldikçe de grup konuşmalarıma atıf yapacağım. Ama dediğim gibi benim sığındığım şey grupta yaptığım konuşmanın sorumsuzluk kapsamında değerlendirilerek suç olmaktan çıkarılması değil. Ben bunun suç olmadığını söylüyorum zaten. Grupta ya da parlamentoda konuşmuş olsam da olmasam da. Suç olmadığını söylüyorum, tam tersine, bilakis bana karşı bir suç işlenmiştir, partime karşı siyasi faaliyetlerimizi engelleme suçu işlenmiştir. O dönemin Cemaat-AKP ortaklığıyla yürütülen kirli operasyonların arta kalan parçalarıdır bunlar. Bu konuda maalesef ki herkes temizlenirken, herkes, bir dönem Cemaat faaliyetlerine yönelik mağdur olmuş herkes aklanırken bizler yine o dönem Cemaatin yürütmüş olduğu kumpaslarla suçlanıyoruz, arkadaşlarım yargılanıyor. İstinaf mahkemeleri Cemaat savcılarının sahte delilleriyle oluşturulmuş dosyalarını onaylıyor, inceleme gereği duymuyor, siz de duymuyorsunuz. Siz de bunu ciddiye alıp bana soru soruyorsunuz ve beni yargılamaya devam ediyorsunuz.
Konuşma içeriğini hatırlayamadığım için aşağı yukarı budur. Bunlar benim siyasi düşüncelerimdir. Elde görüntü olmadığı için de direk bu konuşmanın bana ait olup olmadığı bilmiyorum. Fakat politik olarak da benim savunduğum düşüncelerdir. Mantık olarak da benim savunabileceğim düşüncelerdir. İstikrarlı bir biçimde hep savunduğum düşünce olduğu için kabul ediyorum. Başka bir diyeceğim yok.
21 no’lu fezlekeye dair savunmamı yapmak istiyorum. 21 no’lu fezleke 21 Şubat 2011 tarihli bir fezleke. İsnat edilen suçun tarihi ise 27.11.2010 yani fezleke 3 ay sonra düzenlenmiş ve örgüt propagandası yapmak, örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek suretiyle örgüt üyesi olmak. Yani iki ayrı suçlama ile fezleke düzenlenmiş. Şimdi iddia ne. Fezlekeyi aynı savcı düzenlemiş. İddia, “Yaşa dışı PKK terör örgütünün 27 Kasım 1978 tarihinde örgüt elebaşısı Abdullah Öcalan başkanlığında çeşitli yerlerden belirlenen sözde 22 delegenin katılımı ile Lice ilçesine bağlı Fis köyünde bir evde gerçekleştirilen iki günlük toplantı sonucu kurularak ilan edildiği, yasa dışı PKK terör örgütünün kuruluş yıldönümü nedeniyle örgüt güdümünde yayın yapan Roj TV ve internet sitelerinde örgütün tabanı ve sempatizanlarına yönelik eylem çağrılarına yönelik olarak, yasadışı PKK terör örgütü güdümünde yayın yapan 2010 tarihli Fırat News haber ajansı ve 22.11.2010 tarihli Yeni Özgür Politika internet sitelerinde yer alan “Kürtler Fis köyüne akın edecek” isimli haberinde Kongre Gel Başkanının PKK’nin kuruluşunun Kürt halkı açısından bir milat olduğuna dikkat çekti. Kongra Gel PKK’nin yarattığı toplumsal kaos gerçekliğinin mücadelenin 33’üncü yılında artık kendi çözümünü yaratacak düzeye ulaştığına dikkat çekti. Kongra Gel, Demokratik Kuzey Kürdistan sisteminin kurulması ve yaşamsal kılınması için bütün Kürdistanlılara seferberlik çağrısı yaptı. Türkiye ve Kürdistan’daki PKK ve PJAK’lı tutsaklar da halkın 27 Kasım direniş ve özgürlük bayramını kutladı. Tutsaklar, PKK’yi yeni ve özgür Kürd’ü yaratmanın adı olarak nitelendirdi. PKK’nin 32’inci kuruluş yıldönümünü büyük bir coşku ile heyecanla karşılaştıklarını belirten tutsaklar, özgürlük yürüyüşünün zaferle taçlandırılması amacıyla her yerin direniş kalesi haline getirilmesi çağrısında bulundu. Yine aynı tarihlerde Kürdistan’da anlamlı bir tarihe sahip olan Lice, anlamlı bir festivale ev sahipliği yapıyor. Bugün başlayan Lice Kültür Sanat Festivali kapsamında yarın yani 27.11.2010 tarihinde görkemli bir festival gerçekleştirilecek. Yarın devam edecek festivale çevre il ve ilçelerde katılım bekleniyor. Lice’nin Fis köyünde bulunan PKK’nin 32 yıl önce kurulduğu ev ziyaret edilecek. Bu çağrı üzerine 27.11.2010 tarihinde eş zamanlı olarak DBP ve Eşit, Özgür Yurttaş Dernekleri önünde toplanan grupların saatların 10.00-15:00 saatleri arasında araçları ile birlikte Silvan Yolu üzerindeki Hınıs Petrol önüne gelip burada araç lastiği ile yaklaşık 1100 kişi, 3 otobüs 58 minibüs ve 37 özel araç ile birlikte topluca saat 11.10 sıralarında ilimiz Lice İlçesine hareket ettikleri, Lice ilçesinde Lice Belediye Başkanlığı organizasyonunda 6’ncı Halk Şöleni, Lice Tarihiyle Buluşuyor festivali kapsamında 27 Kasım 2010 günü 10.00-15:00 saatleri arasında Lice İlçesi Şehit Tuğgeneral Bahtiyar Aydın alanında etkinlik düzenlendiği. Lice ilçesi Şehit Tuğgeneral Bahtiyar Aydın alanında 27.11.2010 günü saat 10 itibariyle toplanmalar başlandı. Platformun arka yüzüne 4x2.5 ebatında “Lice bi diroka heye, Lice tarihi ile buluşuyor. Lice Kültür ve Sanat Festivali” pankartının asıldı, platformun ön yüzüne 1x2 etabında siyah zemin üzerine Önder Apo, Kemal, Hayri, Karasungur, Mazlum Doğan, Cuma, Abbas, Lice Halk İnisayitifi, Mazlum Doğan, sözde terör örgütünün siyasi kanadını simgeleyen ERNK bez parçasını, PKK Terör örgütünün yöneticisi, Kemal Pir, Öcalan’ın posteri ve PKK yazılı bez parçasının asılı olduğu; etkinliğin saat 12.15 sıralarında sunucunun sözde Kürdistan şehitleri anısına topluluğu bir dakikalık saygı duruşuna davet etmesi ile başlayıp Koma Pel isimli grubun sahne alarak Kürtçe şarkılar söylemesi ile devam eden etkinlikte Lice Belediye Başkanı Fikriye Aytin’in Kürtçe konuşma yaptığı, Saat 12.40 sıralarında yüzü puşi ile kapalı yaklaşık 40 kişilik bir grup tarafından Abdullah Öcalan posteri, sözde Kürdistan Demokratik Konfederalizmi ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesini simgeleyen bez parçalarının, biji PKK biji APO yazılı afiş, Kemal Pir ve Mazlum Doğan’ın posterlerinin, 27 Kasım kutlu olsun yazılı afişin alan içerisinde yaklaşık 5 dakika topluluk arasında gezdirildikten sonra, Şehit Tuğgeneral Bahtiyar Aydın İlköğretim Okulu duvarlarına asılmış, kısa süre sonra bahse konu afiş poster ve bez parçalarının okul duvarlardan alınarak yeniden 10 kişilik grup tarafından yeniden gezdirildiği, Saat 13.15 sıralarında yüzü kapalı iki kişi tarafından sözde PKK Kongra Gel Terör Örgütünün siyasi kanadını temsil eden sözde Demokratik Kürdistan Konfederalizmi ve ERNK bez parçasının Muğla Caddesi üzerindeki 3 katlı binanın çatısına asıldığı, kurulan platformun arka kısmında, “Lice Kültürü ile Buluşuyor, Lice Kültür Sanat-Turizm Festivali” yazısının asılıp platformun ön üst kısmında yüzü puşiler tarafından asılan PKK terör örgütünü temsil eden bez parçaları ile Abdullah Öcalan, örgütün ileri gelen isimlerinden Kemal Pir, Mazlum Doğan resimlerinin yer aldığı ve siyah zemin üzerinde Önder Apo, Kemal, Hayri, Mazlum, Karasungur, Seyfettin, Abbas, Cuma isimlerinin yazıldığı ve ses düzeni ile PKK’yi temsil eden ve propagandasını içeren şarkıların çalındığı, Saat 14.35 sıralarında HDP Eş Genel Başkanı ve Milletvekili Selahattin Demirtaş’ın yukarıda anlatılan şekilde, oluşturulan platform ve alanda terör örgütünü temsil eden büyüklü küçüklü bez parçalarının örgüt elebaşısı ve önderlerinin resimlerinin taşındığı bir kalabalığa hitaben, “...yine bütün dünyanın şunu görmesi lazım ki bu halkın barış için irade olarak gösterdiği muhatap olarak gösterdiği sayın Abdullah Öcalan bu barışın mimarıdır, mimarı olacaktır… Bu özgürlük mücadelesinde bedel ödemiş şehit düşmüş herkesi minnetle anıyoruz. Emeği geçen herkese bir kez daha şükranlarımızı sunuyoruz. 12 Eylül faşizmini zulmünü 3 kibrit çöpü ile aydınlatan Hayrilerin, Mazlumların önünde saygı ile eğiliyoruz” şeklinde konuşmalar yaptığı.”
Emniyet Müdürlüğünün suç duyurusu delil olarak dosyaya konulmuş. Değerlendirmesini şöyle yapmış fezleke savcısı: “Anayasamızın 25. maddesi düşünce ve kanaat hürriyetini güvenceye almakla birlikte, 14. maddede Anayasa’nın sağladığı bu özgürlükleri devletin bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçlayan faaliyetlerde bulunanlara ve hatta başkalarını bu yolla teşvik edenlere yasal yaptırım uygulanacağı öngörülmektedir. Şüpheli Selahattin Demirtaş’ın yukarıda anlatılan şekilde oluşturulan platform ve alanda ellerinde büyüklü küçüklü PKK’yi simgeleyen bez parçalarının terör örgütü temsilcilerinin posterlerinin sallandığı alanda, “...yine bütün dünyanın şunu görmesi lazım ki bu halkın barış için irade olarak gösterdiği muhatap olarak gösterdiği Sayın Abdullah Öcalan bu barışın mimarıdır, mimarı olacaktır… Bu özgürlük mücadelesinde bedel ödemiş şehit düşmüş herkesi minnetle anıyoruz. Emeği geçen herkese bir kez daha şükranlarımızı sunuyoruz. 12 Eylül faşizmini zulmünü, 12 Eylül zindanlarında 3 kibrit çöpü ile aydınlatan Hayrilerin, Mazlumların önünde saygı ile eğiliyoruz” şeklinde alıntı yapılan konuşmaları yaptığı, Her ne kadar Lice Belediyesi tarafından organize edilen “6’ncı Halk Şöleni, Lice Tarihi ile Buluşuyor Festivaline” katılarak alıntı yapılan konuşmayı yapmış ise de, terör örgütünün güdümünde yayın yapan, basını tarafından terör örgütün sözde kurulduğu yıldönümü vesilesiyle BDP tarafından örgüt sempatizanlarına yönelik eylem çağrıların ile festival adı altında yasal hale getirilerek ve örgütün muzahir tabanı ve sempatizanları tarafından yıldönümünün rahatlıkla sağlanması amacıyla örgütün sözde yıldönümünün kutlandığı; yapılan kovuşturma sonucu, PKK terör örgütü ve uzantılarının 27 Kasım 1978 yılında kurulan örgütün PKK’nin kuruluş yıldönümü nedeniyle örgütün muhazir kitlesine yönelik olarak Diyarbakır Milletvekili olan Selahattin Demirtaş’ın sözde Demokratik Konfederasyonu ve ERNK bez parçasının Muğla Caddesindeki 3 katlı binaya asıldığı, kurulan platformunun arka kısmında Lice Tarihi ile Buluşuyor yazılı afişin asıldığı bölümde yüzü puşi ile kapalı kişiler tarafından asılan örgüt ele başı Abdullah Öcalan ve siyah zemin üzerine Abdullah Öcalan, örgütün ileri gelen isimlerinden Kemal Pir, Mazlum Doğan resimlerinin yer aldığı ve siyah zemin üzerinde Önder Apo, Kemal, Hayri, Mazlum, Karasungur, Seyfettin, Abbas, Cuma, Fuat isimlerinin yazıldığı ve ses düzeni ile PKK’yi temsil eden ve propagandasını içeren şarkıların çalındığı ortamda, platformda toplanan kalabalığa hitaben yaptığı konuşmada Terör Örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’dan “barışın mimarı”, PKK terör örgütü mensuplarından “şehit” olarak bahsedip, Diyarbakır Cezaevinde hükümlü olarak bulunan ‘Mazlum Doğan ve Hayri Durmuş’un kendisini yakarak öldürmesinin önünde saygı ile eğiliyorum’ şeklinde konuşma içeriği ile örgüt propagandası yapma şeklinde, örgüte üye olmamakla birlikte örgüt üyesi suçlarını işlediği anlaşılmaktadır, vs, vs”
“Dosyaya konulan deliler ve CD içeriği incelendiğinde, 27.11.2010 isimli bir klasör olduğu ve bu klasörlerin içerisinde “BDP Lice’ye gidişler”, “Lice Kültür Sanat Festivali” isimli klasörler olduğu bu klasörlerin içinde K-7 ve K-8 isimli iki ayrı görüntü dosyası olduğu görülmüştür. K-7 isimli 247 MB boyutunda ve 4 dakika 14 saniye uzunluğunda görüntü dosyası incelendiğinde Selahattin Demirtaş ile ilgili herhangi bir görüntü veya ses kaydına rastlanmamıştır. K-8 isimli 3.74 GB boyutunda 1 saat 5 dakika uzunluğundaki dosya incelendiğinde Selahattin Demirtaş ile ilgili herhangi bir görüntü ve ses kaydına ulaşılmamıştır. Saygılarımızla arz ederiz.”
Hiçbir konuşmamı inkâr etmem, arkasında duramayacağım konuşmam da yoktur Bilirkişinin raporu da bundan ibaret. Aynı savcı az önceki fezlekeyi hazırlayan savcı aynı yönteme aynı karartma, hile yöntemine başvurmuş. Ben tam olarak ne yapmışım ne konuşmuşum, bu festival ile burada bahsedilen pankartlar ile afişlerle nasıl bir alakam var, bunları delillendirmeye gerek bile duymamış. Doğrusu böyle bir konuşma yaptığımı bile hatırlamıyorum. Partimin kazandığı belediyelerin hazırladığı festivallere çoğu zaman milletvekilleri davet edilir, gidilir, konuşma yapılır. Bu da onlardan biri olabilir. Lice Belediyesi o dönem BDP’nin kazandığı bir belediyeydi. Anladığım kadarıyla 6’ncısı düzenlenen bir festivaldir ve savcı bu festivalden söz ediyor ve ben Eş Başkan olarak gidip orada konuşma yapmışım. Fakat konuşmanın kendisi yok, iki tane birbirinden kopuk paragraf var. Konuşmanın tamamı en azından benim elimdeki dosyadaki çıktılarda yok. Mahkemenizde varsa okunmasını talep edeceğim. Savcı beni şununla suçluyor: Bütün o festival faaliyeti ve orada yasa dışı olarak gördüğü ne varsa benimle ilgili; ben bunların hepsinden sorumlu ve suçluyum gibi düşünerek herhalde ve yaptığım konuşma da buysa bu terör örgütüne yardımdır gibi işin içinden çıkmayı akıllılık yapmış. Gerçekten hatırlasam çünkü çok sayıda benzer festival ve etkinliğe katıldım. Katılmış da olabilirim, partimin belediyesinin festivalidir, gider katılırım, Eş Genel Başkanım. Konuşma içeriğim tespit edilir, madem görüntü çekilmiş, buradaki fezlekeye göre poliste görüntü olmalıdır, bu kadar detay saat saat verildiğine göre ve o görüntü çözülmeli, getirilsin ben tam olarak ne ile suçlanıyorum? Bir konuşma ile ilgili suçlanıyorsam konuşmanın tamamı nedir, ona bakmak lazım. Ben tam olarak neyi, konuşmuşum neyi savunmuşum? Böyle nokta nokta koyarak iki tane birbirinden bağımsız paragraf buraya konularak suçlama yapılamaz, ben de buna karşı savunma yapamam. Hani beni bütün bu pankartları hazırlamakla mı suçluyor? Bana ait konuşmanın tam metnini istiyorum. Bana gönderdiğiniz bilirkişi raporunda “Selahattin Demirtaş ile ilgili bir herhangi bir görüntü ve ses kaydına rastlanmamıştır” diyor. Ben bu suçlamaları bu haliyle kabul etmiyorum. Ne şiddet ne örgüt propagandası zaten yapmadım. Yaptığım bir konuşma varsa, o konuşma tam olarak önüme konulursa içeriği ile birlikte ben de içeriği nedir izah ederim. Hiç bir konuşmamı inkar etmem, arkasında duramayacağım konuşmam da yoktur. Dolayısıyla bu fezleke ilgili mahkemenizin elinde tarafsız bilirkişiye ait çözüm tutanağı varsa bana okunsun, avukatlarım çıktılarını alıp bana verirse bende o konuşmanın içeriğine dair bilgilenmiş ve savunmamı yapmış olurum. Önümüzdeki duruşma da konuşmanın tamamına ilişkin çözüm tutanağı varsa bana okunsun ki savunmamı yapayım.
