yakın olmak şuuru, gidip kendisiyle konuşmak, onu ikna etmek düşüncesi beni hiç bir zaman terketmemişti. Fakat şimdi tamamen âcizdim. Aradaki bu muazzam mesafe elimi kolumu bağlıyordu. Evde kapanıyor, odadan odaya dolaşıyor, onun mektuplarını ve benim geri gelen mektuplarımı tekrar tekrar okuyor, o zamana kadar gözümden kaçan noktalar üzerinde duruyor ve acı acı gülüyordum.
İşlerime, hattâ alelûmum kendime karşı alâkam birdenbire azalmış, yok denecek bir hale gelmişti. Zeytinleri silkmek, toplamak, fabrikaya götürüp yağ çıkartmak işlerini şunun bunun elinde bıraktım. Bazan çizmelerimi çekip kırlara çıksam bile, hiç insan yüzü görmiyeceğim taraflarda dolaşmağı tercih ediyor, geceyarısı eve gelip mindere uzanıyor ve bir kaç saat uykudan sonra ertesi sabah, «neden hâlâ yaşıyorum?» diye acı bir hisle uyanıyordum.
Maria Puder’le tanışmadan evvelki boş, gayesiz, maksatsız günler, eskisinden çok daha ıstırap verici bir halde, yeniden başlamıştı. Arada bir fark vardı: Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu. Etrafımın artık hiç farkında değildim. Hiç bir şeyden zevk almama imkân olmadığını hissediyordum.
Bir müddet, kısa bir müddet, o kadın beni her zamanki âciz, miskin halimden kurtarmış, bana erkek, daha doğrusu insan olduğumu, benim de işimde, yaşamağa müstait taraflar bulunduğunu, dünyanın zannedildiği kadar manasız olmıyabileceğini öğretmişti. Fakat ben, onunla aramdaki rabıtayı kaybeder etmez, onun tesirinden kurtulur kurtulmaz, tekrar eski halime dönmüştüm. Ona ne kadar muhtacolduğumu şimdi anlıyordum. Ben hayatta yalnız başına yürüyebilecek bir insan değildim . Daima onun gibi bir desteğe muhtaçtım. Bundan mahrum olarak yaşamam mümkün olamazdı. Buna rağmen yaşadım... Ama, işte netice meydanda... Eğer buna yaşamak demek caizse, yaşadım...