— Bir iki gün önce beş on tane vardı ama, onları da salataya doğradık!... -diyor.
— Şakayı bırak yahu! Sahiden hiç yok mu buralarda çingene?
— Birkaç gün önce beş on tane vardı, onlar da işlerini bitirdiler, çadırlarını topladılar, Ferhatpaşa çiftliğine yollandılar. Ne yapacaksın ki soruyorsun çingeneleri, turşusunu kuracaksın mübareklerin?...
— Hiç... laf olsun diye sordum!
Barba eliyle Litroz'un karşısındaki Vidos köyünü gösterdi:
— Nah karşıki köyün alt yanında kıyamet gibi çingene çadırı var. Lâzımsa git, oraya, daniskasını bulursun mübareklerin...
— Peki Barba... Sen belki bilirsin, bunların içinde iyi çalgı çalan ve şarkı söyleyen yok mudur?
— Sen nereden geliyorsun buraya evlât?
— İstanbul'dan...
— Koskoca İstanbul'da çalgıcı, şarkıcı çingene bulamadın da buraya mı geldin? Gözün görmedi mi o canım Sulukule'yi, gözün görmedi mi o canım Kasımpaşa'yı, gözün görmedi mi o hepsinden kıyak Ayvansaray'daki Loncayı? Anlaşılan sen, İstanbulu'n acemisi olmalısın?...
— Değilim Barba... ancak benim aradığım başka şey...
Barba, çok tuhaf bir adamdı, onun için bana şu cevabı verdi:
— Ara bakalım yavrum, ara! Menşur kelâmdır: Arayan mevlâsını da bulur, belâsını da!...
Bu hazırcevap, nükteci ve biraz da tok sözlü
Barba ile hemen ahbap olduk. Bana bu göçebe