Mahkeme Başkanı Bilirkişi Recai Bilen’in hazırladığı raporunu okudu: Aynı konuşmaya ilişkin Emniyetin olay tutanağının bulunduğu… 21 Fezlekeye ilişkin bilgi ve belgeler bunlar. Bir diyeceğiniz var mıdır?
Belediyemizin, birçok belediyenin yaptığı gibi düzenlediği festivallerden biri olabilir. Okuduğunuz konuşma içerik olarak benim konuşmalarıma ve benim siyasi görüşlerime benziyor. Fakat bunu neden tarafsız bilirkişiye çözümünü yaptırmadınız anlamadım. (Okuduğum bilirkişi raporu soruşturma aşamasında yaptığı bilirkişi raporu) Bu konuşmaların tam çözümünün sizin mahkemeniz tarafından yapılması gerekiyordu. Bu konuşma içeriği itibariyle Cumhuriyet Savcısı Ahmet Karaca’nın neden konuşmayı tümden fezlekeye almadığı, neden iddianameye koymadığı okuduğunuz metinden daha iyi anlaşılıyor. Çünkü ancak bu şekilde çarpıtılabilir.
Barış görüşmelerinin mutlaka sonuçlandırılması yönündeki siyasi irademizi ortaya koymuşuz İlk cümlesinden son cümlesine kadar barış çağrılarının yer aldığı bir konuşmayı ortaya koyup “Selahattin Demirtaş bunları söylüyor” demek istemiyor. Yine “muhatap olarak Sayın Öcalan bu barışın mimarıdır, mimarı olacak” sözü konuşmanın bir önceki paragrafı ile siz okuduğunuzda daha iyi görülüyor. Bir barış süreci, bir barış çağrısı o dönem devam eden barış görüşmelerinin mutlaka sonuçlandırılması yönündeki siyasi irademizi ortaya koymuşuz. Öcalan’a Sayın demem suç olarak buraya konulmuşsa bunu konuşmaya bile gerek duymam.
Öcalan hükûmet tarafından barış sürecinin mimarı olarak görülmeseydi zaten bu süreç yürümezdi
Bu konuşmayı yaptığımız tarihlerde Oslo’da TC’nin resmi yetkilileri görüşmeler yapıyordu. Siyasi çözüm sağlansın barışçıl yol ve yöntemlerle diye destekledik, bunları destekledik.
O dönem grup konuşmalarımda da bunlar var. Oslo barış süreci çökünce, 2012 sonu 2013 başında bu kez Abdullah Öcalan ile doğrudan İmralı’da görüşmeler başladı. Daha önce Oslo’da yapılan dolaylı görüşmelerden sonuç alamayınca, devlet ve hükûmet yetkilileri kendi içinde yaptığı görüşmelerde Öcalan ile doğrudan görüşmeler olmadan sürecin ilerlemesinin imkansız olduğu kanaatine varıldığı için bu kez İmralı’ya doğrudan devlet heyeti gitti. Daha sonra partimiz, hükûmetin teklifi ve önerisi ile “bu sürece destek olur musunuz, parlamentodaki bir parti olarak bu süreçte yer alır mısınız” görüşmeleri neticesinde partim adına bir heyet İmralı’ya giderek süreçte kolaylaştırıcı bir rol ve misyonu oynanmıştır. Öcalan barış sürecinin mimarı olarak hükümet tarafından görülmeseydi zaten bu süreç yürümezdi ve bu yapılmazdı. Ben halen bu noktadayım. O yüzden duruşmaya başlarken, Sayın Leyla Güven'in açlık grevine dikkat çekerken bunun önemli olduğunu belirttim. Şunu söyleyeyim, Mesela ben hayatımda hiç Öcalan’ın propagandası yapma ihtiyacı hissetmedim. Kendisi ile 8 kez görüştüm… Ne o benim propagandama muhtaç ne de ben kuru propaganda yapacak bir siyasetçiyim.
Sen niye Öcalan’ın barışa katkı sunacağını düşünüyorsun diye bir suç uyduramazsınız Gerçekten barış vurgusundan, barıştan kastettiğimiz de Türkiye’nin demokratik standartlarda bir anayasa ile toplumsal barışı sağladığı bir ortamı kastediyoruz. Öcalan buna en yüksek katkıyı sunabilecek kişidir. Bu benim siyasi görüşüm. Siz katılır mısınız takdir sizin. Ama suçtur diyemezsiniz. Sen niye Öcalan’ın barışa katkı sunacağını düşünüyorsun diye bir suç uyduramazsınız. Ben hâlen öyle düşünüyorum. Tarih kimi doğru çıkarır göreceğiz. Ama ben bir şiddet, terör propagandası yapmak için bunu söylemiyorum. “Öcalan savaşın mimarıdır” desem tamam. “Öcalan iyi bir savaşçıdır. Savaşmaya da devam etsin desem” mesela savcı bundan dolayı diyebilir ki sen şiddet ve terör propagandası yapıyorsun. “Abdullah Öcalan barışın mimarıdır” demek nasıl terör propagandası oluyor?
Abdullah Öcalan gerçekten de etkili bir figür olmasaydı bu kadar tecrit uygulanmazdı Abdullah Öcalan bu ülkede eğer gerçekten de etkili bir figür olmasaydı İmralı Adası gibi özel bir yerde tutulmazdı. Bu kadar tecrit uygulanmazdı. Bunu benden daha iyi yetkililer biliyor. Spekülasyon yaratmak için söylemiyorum. Fakat çözüm sürecinde görüştüğümüz birçok devlet yetkilisi “kendisinden çok etkilendik, barış konusundaki samimiyetini de gördük, etki gücünü de biliyoruz. O yüzden biz onunla görüşüyoruz, sizler de görüşün. Hem topluma, kamuoyuna anlatın hem de Kandil’i ikna edin” dedi. Bize yönelik düşünce beyanları var hükûmet ve devlet yetkililerinin. Haksız da sayılmazlar işin gerçeği budur. Abdullah Öcalan’la ilgili bir şey konuşulduğunda yaşanan acılardan kaynaklı kinle hareket eden, haklı haksız duygusal hareket eden bir kamuoyu var bu da doğru. Ben bunu da görüyorum. Fakat siyasetçilerin işi acıların büyümesine vesile olabilecek işler yapmak değildir. Bu acıların tekrar yaşanmasını önleyebilecek cesur politikalar üretmektir. Ben buna dayanarak “Abdullah Öcalan barış mimarıdır” dedim, diyorum, doğrudur.
PKK Öcalan’ın çağrısını dikkate alır Benim buna gücüm yetmez. PKK beni dinleseydi defalarca çağrım var zaten. Defalarca çağrım var ama PKK bizim çağrılarımızla silah bırakmaz. Keşke bıraksa. Deseler ki, “Selahattin Demirtaş çağrı yaptı biz de buna istinaden silahları bırakıyoruz”. Bundan memnuniyet duyarız. Ama Öcalan'ın çağrısını dikkate alır. Buna dayanarak “Öcalan’la görüşün” dedik. Aksi takdirde biz şiddet sarmalının içinde koşturup duruyoruz. Acısını Ankara’nın elitleri çekmiyor. Acısını halk çekiyor. Türküyle, Kürdüyle, askeriyle, polisiyle, gerillası ile korucusu ile bu halkın evlatları, bizler ödüyoruz bu faturayı.
Beni siyasi görüşümden dolayı yargılayamazsınız Ne yapalım yani bildiğimiz gerçeği savcı bize soruşturma açacak, mahkeme bizi yargılayacak diye saklayalım mı? Hayır. Bu benim siyasi görüşüm. En fazla buna katılmayabilirsiniz. Ben de buna saygı duyarım. Derim ki sizin de bildiğiniz bir şey var. Ama beni bundan dolayı yargılayamazsınız. Bu yargılamanın konusu olamaz. Burada doğrudan bir şiddet, savaş, terör övmek AİHM içtihatlarına göre bunun sonucunda şiddete dair bir etkinin çıkmış olması lazım.
Savcı niye benim insanları barış ve demokrasiye davet ediyor olmamdan rahatsızlık duyabilir ki? Şimdi böyle bir festival olmuş ben de katılmışsam, bahsettiğiniz konuşmayı yapmışsam zaten orada şiddet övgüsü yok, terör övgüsü yok, hiçbir şey yok e sonrasında bir olay olmuş mu diye yazıyorsunuz, emniyet size cevap veriyor diyor ki; “festivalden çıkıp 100 km ilerdeki kent merkezine gelen bir minibüsün içinden bazı kişiler AKP binası önünde inip slogan attılar” diyorlar. Bunu da benim dosyama bağlamaya çalışıyorlar. Yani benim yaptığım konuşmanın etkisiyle minibüse binen bir grup genç 100 km sonra Diyarbakır kent merkezine gelip AKP il binası önünde inip, slogan atıp, pankart açıp dağılmışlar. Onların adına da soruşturma açılmış. Soruşturma da devam ediyor. 10 yıl geçmiş aradan! Çünkü bulamazlar böyle bir şeyi. Çünkü oradaki konuşmam hiçbir genci şiddete, teröre davet etmez. Öyle bir içerik değil. Ben gençlerimizin hepsini BDP’in görüşünü, siyasi mücadelemizi desteklemeye çağırmışım. Zaten yakında seçim var ve hepiniz bu seçim çalışmaları için meydan meydan direneceksiniz, ben gençleri, kadınları doğal olarak parti çalışmalarına davet ettim. Savcı peki niye böyle bir şey çıkarmış? Savcı niye benim insanları barış ve demokrasiye davet ediyor olmamdan rahatsızlık duyabilir ki?
Savaştan beslendikleri ortaya çıktı Bütün bu olup bitenler içerisinde anlaşılıyor ki 3 kişiye soruşturma açılmış birisi Selahattin Demirtaş, ikisi de o bahsettiğimiz minibüsten inip slogan atan çocuk. Onların da soruşturması muhtemelen öyle kalmıştır orada. Başka da kimseye soruşturma yok. Bahsediyorsunuz “böyle fotoğraflar asılı, böyle pankartlar asılı”. Bunların hepsi suçsa, savcı tedirginse niye sadece Selahattin Demirtaş adına soruşturma açar? Niye fezleke gönderilir Meclis’e? Niye? Ben tahminimi söyleyeyim. Çünkü oradaki yapı bu çatışmaların bitmesin asla istemez. Siyaset, demokratik parti, demokratik alan anlayışı güçlensin istemez. Onların rahatsız olduğu da biziz. Savaştan besleniyor bunlar. Beslendikleri ortaya çıktı.
Savcının bu olup bitenlerde görebildiği tek terörist benmişim Polisin, askerin, fakirin, fukaranın ölümünü durdurabilirler, o yüzden Selahattin Demirtaş’ın, BDP’nin engellenmesi lazım. Kafa böyle. Çete çünkü. Gerçekten çete! Bunlar yeni ortaya çıkmadı. Her dönem vardı. Ya polis asker dediğimiz, ben her zaman dedim kim ya? Benim komşumun çocuğu, arkadaşımın eşi, öbürünün yeğeni, iç içe olduğumuz insanlar. Bunların ölümünü nasıl savunabilirim? Dağdaki çocukların da, gerillanın da sivilin de, ben bunların da ölümünü savunamam. Silahlar susacak. Benim siyasi düşüncem bu. Burada, bu konuşmada da bunu savunmuşum. Savcının bu olup bitenlerde görebildiği tek terörist benmişim. Bakın anımsamıyorum, muhtemelen bu konuşmayı yapmışsam da şöyle olmuştur. Belediye binasında, belediye başkanının odasında çay kahve içmişizdir, parti binasına geçmişizdir. Bu arada festival devam ediyordur. Benim konuşma saatim geldiğinde hatırlatılmıştır, festival alanına gidip konuşmamı yapıp tekrar gitmişimdir. Çünkü yanımda çok sayıda belediye başkanı doğal olarak olur. Onlarla birlikte gitmişimdir. Çünkü bunların hiçbirini de suç olarak görmüyorum. Şiddet yoksa suç yoktur bana göre. Emniyet ve savcı bu konuda ille de birileri suçlanacaksa o Selahattin Demirtaş olsun demiştir. Ben diğer arkadaşlarım niye suçlanmamış demiyorum. Onlar da suçsuzdur da burada neden ben?
Demokratik siyaset etkisiz kılınmaya çalışıldı Demokratik siyaset böyle böyle etkisiz, güçsüz, takatten düşmüş hale getirmeye çalıştı yargı. Ve devlet içerisindeki çete, bir demokratik siyaseti güçlendirip gençler dağa çıkmasın eline silah almasın, meydanlarda alanlarda söyleyeceğini söylesin, sert konuşsun ama şiddete başvurmasın, pankart mı açıyor, döviz mi açıyor, düşüncesini böyle ifade etsin. Ama Molotof atmasın ama silah tutmasın. Biz buna teşvik ettikçe, buna teşvik eden siyasetçilerin üzerine özellikle fazladan gidildi, gidilmeye devam ediliyor. Çok ilginçtir. İşte Kürt sorununda şiddet sarmalı budur. Bunu kim yapıyor? Ben şu yapıyor, bu yapıyor, merkez burasıdır diyecek değilim. Ama böyle bir güç var ve buna cemaat diyerek içinden çıkamazsınız. Var, devam ediyor. İşte bu fezleke bu zihniyetin sonucu hazırlanmış bir fezlekedir. Buradan nasıl bir terör propagandası, nasıl bir şiddet propagandası çıkarılabilir?
Diyarbakır Zindanı’ndaki direnişi Tayyip Erdoğan Diyarbakır meydanından selamladı "12 Eylül zindanının karanlığını yaktıkları 3 kibrit çöpüyle aydınlığa çevirenlerin önünde saygıyla eğiliyoruz" demişim. 12 Eylül faşizmine karşı Diyarbakır Zindanı’ndaki direnişi Tayyip Erdoğan Diyarbakır meydanından selamladı. Diyarbakır’a müze yapacağız diye söz verdi. Seçim vaadi idi yapmadı. Şimdi Leyla Güven orada tutuklu! Diyarbakır Zindanı’nda ne işkenceler yapıldı diye bu ülkenin cumhurbaşkanı en son gittiğinde bile söyledi. Ben orada faşizme direnenleri saygıyla anacağım ki orada işkence ile yaşamını yitirmiş o insanlar. Ben onları anınca mı terör propagandası oluyor? Yani orada o işkenceleri yapanlar, darbeciler günü geldi yargılandı. Yargılamalar bitmeden Kenan Evren, Şahin Alpay öldüler gittiler. Herkes Diyarbakır Cezaevi işkencesi ile konuşur, haktır. Ama Selahattin Demirtaş orada faşizme karşı, işkencelere karşı direnişi anarsa suçtur. Vallahi anmışım. Ben bunu hatırlamıyorum. Ama ben başka yerde çok andım. Çok. Misal TBMM Parlamentosunda yaptığım konuşma, tarihini de söyleyeyim, 22 Nisan 2014. “Bir yerde zulüm varsa, zalimin değil mazlumun yanında yer alacağız. Hz Ali’nin cesaretiyle Hz Ömer’in adaletini unutmayacağız. Adaletsizliğe, haksızlığa, zulümlere karşı canını ortaya koyan Denizleri, Mahirleri, İbrahimleri, Mazlum Doğanları yaşatarak kardeşliği pekiştireceğiz.” TBMM’de yapmışım konuşmayı. Zulme karşı kim varsa direnen benim için saygındır. Haksızlığa karşı direnen kim varsa, Hallac-ı Mansur da öyledir Deniz Gezmiş de. Mahir Çayan da öyledir İbrahim Kaypakkaya da. Bunların hepsi katledilmiştir. Bu dönemin iktidarı da sözde bunlarla yüzleşecek adımlar atma sözü vermiştir. Fakat Selahattin Demirtaş bunları hatırlatınca ilginç bir şekilde suç oluyor. Aynı konuşmada işte demişim “bizler Hz İsa’dan Hz Davud’a, Hz Muhammed’e kadar inançlara ve medeniyetlere saygı duyacağız ve birlikte yaşayacağız”.
