Bütün bu eski vâdi mürevviçleri Talim-i Edebiyat müellifini sevmezlerdi. Naci de onlara pek insafsızcasına iltihak etmişti. Filhakika Ekrem'in şiirlerinde bilfarz bir Avni'deki, bir Arif Hikmet'teki, bir İskofçalı'daki insicam-ı kelam, metanet-i elfaz yokdu. Hatta bazen lafzi kusurlar bile vardı. Lakin manada rikkat, rikkat-ı hissiyat, letafet, cazibe itibariyle vadi-yi kadimin o bülend mertebe üstadları bile bu tarz-1 cedid mualliminin ka'bına yaramazlardı. Sırf bu nokta-yı nazardan:
Gölümde olmasa kara sevda-yı vasl-ı yar
Neydi işim içinde şu derya-yı zülmetin?
Bir kerecik daha görün, nur-u çeşmim can!
Öldürdü hasretin beni öldürdü hasretin
bedialarını ihtiva eden Yakacık'da bir Mezarlık Alemi bir neşidenin emsalini divanlarımızda pek bulamayız.
Fakat hakikatı söylemek lazım ise Ekrem Bey de Naci'ye karşı insafsız idi. İlk önce insaf ile davranmış, Muallimin o latif gazeli marufunu tahmis etmişti, Feryad gibi, Kuzu gibi bazı hoş, selis manzumelerini Talim-i Edebiyata almıştı, kadirşinaslık göstermişti. Lakin sonra birden bire biçarenin aleyhine dönmüştü. Müthiş bir hasm-1 edebi, hatta hasm-ı canı oldu.
Bir gün Mekteb-i Mülkiyede derste Ekrem Bey bana Ziya Paşanın Tercibendinden:
Bu kârgâh sun-u acip dershanedir
Her nakış bir kitab-1 ledünden nişanedir
beytiyle başlayan parçayı tahtaya yazdırdı. Yazdırdıkça her beyti. ayrı ayrı bütün talebeye hitaben izah etti.
Sonra :
Ol zerre-yi cismiyeyi fanus-u şuadar
Olmuş muhit-i tuve bi tuve nesim-i pâk
misraına gelince, «tuve bi tuve» tabirini «çepeçevre», eliyle tarif ederekden tercüme eyledi. Halbuki «tuve» lugatta yığın, küme demekti..
İçimizde ciddi arapça bilenler vardı. Onlardan biri olsa gerek, yemez, içmez gider, Ekrem Beyin hatasını Naci'ye yetiştirir. O mübarek de IMDAT-UL-IMDAT'ta bu vak'ayı bir fıkra tarzında müstehziyane ve müzeyyifane hikâye eyler, cihana anlatır, ifşa eder, hatta nihayette :
Başına ebna-yı cinsin bak neler gelmiş neler?
Tuve tuve basdığı topraklar insandır bütün
beyt-i meşhurunu irat eyler..
Fakat Üstad Ekrem de bu ifşaatı görür görmez küplere biner, o kadar ki o hafta derse geldiği vakit âdeta ateş püskürdü, Naci için söylemediği bırakmadi, bizi bile kasdı kavurdu, bu münafikliği edeni hakaretlere boğdu. Hepimize gayetle dürüştane muamele et- ti. Hadiseyi anlatırken: «Tahtaya da işte bu adam yazmıştı.» diye beni unf ile gösterdi. Ekrem Bey tab'an hadid-el-mizaç idi. Naci'den bahsederken bu hiddet-i mizacı son dereceye vardırıyordu. Her hu- susi mülakatımızda ise bize daima o bahsi açıyordu...
Bir bayram günü tebrik için İstinye'ye, yalısına gittikdi. Üstad bizi bermutad nüvazişle kabul eyledi. Bizimle konuşurken Tefekkürde73:
Vicdan nedimi, munis-i can, hemdem-i fuad
diye tarif eylediği o mini mini Nijad geldi. Nijad kapıdan içeri girince o peder-i müşfikin simasında birden bire lemalar uçuşmağa başladi. Br köşede öbür dilsiz, anadan doğma eble oğlu melûl melúl oturuyordu, Ekrem Bey ona bakmıyordu. Hep Nijad ile uğraşıyor, bize Nijad'ın şetaretlerinden bahsediyordu. Nihayet bir müddetcik sonra çocuk çekildi, gitti. Zavallı Nijad, daha o zaman, öyle küçücük iken şiddet-i zekâsiyle parlıyordu.
Bilmem ne münasebetle yine bu ziyaretimizde Üstad Ekrem Muallim Naci'den bahis açtı, şu sözleri söyledi:
<<Deminden beri anlatıyordu. Bu sarhoş, bu mağşuş herif geçen gün neşreylediği bir hezeyannamede kendi kendine:
Ey dahiye, sen şimdilik ol sabir-i zillet!
Heykel dikecek sonra senin namina millet!
diyormuş. Bu millet böyle bir mağşuşa heykel dikmeğe tenezzül edecek ise vay halimize! Fakat mesele o değil. Bu sersemin enaniyeti, hub-i nefsi ne dereceye kadar varıyor, görmeli. Teessüf olunur ki hâlâ edebiyat diye matbuatımızda böyle hezeyanı görüyor ve buluyoruz.>>
Ekrem Bey böylece Naci'den hırsını, hiddetini aldıktan sonra dayanamadım, dedim ki:
«Fakat Efendimiz, o beyti size yanlış anlatmışlar. Naci Efendi o hitabı nefsine değil, Kristof Kolomb'a tevcih ediyor, o heykelin
47