ne karışıyordu.
Ve ben bütün korkuma rağmen nerede ve nasıl biteceğini bilmediğim bu merdiveni kıvrıla kıvrıla çıkıyordum... Sanki onun parmaklarından benim omuzuma geçen bir irade beni sevkediyor, ayaklarımı daracık basamaklar üzerinde — ona yetişmek için — çabuk çabuk hareket ettiriyordum.
Her kata yaklaştığımızda beni sürükliyen adamın evvelâ karışık saçlı başı belli oluyor, sonra hafif bir aydınlık yavaş yavaş bütün vücuduna yayılıyordu. Eyvah... Gece, bu merdivenlerden çok aydınlıktı.
Her katta yarısına kadar açılmış oda kapıları vardı, bomboş odalara açılan kapılar... Ve dar pencerelerden nur halinde giren gece, bu kapılardan bize kadar uzanıyordu. Ve pencerelerin dışında silûet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağlar... Hayat ve ziya âlemi vardı. Ben bu yarım aydınlığın verdiği cesaretle ona soruyordum:
“Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?..
Eğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak yavaşça tekrar ediyordu:
“Siz birdenbire sönen kandilin hikâyesini okudunuz mu?..
“Hayır!..
“Pek alâ yürüsenize!..
Parmaklar etlerime büsbütün geçiyor, bir külçe halinde tekrar sürükleniyordum...
Bu sefer de merdivende evvelâ başı kayboluyor, önümde, siyah ve geniş pantolonun içinde kuru bir dal gibi duran ve basamakları çabuk çabuk atlıyan iki ayak kalıyordu... Sonra yine o mayi halindeki karanlık, yine kopup düşen meyvaların haykırışı, ayak seslerimiz ve hepsinin yerden toprak altından gelen bir feryat halinde yaptıkları korkunç uğultu...
Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor; kapılar yarı açık boş odaları, bıçak yarası gibi ince uzun pencereleri, ve artık tepelerindeki birkaç yaprağı farkedilen siyah ağaçları tekrar görüyordum. Her katta, daha kuvvetsiz olarak dudaklarım kımıldıyordu:
“Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?,,
Fakat cevap hep aynı idi:
“Siz birdenbire sönen kandilin ne olduğunu biliyor musunz? O halde yürüyün!.»
Cehennemî çıkış tekrar başlıyordu.. Nihayet nerede olduğumu, ne kadar zamandır bu yükselişin devam ettiğini, hatta kendimi bile büsbütün unuttuğum bir zamanda birdenbire durduk... Önümdeki adam, eliyle bir kapağı kaldırdı ve oradan girdik.. Kapağı tekrar kapamak için omuzumu bıraktığı zaman derin bir rüyadan uyanıyormuş gibi oldum ve etrafıma baktım..
Burası yuvarlak bir odaydı ve kulenin en tepesinde olduğunu tavandaki camekânlı, küçük kubbeden anlıyordum.. Oda ötekilerin büsbütün aksine olarak çok güzel döşenmişti... Karanlık duvar kenarlarında muhteşem koltukların gölgeleri belli oluyordu. Tam camekânlı kubbenin altında, yani odanın ortasında yuvarlak bir masa ve onun üzerinde hareket etmiyen bir alevle hafif hafif yanan bir yağ kandili vardı.. Aynen içinde bulunduğumuz binanın şeklinde bir kandil...
Uzaktaki köşede, içersinde biri yatıyormuş gibi kabarık duran bir yatak vardı. Bana nazaran mail olduğu için kimin yattığını göremiyordum. Dayanılmaz bir merakın dürtmesiyle yaklaştım...
Ve orada yatanı gördüm... Gördüm... Ve boğazına şişler sokulan bir hayvan gibi feci bir çığlık kopardım...
Orada bir iskelet yatıyordu... Kurumuş ve siyahlaşmış etleri yanak kemiklerine yapışmış ve sarı saçları çürük bir yastığa küme küme yığılmış bir kadın iskeleti.
Bu anda kırılan bir camın şangırtısını andıran bir kahkaha kulağımın dibinde patladı. Siyah elbiseli adam:
“Pek mi korktun?. diyordu, niçin, niçin korkuyorsun?.. Senden, yani hayattan büsbütün ayrı bir şey diye mi?.. Fakat bu aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki?.. Hiç!.. Bak...
Sayfa:Birdenbire sönen kandilin hikayesi.pdf/3
Bu sayfa doğrulanmış
Sayfa:14
Sayı: 1
ATSIZ MECMUA