Bir başka tarihte parlamentoda yaptığım konuşma, tarihini de size söyleyeyim, 3 Şubat 2015. “Bütün dostlarımıza, kardeşlerimize buradan sesleniyorum. Onurlu, muhalif, ilerici duruşuyla, demokrat, yurtsever, sol, sosyalist duruşuyla bu ülkenin özgür geleceğine inanan herkes, Alevisi Sünnisiyle herkes şuna emin olsun HDP tüccar partisi değildir, ucuz pazarlık partisi değildir. Kapalı kapılar ardında kimi oyunlar içerisine girecek bir parti değildir. Bizi tanımak isteyenler geçmişte Mazlum Doğanlar, İbrahim Kaypakkaya pazarlık yapmış mıdır buna baksın.” Bu bahsettiğim isimler de öyle bir örgütten değil. Çok farklı örgütlerden tutuklanmış ve işkence görmüş kişiler. Ben burada bir örgütün herhangi bir örgütün yönteminin propagandasını yapmıyorum. O dönem yapılan işkencelere karşı ya kendilerini yakmalarından ya da açlık grevleri ile canlarına son vermelerinden söz ediyorum. Hepsinin fikirleri tartışılır. Ben hepsinin fikirlerini beğenmiyorum, doğru da bulmuyorum. İbrahim Kaypakkaya başka bir görüştendir, Mahir Çayan başka bir görüştendir. Hallac-ı Mansur başka bir geleneği temsil eder. Deniz Gezmiş başka bir geleneği temsil eder. Türkiye sağından gelen 12 Eylül döneminde işkencelerde katledilmiş kişiler var. Düşüncelerini paylaşmam ama işkenceye karşı duruşuna saygı duyarım. Bunun neresi terör propagandası? Ben sorumsuzluk kapsamına giriyor diye bir iddia ile söylemiyorum. Benim sistemli olarak savunduğum siyasi görüşlerimdir bunlar demek istiyorum.
Tam Ahmet Karaca’ya yakışır bir kumpas Savcı bu cümlelerden yola çıkarak terör propagandası yaptığım hatta örgüt üyesi olduğumu iddia ederek çarpıtmak zorunda kalmıştır. İki tane delil koparıp birbiri ile alakalı olmayacak şekilde peş peşe dizmiş ondan sonra o festivalin yapıldığı miting alanının görüntüsünü anlatmış, “şöyle terör örgütü posterleri, şöyle terör örgütü bayrakları” bir algı yaratmaya çalışmış. Ben de tam o posterlerin ortasında çıkmışım “Sayın Abdullah Öcalan barışın mimarı, Mazlum Doğanları da saygı ile anıyorum” deyip inmişim. Bu algıyı yaratmaya çalışıyorlar. Böyle değil, bu bir kumpas. Tam da Ahmet Karaca’ya yakışır, böyle yapmış. Bari mert ol, dürüst ol. Tam anlat. Ben ne demişim, ne zaman gelmişim, ne zaman gitmişim, etkinlikten sonra neler yaşanmış. Bu etkinlik ilk defa mı düzenleniyor. 2004’ten beri düzenlenen bir festival. Sanki festivali de ben ayarlamışım. Kumpas. Yaratmak istediği algı da demokratik siyaseti karalama algısıdır, itibarsızlaştırma algısıdır.
“Abdullah Öcalan’a da terörist başı de”, demiyorum Bizi terörist göstererek kime, neye hizmet etmiş oluyorsunuz? Ben olsam, bir savcı, hâkim, emniyet müdürü olsam bu konuşmadan memnuniyet duyarım. “Tamam biz konuşmanın yüzde 100’üne katılmıyoruz ama adam barıştan söz ediyor, demokratik siyaset olsun diyor”. Ben diyorum ki demokratik siyaset olsun, Öcalan’a da “sayın” diyorum. Sen de “terörist başı” diyorsun ne yapalım. İlla her konuda uzlaşacak değiliz. Sen öyle diyorsun ben böyle diyorum. Birbirimizle yüzde yüz uzlaşmadan bir arada yaşayamayacak mıyız? Olmuyor, görüşlerimiz hiçbir zaman yüzde yüz uymayacak ne yapalım? Ben sana saygı duyayım sen de bana saygı duy. Ortak paydalarımız olsun, barış, şiddet karşıtlığı. Yetmez mi? Bence yeter. Benden daha ne bekliyor devlet ya da hükûmet, yargı, savcı. “E Abdullah Öcalan’a da terörist başı de”. Demiyorum. “Mazlum Doğan 12 Eylül’de işkence görmüş onları ağzına alma”, alıyorum! Ama şiddete de karşıyım. Olmuyor. İlle bizim yaptığımız gibi yapacaksın. Faşizm odur işte. Faşizm bir sözü zorla söyletmektir aynı zamanda. Düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlali budur.
Bülent Arınç doğru söyledi Benim, Figen Yüksekdağ’ın ya da Gültan Kışanak’ın, Bekir Kaya’nın tutuklanma nedeni budur. Gültan Kışanak Diyarbakır Cezaevi’nde işkence görmüş bir kadındır. Belediye Eşbaşkanı iken görevden alındı, Kandıra’da tutuluyor hâlen. Hâlen zulüm altında. Bülent Arınç dedi ki “Gültan Kışanak’ın 12 Eylül cezaevinde yaşadıklarını ben yaşasaydım ben dağa çıkardım.” O sözleri sansasyonel bir şekilde de medyada dolaştı. Birçok insan da dedi ki “Ya doğru. İnsanlık onurunu ayaklar altına alan neler yaşandı o cezaevinde.” Bülent Arınç niye propagandadan yargılanmıyor? Yargılanmasın da doğru söylüyor. O dönem bunları yaşayanlar dağa çıktı. Ben çıkarmadım dağa. Benim konuşmalarım çıkarmadı. Devletin politikaları çıkardı dağa. Biz de indirmek istedik. Doğru yolun, yöntemin, gerçekleşebilir makûl bir siyaset üretmek istiyoruz.
Abdullah Öcalan yapabilir Bakın değerli arkadaşlar şunu bilin, kuru gürültü ile hiç kimse dağdan indirilmez. Yalan söylüyorlar, günü kurtarıyorlar. Biz samimiyet istiyoruz onun için içerideyiz. Benimle birlikte partimde siyaset yapan insanlar şiddet istese, silah yanlısı olsa dağa çıkardık. Ama realite diye bir şey var. Kürt diye bir şey var, Kürdistan tarihsel olarak coğrafik olarak var. Kürdün dili var, anadilde eğitim talebi var. Bunlar PKK’den bağımsız olarak da var. Hepsini aynı siyasi proje içerisinde görüp, birlikte ele alıp makûl bir çözüm geliştireceğiz. O payda da dediğim gibi bir şiddet karşılığı, iki Türkiye’nin sınırlarının birliği içerisinde, birlikte yaşam, doğru. Bunlar ortak paydalardır. Bunun dışında Kürt halkının demokratik talepleri kabul edilmeli, anayasal güvence altına alınmalı, dağda bayırda hiçbir yerde şiddet kullanmamalıdır. Türkiye’ye karşı silahlarını bırakmalıdır. Bunu da kim yapabilir, Abdullah Öcalan. Onunla görüşülür o da kurucusu olduğu örgütü ikna eder. Biz buna tanık olduk, bunu yapabiliyorduk. İşte bu fezleke de bununla ilgili bir şey.
Yargı niye benimle AKP’nin arasına giriyor? 2010 yılından geldik 2019 yılına ne oldu? Ne düzeldi. Biz içeri atıldık, operasyonlar, savaşlar, ölümler... Ne oldu? Türkiye’nin her yanına cenazeler gidiyor. Ne oldu? Polisi, askeri insan değil mi? Kürt genci insan değil mi? Hepsinin anası var. Bunlar olmayabilirdi. 2010-2019, 9 yılda geldiğimiz nokta iyi bir nokta mı? Başarılı mı? Hükûmeti eleştiriyorum, yargı diyor ki “hop eleştiremezsin. Kendi siyasi projeni söyleyemezsin. Sen muhalefetsin ya hükûmeti desteklersin ya susarsın”. Ben de diyorum ki hayır, öyle bir siyaset olmaz. Ben de diyorum hayır. Yargı niye benimle AKP’nin arasına giriyor? Yargı niye benimle MHP, benimle CHP arasına giriyor? Niye beni susturmaya çalışıyor? Ben konuşayım, benim konuşabilmem önemlidir. Şiddetin alternatifi konuşmaktır. Sözdür silahın alternatifi. Sözü kesmeyin.
Uluslararası istihbarat örgütleri çözüm süreci bitsin diye ellerinden geleni yaptılar Bu savcı bunu yaptı. Çok rahatsızdılar çünkü çok. Oslo, İmralı görüşmelerinden çok rahatsızdılar. Spekülasyon oldun diye söylemiyorum. Cemaat miydi memaat miydi bilmem ama uluslararası istihbarat örgütleri, çözüm süreci bitsin diye ellerinden geleni yaptılar. Batı'da bazı ülkeler de İran da rahatsızdı. İstemiyorlardı. Türkiye’de barış olsa Türkiye güçlü bir ülke olacak. Abdullah Öcalan PKK’ye silah bıraktırsa, Türkiye zaman, enerji kaybetmese güçlü bir ülke olacak. Türkiye Suriye’deki Kürtlerle de barışmış olacak, Irak’taki Kürtlerle de. Arkasına Kürtleri almış bir Türkiye Orta Doğu’nun dev gücü olacak. Bunu kim ister? Biz isteriz. Kim istemez, bu savcı istemez. Bu savcı dediğim de zihniyettir. İşte bu zihniyet mahkûm edilmelidir. Demirtaş değil, Yüksekdağ değil. O zihniyet yargılanmalıdır. Yanlış kişilerin peşindesiniz. Türkiye’ye karşı, halka karşı biz değiliz suç işleyen. Mensubu olduğum Kürt halkına, vatandaşı olduğum Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı suç işleniyor. Suç işleyen biz değiliz. Bizim şiddetle, terörle, baskıyla sonuç alınabileceğine dair bir algımız olmadı. Ve en dikkatli dili kullanarak bunu yapmaya çalıştık. Halka ikna edici bir politika üretmeye çalıştık, bunlar suç gibi düşünülmemeli.
Dediğim gibi konuşma içeriği benim söylemlerime yabancı değil. Evet, o konuşmayı ben yapmış kabul ederim kendimi. Ama yine de tarafsız bir bilirkişi yazsaydı çok daha iç rahatlatıcı olurdu. Çünkü nasıl bir ortamda nasıl bir psikoloji ile yapmışım, sonrasında olaylar çıkmış mı, teşvik etmiş miyim? Bunların görülmesi de önemli idi ama gördüğüm kadarıyla gelen CD’ler bana ait ses kayıtları yok demiş. Yani ben takdiri mahkemeye bırakıyorum. Gerçekten de işin aslını görmek istiyorsanız siz de izleyin. Ben de avukatlardan isteyeyim bir bakayım. Ben kendimi tanıyorum hiçbir zaman bir şiddet propagandası ve teşviki yapmadım. Hiçbir yerde de bir şiddet eyleminin içinde yer almadım. Herhangi bir yerde de görmüşsem de ya sahneden mikrofonla müdahale ettim durun dedim. Gençlere durun dedim, polislere müdahale ettim. Bunu yapmışımdır, başka bir şey bulamazsınız. Sadece bana değil bütün vekillerimize fezleke hazırlanıyor ama benle ilgili olduğu için, kriminalize etme, bıktırma, demokratik siyasete olan inancı zayıflatma, partide siyaset yapma konusunda teşvik etme çabamıza ket vurma bunlardır başka bir şey değildir. Bir savcı yoksa niye bunu yapar ki? Milletvekilinin iki cümlesi de fazla olsun canım. Abdullah Öcalan’a da “Sayın” desin.
Bu savcıların, bu fezlekelerin dayatması ile değiştirebileceğim, tek bir görüşüm bile yoktur 2 yıldır içerideyim. 5 yıl cezam, devam eden 40’a yakın dosyam var. Cumhurbaşkanı’na hakaret, Davutoğlu’na hakaret, Dış İşleri Bakanı’na hakaret... Bir sürü dosyam var. Toplamda kaç yıl verirsiniz bilmiyorum ama şundan adınız gibi emin olun, burada siyasi duruşum son nefesime kadar değişmeyecek. Yaptırımla siyasi düşüncelerimi değiştirebileceğinizi düşünüyorsanız yanlış yöntem, doğru değil. Benimle tartışmak isteyen herkesle tartışırım. Anlamaya da çalışırım, herkesi de saygıyla dinlerim. Ama bu savcıların, bu fezlekelerin dayatması ile değiştirebileceğim, tartışmaya açabileceğim tek bir görüşüm bile yoktur. Bu fezleke ile siyasi düşüncelerim yargılanmaktadır. Bahsettiğim her şey ifade özgürlüğü kapsamındadır, bu kapsamda ele alınması gerekmektedir.
(Demirtaş, hakkındaki 6.10.2015 tarihli ve 16 nolu olan fezlekeyi okuyarak savunmasına başladı. Söz konusu fezleke örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek ve toplantı gösteri yürüyüşü yasasına ihlal etmek suçundan düzenlenerek Meclis'e gönderilmiştir.)
Fezlekedeki “deliller” eylem, etkinlik, açıklamalarımdan ibaret
Fezlekeyi hatırlatayım; "Dosya içerisindeki olay zamanından anlaşılacağı üzere HDP milletvekili Selahattin Demirtaş'ın da örgüt tarafından izin alınmadan düzenlenen ve dağılma ihtarı yapılmasına rağmen dağılmayan ve bu şekilde yasa dışı PKK terör örgütünün propagandasına dönüşen mitinge katıldığı ve bu süre zarfında suçu işlediği değerlendirilmekte..."
Dün de fezlekelerle ilgili görüşlerimi belirtirken ifade ettim, hukukla ahlak, hukukla etik ilişkisi birbiriyle doğru orantılı olmalı. Hukuka saygınız varsa ahlaklısınızdır, ahlaklı iseniz hukuka saygınız vardır. Burada yapılan ahlaksızlığın daniskasıdır. Madem beni örgüt üyesi olmakla, örgüte yardımla suçlayıp yasa dışı gösteri yaptığımı iddia edeceksiniz, tam olarak ne yapmışım neden bunu fezlekeye yazmıyorsunuz? Neden Meclis'e bir partinin eş genel başkanı için “Bunun dokunulmazlığını kaldırın” diye ciddi bir fezleke gönderiyorsunuz de neden ne yaptığımı delilleriyle ekleriyle birlikte göndermiyorsunuz? Az önce size delilleri ve ekleri okudum. Eylem, etkinlik bu, açıklamalarım bu, faaliyet bu. Bundan ibaret. Sonrasında hatırladığım, aklımda kaldığı kadarıyla bizim bulunduğumuz belediyemizin konuk evinin bahçesinde, aynı zamanda kamuya açık bir parktır orası, onun dışında bulunan yerlerde valilik emriyle güvenlik güçleri toplanmış olan birkaç kişiye müdahale etmiş, kalabalığı dağıtmış gazla copla bazı yerlerde işkenceye varan uygulamalarla o kalabalığı dağıtmış. Biz de orada oturma eylemini sürdürmüşüz. Bizim yaptığımız çalışma, faaliyet bu. Neymiş “Örgütten talimat almışız, oturma eylemini örgütün çağrısı doğrultusunda gerçekleştirmişiz. Bu talepleri örgütün çağrıları doğrultusunda gerçekleştirmişiz.”
