«Burada oturanı!»
Yüzüme dikkatle baktıktan sonra, ters bir tavırla:
«Orada kimse yok!» dedi. Yüreğim hopladı:
«Başka yere mi taşındılar!»
Telâş ve heyecanım karşımdakini biraz yumuşatmışa benziyordu, başını sallıyarak cevap verdi:
«Hayır, annesi hâlâ Pragdan gelmedi. Kendisi de hastalandı, bakacak kimsesi olmadığı için hasta kasasının doktoru hastaneye kaldırttı!»
Bunları söyliyen kıza doğru koştum:
«Hastalığı nedir? Ağır mı? Hangi hastaneye kaldırdılar? Ne zaman?..»
Suallerimin hücumu karşısında şaşıran hizmetçi, bir adım geri çekildi ve:
«Bağırmayın, ev halkını uyandıracaksınız... İki gün evvel kaldırdılar; galiba Charité’ye götürdüler!» dedi.
«Hastalığı?»
«Bilmiyorum!»
Arkamdan hayretle bakan hizmetçi kıza teşekkür bile etmeden merdivenleri dörder dörder atladım. İlk rasgeldiğim polisten Charité dedikleri bu hastanenin nerede olduğunu öğrendim. Ne maksatla olduğunu bilmeden oraya gittim. Yüzlerce metre uzunluğundaki büyük, taş bina içime bir ürperme verdi. Fakat ben hiç tereddüt etmeden büyük kapıya gittim ve kapıcıyı odasından çıkardım.
Geceyarısından sonra gelen ve bu müthiş soğukta kendisini rahatsız eden ziyaretçiye karşı belki de hakkettiğinden biraz fazla nezaket gösteren kapıcının bana verebilecek hiçbir bilgisi yoktu. Ne böyle bir kadının geldiğinden, ne hastalığından, ne de nereye yatırıldığından haberi vardı. Her sualime, canı sıkıldığı halde gülümsemeğe çalışarak: «Yarın dokuzda gelin, öğrenirsiniz!» demekle mukabele ediyordu.
Maria Puder’i nekadar sevdiğimi ve ona nasıl delice bağlı olduğumu, sabaha kadar yüksek taş duvarların etra-