Maria’ya karşı haksızlık ettiğimi çabucak anladım. Onu, herşeye rağmen, bu çeşit bir mahlûk addedemezdim. Sonra onun da nekadar ıstırap çektiğini görmüştüm. Sırf bana acıdığı için bu kadar üzülmesine imkân yoktu. O da aradığı ve bulamadığı bir şeye yanıyordu. Fakat bu neydi? Bende, daha doğrusu aramızdaki münasebette eksik olan neydi?
Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiç bir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesinde imiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.
Bunun böyle olmaması lâzımdı. Fakat, Maria’nın da dediği gibi, yapılacak bir şey yoktu; hele benim tarafımdan...
Onun bana böyle yapmıya ne hakkı vardı? Senelerden beri, boşluğunu apaçık görmeden, şöyle böyle bir ömür sürmüş, insanlardan kaçsam bile, bunu tabiatımın acayipliğine vermiş, sürüklenip gitmiştim , fakat beni memnun edecek hayat hakkında da bir fikrim yoktu. Yalnızlığımı hissediyor ve üzülüyordum, fakat bundan kurtulmanın mümkün olabileceğini ummuyordum. Maria, daha doğrusu onun tablosu karşıma çıktığı vakit, bu halde idim. O beni birdenbire sessiz ve karanlık dünyamdan ayırmış, ışığa ve sahiden yaşamıya götürmüştü. Bir ruhum bulunduğunu ancak o zaman farketmiştim . Şimdi, geldiği kadar sebepsiz ve âni, çekilip gidiyordu. Fakat benim için bundan sonra eski uykuya dönmek imkânı yoktu. Yaşadığım müddetçe türlü türlü yerler gezecek, dilini bildiğim ve bilmediğim insanlarla tanışacak ve her yerde, herkeste onu, Maria Puder’i, Kürk Mantolu Madonnayı arıyacaktım. Onu bulamıyacağımı daha şimdiden biliyordum. Fakat aramamak elimde olmıyacaktı. Beni, bütün ömrümce bir meçhulü, mevcudolmıyan bir şeyi aramıya mahkûm ediyordu. Bunu yapmamalı idi...