O dönem yaşananları Cemaatin üzerine yıkma kolaylığına kaçmıyorum, AKP’nin siyasi iradesiyle yapıldı O dönem 2011 tarihinde Diyarbakır'da ve bölgenin Türkiye’nin birçok yerinde bizim sivil siyaseti öne çıkaran; silahı, şiddeti, çatışmayı bertaraf etme gayretlerimize karşı bütün devlet içindeki kliklerin ve çetelerin yaklaşımı buydu. O dönemin iktidarı AKP ve Başbakan Erdoğan tarafından da desteklenen politikalardı. Vali dediğimiz kimdi? Benimle daha yakın zamana kadar aynı cezaevinde hapiste bulunan Hüseyin Avni Mutlu’ydu. Kendisi denetimli serbestlikten çıktı bir iki ay önce. Emniyet amirleri kimdi? 15 Temmuz’da darbeci dediklerimizdi. Bütün sahayı, AKP-Cemaat işbirliği ile adeta provoke eden bir çete anlayışı ile yönetiyorlardı. Bir yandan Oslo’da görüşmeler yapılıyor, bir yandan BDP'nin yüzlerce siyasetçisi, belediye başkanı tutuklanıyor ve cezaevine konuluyordu. Biz bir yandan demokratik siyaset güçlensin diye uğraşırken; savcılar ve emniyet amirleri el birliği ile sahte delillerle her gün 50,100, 200 kişiyi KCK operasyonlarında tutukladı. Bizler de o dönem BDP Parti Meclisi olarak aldığımız kararla hükümetin bu yaklaşımına karşı her yerde kesintisiz sivil itaatsizlik eylemleri başlatma kararını kamuoyuna duyurduk. Bu planlama bizim planlamamız olarak bir basın toplantısı ile duyuruldu. Fotoğraflarda göreceksiniz, bir tarafımda Sayın Ahmet Türk var bir tarafımda Sayın Aysel Tuğluk basın toplantısı ile biz kamuoyuna duyurduk. Bizim plan programımız budur, bunları yapacağız, taleplerimiz de budur. Bir siyasi program çerçevesinde başlatacağımızı duyuruyoruz. Fakat bunların kendisi zaten sivilleşmeden barıştan rahatsız. Bakın tekrar ediyorum Cemaat değil, işi sadece Cemaatin üzerine yıkma kolaylığına kaçmıyorum. Bizatihi AKP’nin siyasi iradesiyle yapılan şeylerdi bunlar. Çünkü cemaat AKP'nin beyniydi. Cemaatçiydi AKP.
Cemaat-AKP zihniyeti hakkımızdaki iddianameleri hazırladı Korumasından danışmanına, bakanından valisine, milletvekilinden il başkanına. Çünkü Cemaate yakın olmayanın AKP’liliği sorgulanıyordu. Adliye saraylarında dolaştığınızda herhangi bir hakim ya da savcının odasına girdiğinizde masasında Zaman gazetesi logosu görünecek şekilde bulunmuyorsa zan altında kalıyordu. Emniyet müdürlüklerinde, bütün emniyet amirlerinin odasında Zaman gazetesindeki logo görünecek şekilde dururdu. Kimlik beyanıydı bu. İşverenler, kamudan ihale almak isteyen işverenler Cemaate yardım yapmadan, o dönemin valileri önce gidin cemaate yardım yapın sonra gelin diyordu AKP'nin emri ile. Bu zihniyet iddianame hazırladı bize, bu zihniyet bunları hazırladı.
Halkımız “Evet, biz demokratik barışçıl yollarla da sesimizi duyurabiliyoruz” desin istedik Biz ısrarla barış olsun, çatışma olmasın, bırakın sivil itaatsizlik eylemlerini yapalım, bırakın halk demokratik eylemi öğrensin, çatışma olmadan hiçbir sorun çıkmadan demokratik eylem yapılabileceğini gösterelim dedik. Aldığımız karar bu. Diyoruz ki bizi güvenlik güçleriyle karşı karşıya getirmeyecek şeyler yapalım ve halk, tabanımız şuna ikna olsun, desin ki, “Evet, biz demokratik barışçıl yollarla da sesimizi duyurabiliyoruz". Bizim partide, MYK ve PM’de tartışarak karara bağladığımız perspektif buydu o dönem. Çünkü diyoruz ki biz demokratik yol ve yöntemleri öne çıkarmazsak sürekli provokasyonlarla hem ölümler artacak hem çatışmalar derinleşecek hem de sorun çözülmez hale gelecek. O yüzden biz ısrarla sivil itaatsizliği, gerilimden uzak, çatışmasız yol ve yöntemleri kullanmalıyız dedik. Ve bunları çıkıp açıkça kamuoyuna belirttik. Seçtiğimiz yer de belediyenin bir konuk evinin önündeki bahçe. Aslında belediyenin bahçesidir ama belediye orayı kamuya açtı ve park haline getirdi. Yani trafik tıkanmayacak, kamu güvenliği veya işleyişi tehdit altında olmayacak. Öyle bir yer seçtik ki hiç tartışma olmasın. Yoksa Dağkapı Meydanı var, İstasyon Meydanı var; Diyarbakır’da, kentin büyük meydanları var. Fakat oralarda, hani ola ki valilik tartışma yapar der ki, "Burası araç geçişini engeller, trafiği aksatır vs". Hiç yasaklama mazeretleri de kalmadı. Kendi belediyemizin bahçesinde yapacağız. Vali orada bizim oturmamızı yasaklayan karar çıkardı. Biz bir gittik ki binlerce polisle, helikopterle, panzerle parkı kuşatmış. Etrafta bulunan 300-500 insanı da giremezsiniz diye engelliyor. Çözmeye çalıştık, bakanla görüştük, valiye arkadaşlarım ulaşmaya çalıştı. "Yapmayın bunu kanun dışı iş yapıyorsunuz" dedik. Biz burada bir oturma eylemi başlatıp birkaç saat sonra bütün Türkiye’de bundan sonra artık sivil itaatsizlik yöntemiyle, miting, yürüyüş oturma eylemleriyle il il, ilçe ilçe bu taleplerimizi dile getireceğiz diye start verdiğimiz bir eylemdi bu. Onu yapmamız engelleniyor.
Benim eş genel başkan olarak oradaki talebim ve beklentim şuydu; o birkaç yüz insanı bırakın ve ben duyurumu, açıklamamı yapayım, sembolik olarak da bir müddet oturma eylemi yapıp dağılacağız. Toplamda bir saat sürmeyecekti bu. Fakat valinin aldığı karar ve uygulamasıyla sabahın köründen akşama kadar Diyarbakır’ın bütün ana arterleri trafiğe kapatıldı. Hani biz kamu güvenliğini tehdit ediyoruz diye yasaklama kararı alıyorlar ya, kentin bütün ana arterlerini trafiğe kendileri kapatıyor. Her taraf panzerlerle doldurulmuş. Polis, kaldırımda yürünmesine bile izin vermiyor. Akşama kadar sürdürdüler bunu. Öylesine bir görüntü uyandırmak istiyordu ki vali ve emniyet müdürü, "Burada büyük bir terör faaliyeti var ve biz de bunu önlemeye çalışıyoruz. Bakın işte bu kadar ciddi güvenlik sorunu var Diyarbakır’da". Bunu yaratmaya çalışıyorlar. Biz de tam tersini ispatlamaya çalışıyoruz.
AKP ve Erdoğan’ın basiretsizliği nedeniyle ülke 15 Temmuz koşullarına geldi Şimdi fezlekedeki suçlama, delil zaten abesle iştigaldir de ben arkasındaki asıl niyeti size anlatmaya çalışıyorum. Yine bunun üzerinden 8 yıl geçmiş, bizim söylediğimiz her şey doğru çıkmış, Erdoğan, AKP hiçbir uyarımızı dikkate almamış Cemaat ne dediyse tıpış tıpış hepsini yapmış. AKP ve Erdoğan’ın bu basiretsizliği nedeniyle ülke 15 Temmuz koşullarına gelmiş. Ağır bir fatura ödenmiş ama bundan bir ders çıkarmamış. Kendisini uyaranları düşman olarak görüyor, içeri attırıyor. Halen kendisinden beslenen asalaklarla iktidarda yürümeye çalışıyor.
Erdoğan’ın seçim kazanıyor olması usta siyasetçi olduğunu göstermez, demagog olduğunu gösterir Geldiğimiz 10 yıl içerisinde hiçbirimiz bu olanlardan ders çıkarmamışız. Biz hala tekrarlıyoruz, aynı noktadayız. Aynı yerdeyiz. Türkiye büyük bir oyun, büyük bir tezgahla karşı karşıyaydı. Erdoğan da siyasi basiretsizliği, öngörüsüzlüğü; siyasetten, tarihten, coğrafyadan anlamayan bir siyasetçi olması nedeniyle hala kapalı politikalar yapmaya devam ediyordu. Seçim kazanıyor olması onun usta bir siyasetçi olduğunu göstermiyor. Sadece usta bir demagog olduğunu gösteriyor. Ne dostunu tanıyor ne de düşmanını tanıyor. Bugüne kadar hep düşmanı dost diye belledi, dostu düşman diye. Hala da bunu yapıyor. Bize yönelik uygulamarından, bize karşı yaklaşımlarından; Türkiye’yi gerçekten seven, Türkiye'nin demokratik özgürlük ve barış dolu geleceğine inanan herkesi düşman olarak kodlamaya devam ediyor.
Erdoğan’ın dostu kim? Putin. Dostu kim? Trump. Bunlardan dostum diye söz ediyor, bizden düşman diye. Müjdat Gezen düşman, Metin Akpınar düşman. Bilmem öbürü düşman, bu düşman. Kim peki bu ülkede yurttaş? Vatandaş kim? Bakın işte 2011’deki fezleke bu zihniyetin fezlekesidir. Utanmıyoruz. Yapmaya çalıştığımız şey siyasetti. Demokratik, meşru, anayasal haktır. Onu engelleyenler suç işlemiştir ve Türkiye’yi karanlığa, çatışmaya itmek isteyen zihniyettir. Oradaki güvenlik güçlerinin bu işte kusuru yok. Polis ne emir verilmişse onu yapıyor. O bilmez. Ama onu yönlendiren, talimatı veren amirlerinden bakanına kadar, boğazlarına kadar ya cemaatlere ya da uluslararası istihbarat örgütlerine kendini de, ruhunu da satmış kişilerdir. Çünkü biliyorlardı bu tür siyasi anlayış ve zihniyetler gelişirse o ülkede çatışma ve savaş çıkarmak öyle kolay olmaz.
Bunu anlatmaya çalışan işler yapıyorduk. Savcılar da çıkıyor bize fezleke düzenliyor, "Bunun dokunulmazlığını kaldırın, yargılayacağız". Ne yapmış? Terör örgütüne yardım etmiş. Ne yaparak? "Biz çatışma istemiyoruz, savaş istemiyoruz. Hem askeri operasyonlar dursun hem PKK eylemlerini durdursun. Çatışma dursun. Hem anadilde eğitim istiyoruz hem seçim barajı kalksın. Yani siyasetin önü açılsın" diyerek örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemiş oluyoruz. İşte kafa bu, zihniyet bu. Bizi siyaseten güçsüzleştirmek için, etkisizleştirmek için yıllardır oynanan oyun bu. Bu duruşma da bu oyunun bir parçasıdır. İlk günden beridir size bunu anlatmaya çalışıyorum.
Ruslar şunu keşfetti; Erdoğan’a övgü dizersen istediğini yaptırabilirsin Erdoğan hala büyük bir tuzağın içerisindedir, farkında değil. Bize bunu yapanları kendi dostu olarak görüyor. Kendisine yapılmış iyilik olarak görüyor. Okuyamıyor, anlayamıyor nasıl bir tuzağın içine çekildiğini. Adım adım, hissettirmeden, kaynayan sıcak bir kazanda kurbağa gibi, fark ettirmeden, Ruslar, İranlılar, Amerikalılar pışpışlayarak, zaman zaman tehdit ederek, zaman zaman gönül okşayarak, zaman zaman "Sen aslansın kaplansın" diyerek, gaz vererek her istediklerini yaptırıyorlar. Türkiye içinde ve Suriye başta olmak üzere. Bütün politikalarını bir bir hayata geçiriyorlar, Erdoğan da "ben başarılı oldum" diyor. Hayır. Şunu keşfettiler, özellikle Ruslar şunu keşfetti; Erdoğan’a övgü dizersen istediğini yaptırabilirsin. Basit bir formül keşfettiler. Türkiye’yle çatışmaya gerek yok dediler. "Türkiye uçağımızı düşürdü, gerilim yaşandı" ama baktılar hayır daha kolayı var. Erdoğan’ı övdün mü iş bitiyor. Bunu yapıyorlar şu an. Birçok ülke bunu yapıyor. Biz Erdoğan’ı eleştirince düşman oluyoruz. Övülecek bir tarafın yok ki, övenler de seni kandırıyor. Aldatıyor seni. "Yanlış yapıyorsun" diyemiyor kimse. Biz demişiz bakın, 2011’de anlatmışız, 2012’de 13’te. Hep anlatmışız, anlattığımız her şey fezlekeye dönüşmüş. "Yanlış yapıyorsun, kendi ülkendeki insanlarla el ele ver, önce kendi ülkendeki insanlarla barışmayı öğren" demişiz. Rusya’yla hakaret, savaş durumuna gelindi, birbirlerini tehdit ettiler ama dostum diyorlar şimdi. İsrail’inden Hollanda’sına, Almanya’sından Fransa’sına, Trump’ından Merkel’ine kimle çatışılmadı ki… Bağdat’ta? Başbakan Ebadi ile hakaret noktasına gelindi. Herkesle dost olundu, herkesle diyalog kuruldu, herkesle barışıldı, herkesle görüşüldü. Ama kendi yurttaşına gelince hepsi terörist. "Ben konuşmam, görüşmem, muhatap almam". Birileri kandırıyor işte, birileri aldatıyor. Senin asıl dostun senin yurttaşındır. Muhalifiyle, yandaşıyla. Muhalif düşman değildir.
Erdoğan’ın iktidarı kendi elinde değil artık, ittifak kurmadan iktidarda kalamıyor 2011’de bunları anlatmaya çalışırken bize dava açanlar senin dostun gibi davrandılar, bak 15 Temmuz’a nasıl gelindi. Bunlar böyle altını oya oya getirdiler. Hala aynısını yapanlar var. Biz Erdoğan’a yağ çekmiyoruz diye düşman olarak görülüyoruz. En sert şekilde eleştirenlerden biriydim ben, hala da öyleyim. Bu Erdoğan’a özel bir kastım özel bir düşmanlığım olduğundan değil. Ben siyasetçiyim ve bir siyasetçinin, ülkeyi yöneten güçlü bir siyasetçinin yıllardır çok büyük hatalar yaptığını görüyorum ve uyarıyorum. Her uyarım örgüt propagandası, her uyarım Cumhurbaşkanına hakaret, her uyarım terör örgütü yöneticiliği, üyeliği. Erdoğan zannediyor ki bunu yapan yargı Erdoğan’ı koruyor. Hayır korumuyor. Erdoğan bu şekilde zayıflatılıyor.
Erdoğan’ın iktidarı kendi elinde değil artık. Destek almadan, ittifak, koalisyon kurmadan iktidarda kalamıyor. Kim onu bu noktaya getirdi? Yüzde 35’le 40'la tek başına iktidarda kalabilen bir güç şu anda yüzde 49 alsa bile iktidarda kalamıyor. Kimler onu bu tuzağa çekmiş görsün bakalım. Herkes Erdoğan’a dost gibi görünüp istediğini yaptırdı, istediğini elde etti. Biz gerçeği söylediğimiz için terörist ilan edilip cezaevlerine doldurulduk. Kaybettik mi? Kaybetmedik. Çünkü arkamızda Türkiye’nin demokratik geleceğine inanan milyonlarca halk gücü var. Rantsız, çıkarsız, hesapsız. Biz kimseye kredi, ihale dağıtmıyoruz. Bizimle birlikte yola çıkanların payına düşen şey hapishanedir, gazdır, coptur, işkencedir. Ama 10 milyonlarca insan bizi terk etmiyor. Birbirimizi terk etmiyoruz. Çünkü inanıyoruz ki biz doğru şeyi savunduk. Barışı savunduk ve barışın altını dolduracak demokratik programı savunduk.
