Sayfa:Birdenbire sönen kandilin hikayesi.pdf/3

Bu sayfa doğrulanmış

Sayfa:14
Sayı: 1
ATSIZ MECMUA

ne karışıyordu.
  Ve ben bütün korkuma rağmen ne­rede ve nasıl biteceğini bilmediğim bu merdiveni kıvrıla kıvrıla çıkıyordum... San­ki onun parmaklarından benim omuzuma geçen bir irade beni sevkediyor, ayakla­rımı daracık basamaklar üzerinde — ona yetişmek için — çabuk çabuk hareket­ ettiriyordum.
  Her kata yaklaştığımızda beni sürükliyen adamın evvelâ karışık saçlı başı belli oluyor, sonra hafif bir aydınlık yavaş yavaş bütün vücuduna yayılıyordu. Eyvah... Gece, bu merdivenlerden çok aydınlıktı.
  Her katta yarısına kadar açılmış oda kapıları vardı, bomboş odalara açılan kapılar... Ve dar pencerelerden nur halinde giren gece, bu kapılardan bize kadar uzanıyordu. Ve pencerelerin dışında silûet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağlar... Hayat ve ziya âlemi vardı. Ben bu yarım aydınlığın verdiği cesaretle ona soruyor­dum:
  “Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?..
  Eğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak yavaşça tekrar ediyordu:
  “Siz birdenbire sönen kandilin hikâyesini okudunuz mu?..
  “Hayır!..
  “Pek alâ yürüsenize!..
  Parmaklar etlerime büsbütün geçiyor, bir külçe halinde tekrar sürükleniyordum...
  Bu sefer de merdivende evvelâ başı kayboluyor, önümde, siyah ve geniş pan­tolonun içinde kuru bir dal gibi duran ve basamakları çabuk çabuk atlıyan iki ayak kalıyordu... Sonra yine o mayi halindeki karanlık, yine kopup düşen meyvaların haykırışı, ayak seslerimiz ve hep­sinin yerden toprak altından gelen bir feryat halinde yaptıkları korkunç uğultu...
  Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor; kapılar yarı açık boş odaları, bıçak yarası gibi ince uzun pencereleri, ve artık tepelerindeki birkaç yaprağı farkedilen siyah ağaçları tekrar görüyordum. Her katta, daha kuvvetsiz olarak dudaklarım kımıldıyordu:
  “Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?,,
  Fakat cevap hep aynı idi:
  “Siz birdenbire sönen kandilin ne ol­duğunu biliyor musunz? O halde yürüyün!.»
  Cehennemî çıkış tekrar başlıyordu.. Nihayet nerede olduğumu, ne kadar zaman­dır bu yükselişin devam ettiğini, hatta kendimi bile büsbütün unuttuğum bir za­manda birdenbire durduk... Önümdeki adam, eliyle bir kapağı kaldırdı ve oradan girdik.. Kapağı tekrar kapamak için omu­zumu bıraktığı zaman derin bir rü­yadan uyanıyormuş gibi oldum ve etrafı­ma baktım..
  Burası yuvarlak bir odaydı ve kule­nin en tepesinde olduğunu tavandaki camekânlı, küçük kubbeden anlıyordum.. Oda ötekilerin büsbütün aksine olarak çok güzel döşenmişti... Karanlık duvar kenarlarında muhteşem koltukların göl­geleri belli oluyordu. Tam camekânlı kubbenin altında, yani odanın ortasında yuvarlak bir masa ve onun üzerinde ha­reket etmiyen bir alevle hafif hafif ya­nan bir yağ kandili vardı.. Aynen içinde bulunduğumuz binanın şeklinde bir kandil...
  Uzaktaki köşede, içersinde biri yatıyormuş gibi kabarık duran bir yatak var­dı. Bana nazaran mail olduğu için kimin yattığını göremiyordum. Dayanılmaz bir merakın dürtmesiyle yaklaştım...
  Ve orada yatanı gördüm... Gördüm... Ve boğazına şişler sokulan bir hayvan gibi feci bir çığlık kopardım...
  Orada bir iskelet yatıyordu... Kuru­muş ve siyahlaşmış etleri yanak kemiklerine yapışmış ve sarı saçları çürük bir yastığa küme küme yığılmış bir kadın is­keleti.
  Bu anda kırılan bir camın şangırtısını andıran bir kahkaha kulağımın dibinde patladı. Siyah elbiseli adam:
  “Pek mi korktun?. diyordu, niçin, niçin korkuyorsun?.. Senden, yani hayat­tan büsbütün ayrı bir şey diye mi?.. Fakat bu aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki?.. Hiç!.. Bak...