hatırlıyorum; o zaman kendi hakkımda verdiğim hükümlerde hatâ etmiş olmadığımı görüyorum...
Koşa koşa asfalt yola geldim ve Berline doğru yürümeğe başladım. Dün akşamdan beri bir şey yememiştim, fakat midemde açlıktan ziyade bir nevi bulantı hissediyordum. Bacaklarımda yorgunluk değil, gövdeme doğru yayılan bir gerilme vardı. Bu sefer ağır ağır ve düşüncelere dalarak gidiyordum. Şehre yaklaştıkça ümitsizliğim artıyordu. Bundan sonraki günlerimin ondan ayrı olarak geçeceğini bir türlü kabul edemiyor, bu ihtimali ciddilikten uzak, gülünç, imkânsız buluyordum... Hiçbir zaman başımı eğip yalvarmağa gidemezdim. Böyle bir şey hem elimden gelmez, hem de bir faydası olmazdı... Çocukluğumda kurduğum hayallere benziyen, fakat onlara nazaran daha delice, daha saçma ve daha kanlı şeyler tasavvur ediyordum: Gece, tam onun Atlantik’te numara yaptığı sıralarda, kendisini telefona çağırmak, rahatsız ettiğim için af diledikten sonra, kısaca veda ederek, mikrofon başında kafama bir kurşun sıkmak, ne güzel olurdu! Bu müthiş sesi duyunca, evvelâ ne olduğunu anlamıyarak bir müddet duracak, sonra deli gibi «Raif! Raif!» diye bağırıp benden bir cevap almağa çalışacaktı. Yerde son nefesimi verirken ihtimal ki, bu sesleri de duyar ve gülümsiyerek ölürdüm. Benim nereden telefon ettiğimi bilmediği için çaresizlik içinde çırpınacak, polise haber veremiyecek ve ertesi gün elleri titriyerek gazeteleri karıştırıp, esrarı çözülemiyen bu facia hakkındaki tafsilâtı okurken kalbi nedamet ve yeis içinde çırpınacak, ömrünün sonuna kadar beni unutamıyacağını, kendimi kanla hâtırasına bağladığımı anlıyacaktı.
Şehre yaklaşmıştım. Gene ayni köprülerin altından ve üstünden geçtim. Akşam olmağa başlamıştı. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Küçük bir parka girip oturdum. Gözlerim yanıyordu. Başımı arkaya atarak gökyüzüne baktım. Karlar ayaklarımı donduruyordu. Buna rağmen saatlerce