Burada CD çözümünde anlatılanların hepsi o dönem tam da ifade etmeye çalıştığım düşüncelerimi, partimin yaklaşımlarını içeriyor. Biz parti olarak tam da bu noktadaydık işte. Halen de HDP olarak savunduğumuz nokta budur. Fakat savcılar niye böyle kumpas yaparlar, niye hile yaparlar? Ben bir şiddet eylemine katılmamışım, yasa dışı bir gösteri yapmamışım orada. Molotof atmamışım, atanı teşvik etmemişim, görmemişim bile. Olmuşsa şehrin başka sokaklarında göstericilerle çatışma yaşanmışsa etrafta o da dediğim gibi valinin, şunun bunun yaptığı provokasyonlarla olmuştur. Biz ısrarla en küçük gerilime mahal vermeyin diye kitlemize telkinde bulunuyorduk.
AKP iktidardadır, yargı, basın, bürokrasi emrinde diye hak bildiğimiz yoldan şaşmayacağız “Türkiye’nin her yurttaşı demokratik yollardan şaşmayın, biz yargı olarak bunun güvencesiyiz kardeşim” deyin. Vereceğiniz kararlarda bunu görelim. Demirtaş dosyası için demiyorum, zaten bu dosyada öyle bir karar göremezsiniz. Siyasetçiler ne derse o olacak. Ama halen bir sosyal medya mesajından dolayı gençlerimiz 9 yıl hapis cezası alıyor. Facebook'ta YPG ile ilgili 3 tane yorum yapmışsın diyor 3’üne 3 yılda toplam 9 yıl. Aydın'da oluyor bu, avukat arkadaşlarım biliyor konuyu. Bu nasıl bir şeydir? Nasıl çözeceğiz bunu. Biz direniyoruz burada. Boyun eğmeyeceğiz. O dönem de boyun eğmedik, bugün de eğmeyeceğiz. AKP güçlüdür, iktidardadır yargı emrinde, basın emrinde, bürokrasi emrinde, güvenlik güçleri emrinde diye hak bildiğimiz yoldan şaşmayacağız. Kellemiz de gitse şaşmayacağız.
Rüşvet almadan iş yapmayan AKPli belediye başkanları vatanperver, benim arkadaşlarım tutuklu, terörist! Biz inanıyoruz. Bu ülke düze çıkacak. Demokrasi bu ülkede kurumsallaşacak. Hepimizin sorunları da siyaset ve barış içerisinde çözülecek. İnanmayan bildiğini yapsın. Benim belediye başkanı arkadaşlarım, o eylem etkinlikte yanımda olanların hepsi tutuklu şu anda. Hepsi tutuklu. Konuyu başka yere çekmek için söylemiyorum ama birçoğunun dışarıda kendine ait evi yoktur, kiradır, çocukları kira ödemekte zorlanır. Ama şu an meydan meydan dolaşıp ben belediye başkanıyım diyen yandaş belediye başkanlarının başkanlık yaptıkları şehrin yarısı onlarındır. İsim vermeyeyim. AKP’li belediye başkanlarının birçoğu büyük bir servet sahibidirler. Öyle dudak uçuklatacak cinsten. Arsalar, gayrimenkuller, paralar. Rüşvet almadan asla iş yapılmaz. Onlar şu anda milliyetçi, vatanperver, kahraman; benim arkadaşlarım tutuklu içeride, terörist. Bu anlayış yüzünden, bu sorunlar böyle çözülemeyecek. Bizim elimizdeki imkan bu. Buradan derdimi anlatıyorum. Bu benim direnişimdir. Partim parlementoda direniyor. Halkımız sandıkta direniyor. Elinden geldiğince miting yapıyor. Fırsat buldukça yürüyüş yapıyor. Derdini anlatmaya çalışıyor. Bizim budur direniş yolumuz, yöntemimiz. Bunu da yapmaya devam edeceğiz.
Hakkımdaki fezlekede delil başlığı bile yok! Savcı bana fezleke hazırladı, siz beni tutukladınız diye bunları söylemekten vazgeçmiyorum. Taleplerimin arkasındayım. "Öcalan şunu dedi, PKK bunu dedi de bunları başlattı" demiş ama illiyet bağını bile kuramamış. Ben size bu taleplerin hepsini yıllardır tekrarladığımızı anlatabilirim. Hepsi parti programımızın parçası, hepsi siyasi programlarımızın parçası. İlk defa sanki orada söylüyormuşuz gibi, ille bir örgüt bağı kuracak ya! İşte haber sitesinden bunu buldum, onu oradan alıp yapıştırayım, Öcalan avukatlarıyla bunu konuştu, onu oradan alıp yapıştırayım ha oldu örgüt faaliyeti, terör faaliyet. Bu kadar basit mi ya, terörist olmak bu kadar basit mi? Bu mudur yani. Yargının göstereceği basiret bu mudur? Selahattin Demirtaş'ı bu şekilde mi terörist ilan edecek bir savcı? Bu mudur bir savcının elinden gelen soruşturma araştırma. Bana ait tek bir cümle yok fezlekede. Haber sitelerinden çıktı almış. Kopyala yapıştır. Fırat News, Roj TV… Oralardan aldığı şeyleri yapıştırmış. Ben ne yapmışım, konuşmam nedir? Hangi faaliyet, hangi eylem, bunun hukuki yorumu nedir? Bunun delille bağlantısı nedir? Yok böyle bir şey. Zaten delil diye bir şey almamış. Delil başlığı yok fezlekede. Davacı şüpheli suç, suç tarihi, yeri, iddia sonuç ve değerlendirme bu kadar. Delil diye bir başlık yok. “Şu delillere dayanarak ben bunun dokunulmazlığını kaldırmak istiyorum” dememiş ama bu Meclis’e gelmiş.
Parlamento, yargı bu kadar seviyesiz olabildi, muz cumhuriyeti işte! Biz nasıl bir ülkeye dönüştük ki parlamento yargı bu kadar seviyesiz olabiliyor. Bir milletvekilinin dokunulmazlığının tartışılması bu kadar rahat olabiliyor. Oldu, geldi işte. Meclis’te hiçbir milletvekiline bunu anlatamadık. Arkadaş bir durun dedik. Tek tek fezlekeleri inceleyin bazıları gerçekten eften püften komplo kumpastır. Ciddiye aldıklarınız varsa kaldırın. Delil konmuşsa dosyaya kaldırın biz gidip yargı önünde hesap verelim ama böyle toptan davranmayın. Anayasanın 83. maddesi geriye dönük askıya alınmış. Olur mu, oldu. Muz cumhuriyeti işte! Her gün bir sürü kadın katlediliyor, her gün çocuklar ölüyor, her gün iş cinayetleri, tacizler… Çılgın bir topluma dönüştük. Bunda hepimizin suçu var, yargı başta olmak üzere. Yargı, siyasetin çöktüğü yerde doğrultu vereceğine, siyasetin enkazının altında kaldı. Tamam 5 bin üyesi yargılandı, açığa alındı, tutuklandı. Yargı da darbe aldı. Yargı içine çöreklenmiş çeteler de vardı fakat yargı da bundan ders çıkarıp doğru bir rotaya mı girdi? Hayır. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere verdiği kararlarla hukukçu olduğumuza utandırdı bizi. Öyle kararlar verdi. Sonra da toplum neden bu halde? Niye bu halde olmasın ki? Dünyanın en cinnet toplumuna döndük, haberleri izlemekten utanıyoruz artık. Neler yaşanıyor? İnançlı bir toplum, %90’ı Müslüman bir toplum. Şöyle toplum böyle toplum diyoruz. Bir bakıyorsunuz aman tanrım! Elli tane Avrupa ülkesinde bir yılda yaşanmayacak şey, burada bir haftada yaşanıyor. Bunlar işte, nedenleri bunlar. Çözemiyoruz bir türlü cesaret göstermiyor hiç kimse.
Savcının fezleke düzenlemesi komplonun, kumpasın daniskasıdır Biz cesaret gösterdik, söyledik, doğruyu söyledik. Doğru bildiğimizi en azından söyledik, mutlak doğru bizimkidir demiyoruz ama inandığımızı söyledik. Siz inandığınızı söyleyemiyorsunuz. Başbakan söyleyemiyor, Cumhurbaşkanı söyleyemiyor, Meclis Başkanı, muhalefet liderleri söyleyemiyor. Herkes birbirini kandırıyor. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor. Kötü olmayayım, ben aradan gitmeyeyim, aman bana ne diyor. Bunu yapanların hepsi vatanperver, milliyetçi görülüyor. Riyakarlıktır bu, ben riyakarlık yapmıyorum. Cümlelerim budur, arkasındayım o gün yaptığım konuşma, doğrudur, meşrudur, haklıdır, terör faaliyeti değildir. Ne bir yasa dışı örgütten talimat alarak yapılmıştır, ne de etkilenerek yapılmıştır. Partimizin siyasi programının bir parçasıdır. Oraya gelenlerin hepsi de sivil insanlar, halktır. Suç işlemiş olanlar valiyle oradaki emri verenlerdir. Gerçekleştiremediğimiz bir oturma eylemidir. Ne 2911’e ihlal gerçekleşmiştir ne de örgüte yardım gibi bir amaç ile böyle bir sonuç gerçekleşmiştir. Ne böyle bir niyetimiz ne de böyle bir kinimiz olmuştur. O nedenle savcının fezleke düzenlemesi komplonun kumpasın daniskasıdır. Yıllarca da bu sürdürülmüştür ve maalesef ki biz bu davayı AİHM’e kadar götürüp AİHM’de hiç değilse bir karar alıp sizlerin önünü açmaya çalıştık. Siz onu da tanımayarak bu komploların sürmesi normaldir dediniz.
Fezlekedeki hiçbir şeyi kabul etmiyorum, tamamı yalan, kumpas, iftiradır Türkiye’ye yazık oluyor, üzülüyorum. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir Kürdüm ben, ülkem adına, toplum adına üzülüyorum. Bunları hak etmiyor bu toplum. Dünyanın en kıymetli coğrafyalarından birinde ilk insanlığın yerleşim birimini oluşturduğu bir coğrafyada, dünyanın bütün medeniyetlerinin çıkış merkezinde yaşıyoruz. Bütün kültürlerden etkilenerek bir toplum oluşturmuşuz ama hak etmediğimiz bir noktadayız. Ve bunun nedeni korkak siyasetçiler, korkak yargı mensupları, geleceğinden kaygı duyup da haksızlığa hukuksuzluğa sessiz kalan medya mensuplarıdır. Herkes suçlu. Ben suçlu olmadığımı düşünüyorum. Ağzıma ne geldiyse, inandığımı söylemişim. Bu savcı bana dava açar, bu hakim bana ceza verir, Erdoğan beni içeri atar, biri gelir beni öldürür diye korkmamışım. Allah’tan başka kimseden de korkmamışım. Halen de o noktadayım. Bu fezlekeye dair de şu anda söyleyeceklerim bunlardır. Dediğim gibi bu kumpaslar bir gün açığa çıkacaktır. Mahkemenizin bunu yapmasını çok isterdim umudum yok, bunu yapacağınızı çok düşünmüyorum. Çünkü aldığınız kararlar çok da buna hizmet etmedi bugüne kadar. Ama bu kumpasları anlayabilseniz ülkenin yararına siyaset, yargı kurumu, akademi birlikte hareket edebilse birçok tuzağı boşa çıkaracağız. Ben buna inanıyorum, inancımı yitirmiyorum. Bunun için mücadelemizi de sürdüreceğiz. Dediğim gibi, fezlekedeki hiçbir şeyi kabul etmiyorum. CD çözüm tutanağında anlatılan her şey doğrudur. Ama bunun dışında hiçbir şey, ben ve orda oturma eylemi yapan arkadaşlarım tarafından yaşanmamış, yaratılmamıştır. Tamamı yalan, kumpas, iftiradır.
Olay tutanağında benimle ilgili kısımlara dair bir itirazım yok. Geri kalanlarla ilgili bilgim görgüm yok. Birçoğunun da yalan ve abartma amaçlı olduğundan şüphe duymuyorum. Dikkatinizi çekmiştir, örneğin Sur Kaymakamlığına 10 adet molotof isabet etmiş. Ama yine tutanakta dediğine göre Sur Kaymakamlığının penceresinin kenarı yanmış, 6 adet molotof isabet etmiştir, bir tane camı kırılmıştır. Dolayısıyla tutanakta da abartılı göstermek, büyük bir şiddet gösterisi yaşanıyor gibi göstermek için özel bir çaba sarf edilmiş. Bütün bu günün sonunda ne olmuş olay tutanağına göre, 4 ü çocuk olmak üzere 6 kişi gözaltına alınmış. 4 tane çocuğun üzerine yığmışlar abarttıkları bütün bu olayı. Yani kumpas. Güvenlik güçleri içinde, adliye ve bürokrasideki çete tarafından adım adım işlenmiş, Diyarbakır halkı özellikle terörize edilmeye çalışılmış. Diyarbakırda’ki sivil itaatsizlik eylemi özellikle terörize edilmeye çalışılmış. Nihayetinde de ben de dahil olmak üzere birçok siyasetçi hakkında dava açılmış. Osman Baydemir’in Aysel Hanım’ın diğer arkadaşlarımın beyanları ortada. En küçük bir şiddet yaşanmasın diye biz çaba gösterirken Diyarbakır Valiliği ve dönemin emniyet yetkilileri özellikle kentte şiddet görüntüsü oluşsun diye büyük bir çaba sarf etmişlerdir. Bence olay tutanakları da diğerleri de bunun bariz şekilde halka karşı işlenmiş bir suç, komplo ve kumpas olduğunu ortaya koyuyor.
16. ve 17. Fezleke iki ayrı savcı tarafından 1 yıl arayla hazırlanmış ama kelimesi kelimesine aynı
Bu fezlekedeki “suç” tarihi 25.03.2011. Yani öğleden önceki oturumda savunmasını yaptığım 16 nolu fezlekedeki açıklamamdan bir gün sonra yaptığım açıklama ile ilgili bir fezleke bu. Bakın burada suç tarihi 25.03.2011 olarak gösterilmiş, yani söz konusu açıklama 2011'in Mart ayında yapılmış fakat fezleke 3 buçuk yıl sonra 2014'ün 6. ayında Meclis'e gönderilmiş. Bir önceki fezleke ise 4 buçuk yıl sonra Meclis’e gönderilmiş. Yani soruşturmayı yürüten savcının veya kolluğun soruşturmayı yürüttüğü aşamada, bir acziyet oluşturan bir kamu güvenliği tehdidi altında alelacele Meclis’e gönderilmiş bir fezleke de değil. Tümüyle siyasi gelişmelere istinaden polis fezlekesi olarak elde tutulmuş, olası gelişmelere göre de Meclis'e gönderilmek üzere Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığında bekletilmiş. Yoksa bir açıklama ile ilgili 4 buçuk yıl bir savcı niye bekler? Soruşturma mı çok derinlemesine yürütülmek zorunda? Hayır. Zaten delil diye bir şey yok. Bu fezlekede de delil başlığı diye bir şey yok. Açıklamadan ibaret bir suçlama söz konusuysa ve bu kadar ciddi bir suçlama ise 3 buçuk yıl 4 buçuk yıl niye bekledi savcı? Bunların hepsi, siyasi şantaj, tehdit, komplo ve baskı unsuru olmak üzere yürütülen soruşturmalardır. Şimdi 17 no'lu fezlekeyi okuyarak savunmama başlamak istiyorum. Dediğim gibi bir önceki ile aşağı yukarı aynı, yalnız burada şüpheli olarak ben ve Pervin Buldan gösterilmişiz. Eski milletvekilimiz şu andaki eş genel başkanımız ikimiz birden fezlekede şüpheli olarak belirtilmişiz. İddia şu, yine bir önceki fezlekenin kopyala yapıştır hali. Bakın iki ayrı savcı hazırlamış. Biri Uğurhan Kuş öbürü de Volkan artık soyadı ne ise, yani başka bir savcı. Bu 2014'te hazırlanmış diğeri 2015'te hazırlanmış. İki fezleke arasında bir yıldan fazla zaman var. 1 yıl 4 ay. Fakat kelimesi kelimesine aynı. Ben 17. fezlekeyi okuyacağım ama siz 16. fezlekeye bakabilirsiniz. Göreceksiniz ki noktasına virgülüne dokunulmamış.
(Demirtaş 17 nolu fezlekeyi okudu.)
Şimdi iddia kısmının giriş bölümü kopyala yapıştır şeklinde alınmış. Savcılar kendi arasında mesleki dayanışma yürütebilirler, destek anlamında birbirleriyle bilgileri paylaşabilirler. Bunda ne yasal ne hukuki bir sıkıntı yok. Fakat bir buçuk yıl arayla soruşturma yürüten iki savcının iki milletvekili, birisi eş genel başkan, onlarla ilgili ciddi bir iddia ortaya koyacaksa kendine has bir soruşturma yürütmesi lazım. Gerçekten tam olarak biz nasıl örgüte yardım etmişiz, nasıl propaganda yapmışız, 2911'i nasıl ihlal etmişiz? Bunu bütün delilleriyle belgeleriyle ikna edici bir şekilde her türlü şüpheden uzak düzenlemesi ve parlamentoya göndermesi lazım. Fakat kendilerine o kadar güveniyorlar ki nasıl olsa parlamentoda da bu işler politik saiklerle yürüyor diye gerek bile duymamışlar. İki fezlekede de “deliller” diye bir başlık yok. Dosyada hangi deliller var onu belirtmemiş. Bu fezlekeye dayanarak da tek bir milletvekili bunu okumadan, komisyona havale edilmeden, genel kurulda tartışılmadan dokunulmazlığımız kaldırıldı, Anayasaya aykırı bir şekilde hakkımızda kovuşturma ve soruşturma başlatıldı. Şimdi iki yıldır tutukluluğumun devamına karar verildiği fezlekelerden biri de bu olmaya devam ediyor.
(Demirtaş, 17 nolu fezlekeye konu edilen konuşmasını ve CD çözümünü okudu.)
Mahkemeniz ısrarla kadük olmuş soruşturmaları tutuklanmamızda gerekçe olarak karara koymaya devam ediyor Metne bakıyorum da az önce okuduğumdan farkı var mı diye; aynı, birebir aynı. Az önce yapılan çözüm tekrarlanmış. Bilirkişi aynı metni yeniden çözmüş. Burada raporunu bitiriyor bilirkişi, saygılarımızla arz ederiz diyerek raporu mahkemenize sunuyor. Dosyadaki CD delili de bu, konuşma çözümü de bu, fezleke de bu. Öğleden önceki fezlekenin hakkında dava olmasına rağmen bu 2014 tarihinde öbürü de 2015 tarihinde parlamentoya gönderilmiş. Avukatlarımın ısrarla dikkat çektiği vakti zamanındaki soruşturmaların yeni yasal düzenlemeler nedeniyle kadük hale geldiği fezlekeler bunlar. Ben savunmalarımı halka yapıyorum ki iyi anlaşılsın. Biz neyle suçlandık? Şu anda mahkeme düşmüş, kadük olmuş soruşturmaları tutuklanmamızda gerekçe olarak ısrarla karara koymaya devam ediyor. Bunun halk tarafından görülmesi bizler açısından önemlidir. Sizler zaten bunu biliyorsunuz. Hukukçusunuz. Dosyaya konulan delil nedir, yasa değişiklikleri nedir?
Fezleke “Demirtaş ile Buldan izinsiz gösteriye dönüşen mitinge katıldıkları için” diyor, ortada miting yok! Mahkeme olarak herhalde bunun bizden daha iyi farkındasınızdır. Fakat 2011 yılında, bundan 8 yıl önce bizler siyasetçiler olarak neyle karşı karşıyaydık. Bunların o dönem yapmaya çalıştıkları şey neydi biz ne yapmaya çalışıyorduk? Bugün neden bunun kriminal bir soruşturmaya, bize karşı HDP'ye karşı kapsamlı bir siyasi soykırım operasyonuna vesile edildiğinin gerekçelerini kamuoyuna anlatmaya çalışıyoruz. Bu da tipik bir komplo-kumpas fezlekesi. İddianameye konulmuş olması da utanç verici. Fezleke olarak düzenlenmiş olması utanç vericidir. Bir savcı, kendine güvenen bir hukukçu elindeki belgeyle, delille dosyasını hazırlar, mahkemeye sunar ya da meclise gönderir. Biz de mahkemeye çıktığımızda da en azından savcının yaptığı çalışmaya saygı duyarız. En azından hukukçu kimliği ile objektif bir dosya hazırlamış, iyi çalışmış, lehte aleyhte tüm delilleri toplamış, mahkemenin takdirine sunmuş deriz. Saygı duyarız ve ona göre bir savunma yaparız. Ama bu fezlekeye karşı neyin savunmasını yapacağız. Neyle suçlanmışız? Ben ve Pervin Hanım ne yapmışız tam olarak? Mesela Cuma Namazı kılmışız. Bu suç mudur? Anlaşılmıyor. Slogan mı atmışız, belirtmiyor. Taş mı atmışız belirtmiyor, molotof mu atmışız, belirtmiyor. Suç olarak savcının kendisinin gördüğü pankart mı açmışız belirtmiyor. Ne şekilde bir örgüte yardım etmişiz, belirtmiyor. Konuşma içeriğimizi tek cümle ile belirtmiyor. Fezlekede “Selahattin Demirtaş ile Pervin Buldan sadece bu izinsiz gösteriye dönüşen mitinge katıldıkları için” diyor. Ortada miting yok. Miting dediğinizde büyük bir meydanda ses düzeni kurulur, miting şarkıları çalınır, binlerce insan toplanır konuşma yaparsınız; miting budur. Yürüyüş başka bir şeydir, basın açıklaması başka bir şeydir. Basın toplantısı başka bir şeydir. Burada hiçbiri yok.
Sadece fezlekeden ibaret bir dosya önünüze gelse mahkeme heyetiniz bir şey anlamaz Mahkemenizin bilmesi açısından söylüyorum. “Koşuyolu Parkından Belediye Konukevine yürünmüş, orada açıklama yapılmış” deniyor. Diyarbakır’ı bilenler bilir; Koşuyolu Parkı ile konukevi bitişiktir. Arada 10-15 metrelik bir cadde var. Koşuyolu Parkının ardından konukevine geçmişiz. Orada açıklama yaparak oturma eylemimizi burada sonlandırdık. Batman'da Siirt’te devam ederiz dedik planlamamıza göre. Bu mudur suç konusu? Oradan oraya yürümüş olmak mı? Bakın bir gün önceki fezlekede eylemde okuduğunuz olay tutanağında, polisin tuttuğu tutanakta ne diyor? Diyor ki, “Emniyet amirimiz Aysel Hanımla Osman Beyle kitlenin Koşuyolu Parkına gönderilmesini istedi, onlar da eş genel başkanlarımıza danışalım geri döneceğiz dedi”. Yani Koşuyolu Parkında zaten bir çadır var, o çadırda oturma eylemi devam ediyor. Orada basın açıklamaları yapılıyor. Biz küçük sembolik bir çadırın da konuk evinin önüne konulmasını basın açıklamalarının orada yapılmasını istedik. Kabul edilmeyen bu. Emniyet görevlileri de akşam olunca kitlenizi yöneticilerinizi Koşuyolu Parkının içine çekin provokasyon olmasın diyorlar yöneticilerimize. Yöneticilerimiz de gelip bize danışıyorlar. Biz de uygundur olur diyoruz. Akşam karanlık olmak üzere, yöneticilerimiz caddede sokakta olmasın provokasyon olur diyoruz, yöneticilerimiz de bunun gereğini yapıyorlar. Polis de bunun daha uygun olacağını düşünüyor, biz de uygun görüyoruz. Fakat savcı bunu da suç sayıyor, yani Koşuyolu Parkında çadır ve oturma eylemini. Orada zaten suç unsuru olduğuna dair ne polisin ne valinin bir iddiası yok ki. Valinin derdi daha görünür bir yer olan konukevinde basın açıklaması yapmamız, buna tahammül gösteremiyor. O gece Koşuyolu Parkında nöbet eylemi yapılıyor sabaha kadar. Sabah da oradaki kitlenin üzerine …..(anlaşılmıyor). Konukevinin bahçesine geçiyorum, açıklamayı orada yapıp bitiriyorum. Eylem bundan ibarettir. Ama bunlar anlatılmıyor, hiçbir şey anlatılmıyor. Sadece fezlekeden ibaret bir dosya önünüze gelse mahkeme heyeti olarak ne anlayacaksınız bundan. Örneğin ben savunma yapmasam, CD çözümlerini siz yapmasanız sadece iddianameden yola çıkarak nasıl bir yargılama yapacaksınız. Bu iddianamenin kabulü zaten vahim bir hataydı. Biz olayları açıklığa kavuşturmaya çalışıyoruz ki mahkeme heyeti anlasın.
Her yaptığımız açıklamayla ilgili soruşturma başlatıldı zaten ama fezleke düzenlenmesi siyasi konjonktüre havale edilmişti Tabiri caizse masumiyetimizi ispatlamaya çalışıyoruz. Derdim o değil aslında nasıl bir suç işlenmiş bize karşı bu anlaşılsın istiyorum. 2911 sayılı yasaya muhalefet, örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek. Neresinde? Yok! 2911'i nasıl ihlal etmişiz yok. Görüntülerde de çözümde de var, diyor ki Selahattin Demirtaş geldi, bu esnada polis barikatı açıldı ve alana girmişiz. Konukevinin bahçesine girmişiz. Polis niye barikatı açmış? Çünkü açıklama yapmamıza izin verilmiş. Bakanlıkla, valilikle görüşülmüş, engelleme yapılmasın denmiş. Polis de ben gittiğimde, barikatı açıyor ve eşbaşkanım yanımda yöneticilerimle küçük bir grupla birlikte orada açıklama yapıyorum. Bana dağılın uyarısı mı yapılmış, korsan gösteriye mi dönüşmüş, şiddet mi oluşmuş. 2019 dünyasında konuşuyoruz. Seçilmiş bir milletvekili, bir parti eşbaşkanı fikirlerini açıklayacak diye bu nasıl bir kızıl kıyamet, bu nasıl bir düşmanca tutumdur ki savcılar iki cümlemizden dolayı bizi terörist ilan ediyor. Yaptılar bunu hem de ellerinde şantaj unsuru tutarak hemen soruşturma başlattılar. Zaten basına yansıdı o zaman. Her yaptığımız açıklama ile ilgili “soruşturma başlatıldı” haberleri basına yansıdı zaten. Ama fezleke düzenlenmesi siyasi konjonktüre havale edildi. Bu bize karşı şantaj olarak kullanıldı.
Bu fezleke de bize karşı yıldırma, siyaseten bizi engelleme operasyonlarının bir devamıdır Kamuoyuna da şu mesaj verildi. Bunları konuşmayacaksınız, bu söz, eylem, etkinlikler suçtur. Oysa suç değil. Ne yasaya ne Anayasaya ne uluslararası sözleşmelere ne içtihatlara aykırı, ama biz yapamayız! Biz yaptığımız anda kamuoyu baskıya alınır ve ayrımcı bir tutumla düşman hukuku uygulanarak bize karşı operasyon başlatılır. Bu fezleke de bize karşı yıldırma bastırma siyaseten bizi engelleme operasyonlarının devamıdır. Tam olarak burada belirttiğimiz çerçevedeki demokratik siyaset öne çıksın, şiddet son bulsun anlayışımıza karşı yargı tarafından daha doğrusu hükümet tarafından, hükümet içindeki bir klik tarafından Erdoğan da buna ikna edilerek sürekli bu operasyonlar yapıldı. Tutuklananlar oldu, gözaltına alınanlar oldu, milletvekilleri hakkında fezlekeler düzenlendi, belediye başkanlarımız bunlardan yargılandı. Aslında yeni yasalar çıkarılarak sonra bunlar suç olmaktan çıkarıldı. Bunların hepsi siyasi mücadeleler sonucu oldu. Parlamentoda yaptığımız görüşmeler, meydanlarda yaptığımız mitingler, yaptığımız çağrılar, hükümet sonra yasal düzenlemeler yaptı. Çünkü iş o kadar çığırından çıkmıştı ki, ağzını açana 2911'den dava açılıyordu. Bir slogan attı diye 13-14 yaşındaki çocuklar hapse atıldı. İş o kadar ağırlaşmıştı ki artık hükümet yasal düzenleme yaptı. Bunlar hem suç olmaktan çıkarıldı ya da erteleme vs. kapsamına alındı. Fakat savcı Kurtça Eker elinde yeterli malzeme olmadığını gördüğü için iflas etmiş tüccar gibi eski defterlere sarıldı. Sayısını hatırlamıyorum ama galiba 8-10 fezlekeyi bu şekilde iddianameye koymuş. Yani ertelenmiş suç olmaktan çıkmış, soruşturma konusu olmaktan çıkmış fakat hem Meclis’ten geri çekmemişler bunu hem de iddianameye yeniden koyup tutuklanmamın gerekçesi yapmışlar.
Ben zaten suçlamayı kabul etmiyorum, bize karşı işlenen suçlara sessiz kalınmasına isyan ediyorum Bu da işte yeni dönemdeki siyasi atmosfer ve konjonktürün gereğiydi. İktidarın beklentisi buydu. Selahattin Demirtaş'ı nasıl tutuklayacak bir mahkeme? İşte böyle tutuklayacak. Bir karambol yaratıp çok sayıda suç isnadını Ali Cengiz oyunu ile görünmez hale getirip gri bir ortam yaratmak, flu bir ortam yaratmak, orada sanki Demirtaş çok büyük suçlar işlemiş, sürekli örgüt talimatıyla hareket etmiş algısı yaratmak, tutuklanmayı kamuoyu nezdinde haklı göstermek. Başka türlü yapamazlardı. Her biri ayrı ayrı davaya dönüşseydi bunların hepsi şu anda bitmişti. Vicdanlı, hukukun üstünlüğüne inanan her yargıç bununla ilgili derhal beraat kararı verirdi ya da ilk duruşmada beraat kararı verirdi. Ama 31,32 fezleke birleştirilip yeni bir suç yaratıldı; örgüt yöneticiliği. Hakkımda bugüne kadar Meclis’e gönderilmemiş bir suç isnadıyla bütün bunların hepsini yapan biri ancak örgüt yöneticisi olabilir. Örgüt yöneticisi olacaksa da yargılanacaksa da tabii ki tutuklu olmalıdır. Çünkü ciddi bir suç isnadı. CMK 100'e göre alt üst sınırlar ve siz de bundan faydalanarak her ay 30 günde bir kopyala yapıştır şeklinde, savcı da aynı şekilde iki cümlelik mütalaasıyla “tutukluğunun devamına” dedi. Bunların hepsi işte bu siyasi anlayışın yargıya yansıyan pratikleridir. Yoksa burada bir suçun işlendiğini iddia etmek bırakın bir savcıya sokaktaki herhangi bir insana sorsanız olmayacağını rahatlıkla söyleyebileceği somut bir durumdur. Nasıl bir suçtan söz ediliyor burada. Ben zaten suçlamayı kabul etmiyorum da bize karşı işlenen suçlara sessiz kalınmasına isyan ediyorum. O günden bugüne yapılanların Türkiye’yi nereden nereye getirdiğine mahkemenin ve kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışıyorum. Bunlarla ilgili vakti zamanında gerçekten keşke dokunulmazlığımız olmasaydı da hemen davaya dönüşseydi, ama açmıyorlardı. Siyasi koz olarak kullanıyorlardı sürekli.
KCK operasyonlarını yürüten savcı “Siyaseten siz hükümetin istediği çizgide olursanız biz de bunu değerlendiririz” diyebiliyordu
Daha önce de belirttim, 2009'da KCK operasyonları adı altında bütün parti yöneticilerimiz, belediye başkanlarımızın evleri basılıp tutuklanırken Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısının (sonradan İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına, oradan da FETÖ tutuklaması ile birlikte FETÖ itirafçısına dönüşen) savcının kontrolünde yürüyordu bu işler. Kendisiyle birkaç defa gidip görüştük. Sayın Ahmet Türk eş genel başkanımızken o zaman ben grup başkanvekiliydim. Gittik görüştük, "Bakın biz siyasetçiyiz yapmayın böyle. Gerçekten bir suçlama varsa tamam ama gözaltına alınanlar tutuklananlar bizim çalışma arkadaşlarımız. Bunları nasıl bu kadar ciddi bir suçlama ile evlerini basıp gözaltına alıyorsunuz. Üstelik biz bu kadar barış arayışındayken, çözüm arayışındayken nasıl bunları yapıyorsunuz" dedik. Kendisi çok açık görüşlü bir insandı sağ olsun. "Siyaseten siz hükümetin istediği çizgide olursanız biz de bunu değerlendiririz” dedi. Bunu diyebiliyordu mesela. Hiç saklama gereği duymuyordu. Yanındaki dosyalara elini vuruyordu. “Bunlar da sırada bekleyenler. Gelişmelere bakacağız” diyordu. Ve gelişmelere baka baka sayı 10 bini buldu.
AKP-Cemaat işbirliği ile başlayan operasyonlar hâlâ devam ediyor Türkiye genelinde KCK operasyonları adı altında 10 bin parti üyemiz, yöneticimiz tutuklandı o üç yıl içerisinde, 2009, 2010, 2011. Ve hepsi 5 yıl tutuklu kaldı. Sonra tutuklama 5 yılla sınırlanınca tahliye oldular. Şimdi ceza aldılar, istinaf mahkemesi dosyaya bakmadan onayladı Yargıtay’a gönderdi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da şu anda onama istiyor. On binlerce sayfa, binlerce klasör! Tek tek incelemek bile yıllar sürer. Ama savcı birkaç ayda, daha dosya Yargıtay’a gelir gelmez onama istedi. Bunların hepsi o dönem başlayan siyasi operasyonların, AKP-Cemaat işbirliği ile başlayan operasyonlarının hala devam ettiğini, aynı siyasi saikle hareket edildiğini göstermektedir. Bir devlet bütün kurum ve kuruluşlarıyla, yargısıyla, Anayasa Mahkemesiyle, parlamento ve hükümetiyle “ülkedeki bir siyasi gruba karşı topyekun mücadele ediyoruz” diye bir karar almış olabilir, ki almış, MGK kararlarında var bunlar. O grup da biziz. Bizi de teröre müdahil çevre olarak tanımlıyorlar. Kimiz biz peki? 6 milyon oy almayı başarmış, aileleriyle birlikte en az 15 milyonluk bir nüfusuz. Bunlarla mücadele edeceğiz demişler. Bunlarla mücadele edilirken terörle mücadele zafiyete uğramasın diye, terörle mücadeledeki görev alan personel moral motivasyon bozukluğu yaşamasın diye gerektiğinde kanunlar, teamüller ve Anayasa görmezden gelinecek. Çünkü önemli olan devletin bekasıdır! Bu perspektif bu anlayış açıktan veya örtülü olarak, resmi veya gayri resmi olarak sürekli devlet kurumlarına verilmektedir.
Bir bakan, Diyarbakır’daki hakim ve savcılara “Terörle mücadele ediyoruz, siz de bize yardımcı olacaksınız” diyor
Avukat arkadaşlarım, Diyarbakır Barosunda görev yapanlar Diyarbakır’da bunun gerçekleştiğini bizatihi gözlemlediler. Daha önceki duruşmada da belirtmiştim yine kayda geçsin; şu anda görevde olan bir bakan Diyarbakır’daki hakim ve savcıların tamamını mesai saati sonrası konferans salonuna topluyor, Ankara’dan telekonferansla bağlanıyor. Adalet Bakanı da değil ve hakim ve savcılara terörle mücadelenin önemini anlatıyor o konferansta. Hakim ve savcılar da pür dikkat o bakanı dinliyor. Bakanın verdiği perspektif de şudur; biz terörle mücadele ediyoruz, siz de bize yardımcı olacaksınız. Önünüze gelen dosyalarda ince eleyip sık dokumayın. Arada mağdurlar da olabilir, önemli değil. Devletin bekası önemlidir. Devlet tehdit altındadır, 3-5 kişi de mağdur olursa çok önemli değil. Perspektif bu: Vatan Millet Sakarya ruhuyla hadi bunların üstüne gidiyoruz. Dolayısıyla hakim savcı önüne gelen dosyaya şöyle bir bakıyor “Ha bu, bu perspektifle yaklaşılması gereken bir dosyadır, tutuklanmasına, ilk duruşmada tutukluluğunun devamına”. Gerekçe yok, bir şey yok. Selahattin Demirtaş fotoğrafını paylaştı diye bir HDP’liyi tutukladı Türkiye’de bir hakim. Suçu ve suçluyu övmekten. Daha önce mahkeme kararını, Sulh Ceza Hakimliğinin kararını size buradan okudum: “Terör örgütü yöneticiliğinden tutuklu olan Selahattin Demirtaş’ın fotoğrafını kişisel Facebook hesabından paylaşmak suretiyle suçu ve suçluyu övmesi anlaşıldığından tutuklanmasına” diyor. İşte bunlar, bu fezlekeyle bize karşı bu operasyonları yapan zihniyet aynı zihniyettir. Biz bunlara cevap olmaya çalışıyoruz.
Çavuşoğlu, Avrupa parlamenterleriyle yaptığı bir görüşmede düşman demiştir benim için
Biz teröre müdahil bir çevre değiliz, biz Kürt halkıyız. Bizimle birlikte hareket eden demokrasi için mücadele eden, aramızda bulunan Türk, Arap, Süryani, Ermeni arkadaşlarımla birlikte bu ülkenin özbeöz yurttaşlarıyız. Sizin kadar bu ülkede hakkımız var, sahibiyiz. Cumhurbaşkanından daha az değildir bu ülkedeki yurttaşlık hakkımız. Kimse bizi düşman olarak tanımlayamaz. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Avrupa parlamenterleriyle yaptığı bir görüşmede, Avrupa parlamenterleri benim tutuklu olduğum hususunu dile getirince benimle ilgili “O düşmanımızdır.” lafını kullanmıştır. Çıksın inkar etsin bakalım Çavuşoğlu. Düşman demiştir benim için. Böyle bir Dışişleri Bakanının, böyle bir hükümetin, böyle bir zihniyetin yargı faaliyeti böyle olur işte. Düşman olur. Yurttaş hukuku diye bir şey yok. Biz bunlardan normalde bırakın sorgu sual yapılmayı, eleştiriyi bile hak etmiyoruz. Barış konuşması yapan birini kim eleştirecek, eleştirilse haksızlık olur. Bu ülkede mafya babaları “Şunları kanlarında boğacağız.” dedi, ifade özgürlüğü kapsamında beraat ettirdiler. “Sokağa çıkacağız, asacağız keseceğiz” diye ellerinde uzun namlulu silahlarla açıklama yaptılar, ifade özgürlüğüdür diye beraat edildiler. Yakın zamanda oldu bu. Facebook hesaplarında göğüslerine fişeklik bağlayıp iki eline de uzun namlulu silah alıp açıkça isim vererek bizleri tehdit edenler hakkında ifade özgürlüğü diye beraat ya da takipsizlik kararı verildi. Bu dosyayla ilgili olmadığı için sunmuyorum ama başka davalarda cumhurbaşkanına hakaret, başbakana hakaret davalarında onları delil olarak sunacağım. Burada hakaret davası olmadığı için sunmuyorum ama ifade özgürlüğü dendi bunlara. Selahattin Demirtaş burada bir açıklama yapmış, ne şiddet var ne şiddet çağrısı var, ne terör var ne terör çağrısı var ne övgü var ne PKK ismi var ne başka bir şey var. Sivil siyasete çağrı var, hükümete uyarı var. Bir siyasetçi bundan başka ne yapacak? İşim ne benim? Budur. Tam olarak işimi yapmışım. Ama polis fezlekesi geldiğinde bir savcı çıkıp da demiyor ki kardeşim bu ifade özgürlüğüdür.
Erdoğan rahat rahat tek başına iktidar olsun diye HDP’ye operasyon yapmak utanç vericidir Bir siyasetçinin ifade özgürlüğü normal bir yurttaştan katbekat fazladır zaten. Siyasetçi çok daha sert konuşabilir, buna hakkı vardır. Ama bırakın bunu düşünmeyi, bırakın bunu hesaplamayı, bize düşman hukuku uygulandığı için 100 yıldır, Cumhuriyetin kuruluşundan beri hep böyle görüldüğümüz için bu sorun devam ediyor. Siz bunu yapmaya, biz bunu anlatmaya devam edeceğiz. Dilimiz döndüğünce, gücümüz yettiğince. Kimin hangi hukuksuzluğu hangi kanunsuzluğu bize dayattığını biz çok iyi biliyoruz. Ama şunu da iyi biliyoruz; biz de bugüne kadar bunlardan asla bir adım geri atmadık. Çünkü bu ülke ülkemizdir, vatanımızdır. Dilimizle, kültürümüzle eşit özgür yurttaş olana kadar da haklarımızı savunmaya devam edeceğiz. Bizi düşman olarak gören zihniyeti kabul etmeyeceğiz. Bana düşman diyen, ithamda bulunan bu ülkenin Dışişleri Bakanının provokasyonlarına gelmeyeceğiz. Bu utanç onun utancıdır. Ben cezaevindeyken benim arkamdan “O düşmandır” diyen Dışişleri Bakanı hiç benim Dışişleri Bakanım olamaz. Bu ülkenin hiçbir yurttaşının da Dışişleri Bakanı olamaz. Siz de bu anlayışla hareket etmeye devam ediyorsunuz. Geçen Şubat’tan beridir başlayan yargılamada ben ve avukatlarım anlatmaya çalışıyoruz. Bunlardan bana soru soracaksanız, gerçekten utanç vericidir. Bunlarla yargılanmak utanç vericidir. Benim açımdan değil tabii, bunu yapanlar açısından. Bunlardan dolayı tutuklu kalmak ayrı bir utançtır. Tayyip Erdoğan’ın önü açılsın, rahat rahat tek başına iktidar olsun diye HDP’ye operasyon yapmak utanç vericidir. Bunlardan medet ummak da utanç vericidir. Bunun başarılı olmadığını, olamayacağını da gösterdik, göstermeye de devam edeceğiz.
Çaktırmamak için ellerinden geleni yapıyorlar ama savaş diyenler oy ve destek kaybediyor Şu bilinsin, bu fezlekeyi hazırlayan savcı da bilsin, bizi tutuklayan savcı hakim de bilsin; 2500 arkadaşımız, ben ve diğer 11 arkadaşımın tutuklandığı 4 Kasım gününden bu yana 2500 il ilçe başkanı, milletvekili, her düzeyden arkadaşımız genel merkez yöneticilerimiz de tutuklandı. Hiçbir yerde partimin açıklama, miting yapmasına izin verilmedi. Her yerde polisiye tedbirlerle HDP’nin çalışması engellendi. Öte taraftan iktidar partisi devletin bütün gücüyle, maliyesiyle, hazinesiyle, medyasıyla, güvenlik güçleri, kaymakamı, holdingleri, valisiyle ne varsa elinde, il tarım müdüründen, cumhurbaşkanının imkanlarına kadar devletin minicik imkanını bile kullanarak seçim kampanyası yürüttü. AKP %49’dan %42’ye düştü, HDP %10.7’den %11.8’e çıktı. Hadi bakalım kim kazandı? AKP bütün gücünü, devletin bütün imkanlarını kullandı ve 7 puan kaybetti halk nezdinde. Bizi suçladığınız konuşmalar ve taleplerimiz, bizi bu kadar terörize edip içeriye atmanıza rağmen içeriden seçim kampanyası yürütmemize rağmen partimizin oyunu 1 puan yükselttik. AKP gibi dünyanın en fazla iktidar ve devlet olanağını kullanarak kampanya yürütmüş bir parti tam 7 puan kaybediyor. Eğer millet iradesiyse, millet onlara dersini verdi. Bize de biz sizden yanayız dedi. Ne oy kaybetmesi, 1 puan da artırıyoruz dedi. 7 puan düşmüş AKP, bir puan biz artmışız böylesine eşitsiz bir ortamda. Bu en az AKP’nin iki katı oy artırmışız demektir, reel koşullarda. Eşit ve adil koşullarda. Demek ki halk bizim bu dediklerimiz sahipleniyor. Biz barış deyince halkın yüreğine işliyor bu, halk istiyor bunu. Hangi askerin polisin annesi evladının yaşamını yitirmesini ister? Dağdaki hangi çocuğun annesi babası bunu ister? İstemez. Biz barış olsun, siyasetle çözelim dediğimizde hepsinin yüreğinde içinde buna karşı bir sempati oluşuyor. Savaş diyenlerin, savaş çığırtkanlarının çığlıkları, halkın tepkisini çekiyor. Onlar kaybediyorlar, oy, güç, destek kaybediyorlar ama bunu çaktırmamak için görünür kılmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kaybetmeye de mahkumlar.
HDP’nin bu ülkedeki savaş, kan, gözyaşıyla ilgili en küçük bir hatası olsaydı HDP’den istifa ederdim İki yıldır buradayız, partim dimdik ayaktadır. Daha da büyümeye devam ediyor, büyüyerek devam edecek bundan hiç şüphem yok. Eğer HDP’nin bu ülkedeki savaş, ölüm, kan, gözyaşıyla ilgili en küçük bir hatası olsaydı, o gün HDP’den istifa ederdim. Benim bunda en küçük bir hatam olsaydı, halktan binlerce defa özür diler siyaseti bırakırdım. Benim HDP’ye olan inancımın, HDP çizgisine olan inancımın sebebi budur. Başaracağız. HDP sadece Kürdün partisi değildir, Türkiye’nin demokratik çizgisini temsil ediyoruz. Bunu da engellemeye çalışıyorlar, ırkçısı, faşisti, milliyetçisi, dincisi, yobazı, gericisi el ele vermiş, vay bu ülke bizimdir kimseye nefes aldırmayacağız diyor. Kusura bakmayın bu ülke bizim de değil sizin de değil, hepimizindir. Birlikte yaşamayı öğreneceğiz. Biz size saygı duyuyoruz, siz de bize saygı duymayı öğreneceksiniz. Bunu anlatmaya çalışıyoruz. Bir MHP’li millyetçi, bu ülke benimdir ve bu ülke sadece MHP’lilerden ibarettir diyebilir mi? Diyemez. Ben de diyemem. Birbirimize saygı duyacağız. AKP’li de öyle, diğer partililer de öyle. Ama yargı, iktidar ve yandaşlarına büyük toleranslı davranıp onlara muazzam siyaset imkanı sunarken bizi boğmaya çalışıyor. O zaman ülkenin yargısı değildir bu, partinin yargısıdır. Yargı makamları bağımsız değil, bir partiye bağlı çalışıyor çünkü başka bir partiyi boğmaya çalışıyor.
Valla yargılanmakla bitmiyoruz, öldürmekle de bitmiyoruz, bitmeyeceğiz
Size az gelebilir ama 6 milyon oy Yunanistan’ın seçmen sayısıdır. Yani biz Yunanistan’da seçime girsek ve 6 milyon oy alsak tam yüzde yüz oy almış oluyoruz. Avrupa’daki 18 ülkenin toplam nüfusundan fazla oy alıyoruz bu ülkede. Türkiye’nin nüfusu kalabalık coğrafya büyük diye size az geliyor olabilir. Biz neredeyse Irak’ın seçmen sayısı kadar oy alıyoruz, İsviçre’nin toplam nüfusundan fazla oy alıyoruz öyle bir fark ki. Ama siz bizi terörist ilan ediyorsunuz. Ben terörist, 6 milyon terörist, peki ailelerle birlikte 15 milyon teröristi ne yapacaksınız? Valla yargılanmakla bitmiyoruz, öldürmekle de bitmiyoruz, bitmeyeceğiz.
Sizin gerekçelerinize Bülent Arınç baksa herhalde dağa çıkar
O nedenle yargı, bütün yargı için sadece heyetiniz için söylemiyorum bütün yargı cesur olmalıdır. Gerçekten de hukuka uygun kararlar vererek özellikle siyasete dair tıkanmış mevzularda ön açıcı yol gösterici, perspektif sonucu şeyler ortaya koymalıdır. Yargı bana dair bir karar tahsis ederken gerekçede ifade özgürlüğü nedir, siyaset nedir, siyasette hak ve özgürlüklerin savunulması nedir, bunu geniş geniş anlatmalı özgürlükçü bir bakış açısıyla bunun çerçevesini çizmeli. Ben de çıkıp gençlere diyebilmeliyim ki, ya da arkadaşlarım başka bir davada, bakın Türkiye’de hakimler var arkadaşlar korkmanıza gerek yok, bak burada yazmış gerekçeleri, diyor ki sen doğrudan şiddeti teşvik etmeden şiddet kullanmadan istediğin siyasi faaliyeti yürüt; dernek vakıf, siyasi partide çalış, gösteri yap, miting yap, yürüyüş yap, buradaki kriter şiddeti doğrudan övme ,doğrudan şiddet kullanma ırkçılık yapma. Başka kriter yok diyor. O yüzden güvenin yargıya, o yüzden siyasete gelin. Ama sizin gerekçelerinize Bülent Arınç baksa herhalde dağa çıkar, çünkü kendisi bu konularda çok duygusaldır. Gültan Kışanak’ı dinleyince dağa çıkasım gelir, ben olsam dağa çıkarım demişti. Umarım sizin gerekçelerinizi Bülent Arınç okumuyordur, sizin derken yargının, Anayasa Mahkemesinin bütün gerekçelerini söylüyorum.
Ülkeden kaçan kaçana, korkuyorlar çünkü yargı yok
Hiçbir şey yok, hukuk, insan hakları ve özgürlükler adına feyiz alabileceğimiz, umut duyabileceğimiz, evet bu ülkede yurttaş olmak onur verici bir şey diyebileceğimiz, güvende hissedeceğimiz hiçbir şey yok. Ülkeden kaçan kaçana, kaçanlar da biz değiliz parası olan kaçıyor. Fakir fukara burada. Bu ülke fakir fukara ülkesi, parası olan başka yerden vatandaşlık alıyor, başka yerden ev alıyor başka yerde iş buluyor, yatırım yapıyor da ev alıyor. Korkuyorlar çünkü yargı yok. Bir tek sığınabileceğimiz liman yargıydı o da çöktü. Tam arkanızdaki yazı çöktü. Adalet mülkün temeli değildir, temel çöktü. Ben tek başıma bunu düzeltemem. HDP tek başına bunu düzeltemez. Eksiklerimizi yanlışlarımızı bize sizin gerekçelerinizi anlatın. Gerekçeleriniz; bir yurttaş, bir siyasetçi, bir gazeteci, bir aydın, şuna dikkat etmelidir diyebilmelidir. Kıyaslama açısından ne kadar doğru bilmiyorum ama geçenlerde beni ziyarete gelen avukat arkadaşlarımın elinde Londra’da bir sulh ceza hakiminin duruşma tutanağını gördüm. AİHM kararı gibi yazmış, her duruşmaları böyleymiş. Gerekçeleri her cümlede itinayla açıklanmış, herkesin anlayabileceği şekilde hakim hangi tutumu hangi kararı neden aldığını izah ede ede anlata anlata neredeyse her bir karar için uzun uzun, basit bir karar için 15-20 sayfalık tutanak tutmuş. Böyle olmalı. Selahattin Demirtaş 2 yıldır tutuklu. Muhtemelen yarın savcı diyecek ki “Senin dosyandaki bilgi belge falan filan tutukluluk halinin devamına…” Siz de diyeceksiniz ki katibe “Kopyala yapıştır geçen sefer niye tutuklanmıştı, onun aynısından”. Çok da umurumda değil ama yarattığınız trajediyi görmelisiniz. Yazık bu insanlara, gençlere, akademisyenlere yazık. Ülkenin beyni kaçıyor gidiyor, kimse burada fikir üretemiyor artık. Sanat üretemiyor, edebiyat üretemiyor. Kıraç topraklara dönüşüyor Türkiye. 15 yıldır engelliyorlar, şimdi daha sert engelliyorlar. Tweet atamıyor kimse korkudan tweet! Dolar oldu 6 küsur diyeni tutukladılar. Partimin il genel meclis üyesiydi. Ekonomik itibarsızlaştırma, uluslararası operasyonlara destek falan filan diye çocuğu tutukladılar. Ceza kanununda böyle bir suç yok. Nasıl yapacağız? Heyetiniz bilsin ki ben direniyorum. Size karşı değil, hukuksuzluğa karşı direniyorum. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum topluma, halka anlatmaya çalışıyorum. Yılmadım, bıkmıyorum, kendimi aklamaya çalışmıyorum. Türkiye toplumuna karşı borçluyuz biz. Çocuklarımız var büyüyecek bu ülkede yaşamaya devam edecek. Barış içinde yaşasın istiyorum çocuklarım. Sizin çocuklarınızla kardeş kardeş büyüsün, öbürünün çocuğu ile kardeş kardeş büyüsün. Öbür türlü içeride yatarız. Ne kadarsa bitin gitsin deriz. Ama yüreğimiz el vermiyor buna. Bizler siyasetçiyiz sizler hukukçusunuz, bir şeyler yapılması lazım. Bakın bu fezlekeler, bu suçlamalar bunlardan dolayı bizlerin sorguya tabi tutulması bu kadar yargılama, savunma, avukatlar, izleyiciler; çok yanlış. Her musibetten bir ders çıkarmak gerekir. Bu yargılama buraya doğru gitsin istiyorum. Son saniyeye kadar umudumu yitirmeden bunun için mücadeleye devam edeceğim, burada mücadeleye devam edeceğim. Son saniyeye kadar burada avukatlarımla birlikte, partimle birlikte, arkadaşlarımla birlikte Türkiye toplumunu hukuka davet edeceğim. İktidarı hukuka davet edeceğim. Bu mücadeleyi sürdüreceğim. Bu fezlekelerde daha önce de belirttiğim gibi siyasi görüşümle kendimi ifade etmem terör faaliyeti olarak addedilmiş. Yasa dışı gösterilmeye çalışılmış. Tümüyle hukuk dışıdır. Yapılanın kendisi suçtur. Bizim yaptığımız suç değildir. Dosyadaki deliller zaten bunun ispatıdır. Aleni tek bir deliliniz yok, olamaz da. Ne yaptığımızı, ne yapmadığımızı, neyin içinde olduğumuzu biliyoruz. Dolayısıyla bu fezleke de bir önceki fezlekeler gibi, birinci fezlekeden son fezlekeye kadar hepsinde olduğu gibi siyasi saiklerle hazırlanmıştır. Hiçbir suçlamayı kabul etmediğimi belirtiyor, 17. fezlekeyle ilgili savunmamı tamamlıyorum.
20 nolu fezlekede yine 2911 sayılı yasaya muhalefet, örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek suretiyle örgüt üyesi olmak. Suç tarihi olarak 04.05.2011 gösterilmiş fezlekenin de tarihi suç tarihi olarak gösterilenden yaklaşık 6 ay sonra.
(Demirtaş fezlekeyi okuyor.)
Ben bu fezlekeyle ilgili şunu söyleyeyim. Fezlekede belirtildiği gibi, ellerinde molotof kokteyli, havai fişek olan grubun içerisinde olduğum söylenmiş. Bu külliyen yalandır. Benim böyle bir grubun içerisinde olmam mümkün değil. Bunu ispatlayacak tek bir görüntü, tek bir delilleri varsa da ben o grubun üyesi olmayı kabul ederim ve derim ki, "tamam ben de molotofçuyum". Külliyen yalan.
Taziyeye gitmeyi bir insanlık görevi bilirim
Cenazelere katıldığımı daha önce de mahkemenizde beyan ettim, taziyeye gittim, cenaze namazına katıldım. Ama eğer bu tür eylemler olmuşsa, molotof atılmışsa, hiçbirinde benimle ilgili bir bağ kurulamaz. Partimin seçmeni olsun olmasın, taziyesi olan, acısı olan herhangi bir kişinin, kimliğine de bakmaksızın taziyeye gitmeyi bir insanlık görevi bilirim, bilmeye de devam ederim. Mahkemeye bunları ileriki aşamalarda dosyaya delil olarak sunmayı ayıp görüyorum. Fakat asker taziyelerine, cenazelerine de gittim, polis taziyelerine de gittim. Bunların bir kısmı basına yansıdı, bir kısmı yansımadı. Tabi savcılar bunları fezleke konusu yapmadığı için mahkemelerin de bilgisi olmaz.
Taziye mevzusunu tartışmak ayıp
Fakat ölüm acısı kalanla ilgilidir, gidenle ilgili değildir. Bu taziye mevzusu Türkiye’de yargıda çok tartışıldı ben bunun çok ayıp olduğunu düşünüyorum. Hani inancımızı kültürümüzü bir kenara bırakalım. Sen birinin cenazesine katılıp, silahlı örgüt üyesi diyelim ki çatışmada öldürüldü. Cenazeye katıldın, dedin ki, "onun silah kullanarak dağa çıkmış olması çok iyi bir şeydi" veya bu mahiyette bir konuşma yaptın. "Kendisi iyi ki savaştı, iyi ki dağa çıktı. Biz de bundan sonra silahlı mücadelesini devam ettireceğiz". Örneğin bunu söylemek şiddet övgüsü ve propagandası açısından tartışılır, fakat öldürülen, ölen kişinin annesinin, ailesinin acısını paylaşmak örgüt faaliyeti ile alakalı bir durum olamaz. Bunu yargı faaliyeti konusu yapmak da inciticidir. Çünkü taziye kalanla ilgilidir. Gidenin suçu var mıydı, yok muydu? Kişi öldükten sonra yeryüzündeki hukuk sistemine tabii değildi artık. Ne yargılanabilir, ne suçlu ilan edilebilir. İnancımıza göre de yeryüzündeki onunla ilgili bütün hüküm kalkar, o artık yaradanın hükmüne tabidir. Günahı var mıdır, yok mudur o artık bizim işimiz değildir. Fakat kalanların, ailenin ölen kişinin olası suçlarına bağlı olarak suçlu kabul edilip onlara taziye sunulmasının da suç kabul edilmesi, suçların ve cezaların kişiselliği ilkesinin de çiğnenmesi, inanç, ahlak ve kültürün de yok sayılmasıdır.
Bu bir siyasi faaliyet de değildir. Siyaseten taziyelere katılmaz insanlar. Öyle de yapmamak lazım, göstere göstere de yapmamak lazım. Bir insanın acısını paylaşmak manevi bir dayanışmadır ve ben de dahil arkadaşlarımın her biri önümüzdeki günlerde fezleke sırası gelirse açık grup konuşmalarında ve başka yerlerde açıklamalarımda da görebilirsiniz, aileye şu tesellide bulunduk: "İnşallah bu son ölüm olur. Sizin evladınız veya başkasının evladı. Bu insanların kaybının bir yerde de sorumlusu bizleriz, siyasetçileriz. Biz çözemedik, bizim çocuklar dağlarda birbirlerini öldürüyorlar. Dolayısıyla biz size barış sözü veriyoruz, acınızı paylaşıyoruz, inşallah bu ülkeye barışı getiririz." Yaptığımız konuşmalar, mesajlar da budur.
"Sen bu taziyeye gitmiş olmakla başlı başına örgüt suçu işledin" deniyorsa ben bu olayı hatırlamıyorum, CD’de de görünmüyor deniyor. Ama ben cenazelere, taziyelere katıldım, taziye evi ziyaretleri yaptım, aileyi evinde ziyaret edip başsağlığı da diledim. Bunun suç olduğunu da düşünmüyorum. Suçlama konusu olmasını da yanlış buluyorum. Fezlekede bahsedilen bu tür olaylar yaşanmış mıdır? Bahsedilen böyle olaylı geçen cenazeler oldu. Fakat bunların benimle doğrudan dolaylı hiçbir bağı kurulamaz, doğru da değildir. Böyle bir şeyin içinde olmam mümkün de değildir. Bir partinin eş başkanı, milletvekili olarak havai fişek, molotof kokteyli bulunan bir grubun içerisinde olduğum söyleniyor fezlekeye göre. Bunu zinhar reddediyorum. Asla böyle bir şey yoktur, olamaz.
Dediğim gibi herhangi bir yerde bir şiddet olayına rastlamışsak da bunu durdurmak, önlemek için girişimde bulunmuşuzdur en fazla. Molotof kokteylli bir grubun parçasıymışım gibi beni gösteren fezlekeyi de reddediyorum, savcının ithamını da reddediyorum. Ahmet Karaca şu anda nerede biliniyor zaten. Bu fezleke bu şekilde delilsiz, incelemesiz Meclis’e gönderilmesi de ayıptır. Katılmışsam da, hatırlamıyorum 2011 deniliyor, aileye destek sunmak için ya camiye gitmişimdir, ya mezarlığa ya da taziye evinde gitmişimdir. Üçünden birini yapmış, aileye taziye sunup ayrılmışızdır. Onun dışında bir şiddet eylemi olayına bizim dahil olmamız kesinlikle söz konusu değildir, tasvip etmemiz de söz konusu değildir. Cenaze vesilesiyle şiddet, taş, molotof vs kullanılmasını da ben hiçbir zaman tasvip etmedim. Hiçbir vesileyle kullanılmasını da tasvip etmedim ama cenaze gibi maneviyatı olan bir törende bu tür şeylerin olmaması gerektiğini katıldığım toplantılarda da her zaman belirttim. Görüşüm de budur. Burada olmuşsa bu tür olaylar, tasvip edeceğim olaylar değildir. Mutlaka bir şeyler olmuş ki tutanaklara geçmiş, fakat benimle ilgili hiçbir şekilde bir bağı kurulamaz. CD’de de hiçbir yerde görüntü veya ses kaydıma rastlanılmadığı söyleniyor. Varsa herhangi bir görüntü veya ses kaydım ne konuşmuşum, ne yapmışım bana izah edilirse ben de savunmamı ona göre yapabilirim. Ama bu haliyle yapılabilecek başka bir savunma yok.
Bir kesik parmak, bir parmağı kesilmiş çocuk, bir de hakkında fezleke Demirtaş
(Mahkeme Başkanının olay tutanağını okuması ve Demirtaş'a, "olay tutanağına bir diyeceğiniz var mı" diye sorması üzerine;)
Ne diyeyim bilmiyorum ki. Söylenecek çok söz var ama, ismim yok değil mi tutanakta? Şunu söyleyeyim, 'savcının kumpas fezlekesi' derken şunu kastediyorum; şöyle bir ortam düşünün PKK tek başına ateşkes ilan etmiş, eylemsizlik kararı var, silahlı eylem yapmayacak, bizler de siyasetçiler olarak siyasi çözüm arıyoruz. Tam böyle bir ortamda Tunceli'de birileri askeri operasyon yapıyor, 7 örgüt mensubu öldürülüyor. Bu Türkiye'nin çatışmalı ortamında olağan görülebilir. Fakat hatırladığım bu olayda siz olay tutanaklarını okuyunca, cenazelere yapılan işkence mevzusu geçince hatırladım olayı; yani ‘Türkiye'de çatışmada şu kadar terörist öldürüldü’ diye haberleri hepiniz duyarsınız. Ama oradaki asıl hassas nokta şuydu; cenazelere işkence yapılmıştı. Ölü bedene. Bu otopsi raporlarıyla, morgdaki tespitlerle basına yansıyınca asıl kıyamet koptu. Yani yine siyasi barışçı çözüm arıyorsunuz, birileri halkı tahrik etmek için ısrarla öldürülen kişinin cenazelerine vücut bütünlüğünü bozacak şekilde işkence yapıyor. Bunu da görünür hale getiriyor, duyulur hale getiriyor. Olay tutanağını okudunuz. Sabahtan akşama kadar Diyarbakır'ın çeşitli mahallelerinde olaylar olmuş. Gençler, öfkeli, halk öfkeli, cenazelere yapılan işkencelerden öfkeli. Tabi ki şiddet birine zarar vermişse, mala mülke zarar vermişse suçtur. Savunacak halimiz yok. Fakat bu halkı provoke eden anlayışı gözden kaçırmamak lazım. O dönem için dikkatinizi bir de şuna çekiyorum; bütün olaylar sonrasında yakalanan bir kesik parmak bir de parmağı kesilmiş çocuk, bir de hakkında fezleke hazırlanmış Selahattin Demirtaş. Başka da bir şey demeyeyim, anlayan anladı.
Kaynak: "Demirtaş'ın savunmasının 2. kısmı". hdp.org.tr. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 22 Mart 2023.
Bu eser 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 31. maddesine göre Vikikaynak'ta yer almaktadır:
Madde 31 - Türkiye Cumhuriyeti'nde resmen yayımlanan veya ilân olunan kanun, tüzük, yönetmelik, tebliğ, genelge ve kazai kararların çoğaltılması, yayılması, işlenmesi veya herhangi bir suretle bunlardan faydalanmak serbesttir. |