Nutuk/18. bölüm/Memlekette sükûn ve asayiş tesisi için tatbik edilen fevkalâde tedbirlerin feyizli neticeleri

Muhterem Efendiler, ciddî icâbat üzerine, Hükümet’çe fevkalâde tedbirler alınması lüzumuna dair ilk izhâr-ı kanaat ettiğimiz zaman, bunu hüsn-i telâkki etmeyenler vardı.

Takrir-i Sükûn Kanunu’nu ve İstiklâl Mahkemelerini, vasıta-i istibdat olarak kullanacağımız fikrini ortaya atanlar ve bu fikri telkine çalışanlar oldu.

Şüphe yok ki zaman ve vakayi, bu şâyân-ı nefret fikri telkine çalışanları, elbette hacîl mevkie düşürmüştür.

Biz, fevkalâde ittihâz olunan ve fakat kanunî olan tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir suretle, kanunun fevkine çıkmak için vasıta olarak kullanmadık. Bilakis, memlekette sükûn ve asayiş tesisi için tatbik ettik. Devletin hayat ve istiklâlini temîn için kullandık. Biz, o tedbirleri, milletin medenî ve ictimâi inkişafında istifadeli kıldık.

Efendiler, aldığımız fevkalâde tedbirlerin tatbikine lüzum kalmadığı görüldükçe, onların tatbikinden sarf-ı nazar edilmekte tereddüt gösterilmemiştir. Nitekim İstiklâl Mahkemeleri, zamanında tatil-i faaliyet eyledikleri gibi, Takrir-i Sükûn Kanunu da müddet-i mer’iyeti hitamında tekrar Büyük Millet Meclisi’nin huzûr-ı tetkikine arz olundu. Meclis, kanunun bir müddet daha idâme-i mer’iyetini lüzumlu görmüş ise elbette bu, millet ve Cumhuriyet’in âli menfaatleri icabı olduğundandır. Meclis-i Âli’nin bu kararı, bize vasıta-i istibdat vermek maksadına ma’tûf tasavvur olunabilir mi?

Efendiler, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun câri ve İstiklâl Mahkemelerinin hâl-i faaliyette bulunduğu müddet zarfında, yapılan işleri göz önüne getirecek olursanız, Meclis’in ve milletin emniyet ve itimâdının, tamamen mahalline masrûf olduğu kendiliğinden anlaşılır. Memlekette ika’ edilen, büyük isyan ve su-i kastlar bertaraf edilerek, temîn olunan asayiş ve huzur, elbette umûmca mûcib-i memnuniyet olmuştur.

Efendiler, milletimizin başında cehil, gaflet ve taassubun ve terakki ve temeddün düşmanlığının, alâmet-i fârikası gibi telâkki olunan fesi atarak onun yerine bütün medenî âlemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle, Türk milletinin, medenî hayat-ı ictimâiyeden, zihniyet itibarıyla de hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lâzime idi. Bunu, Takrir-i Sükûn Kanunu câri olduğu zamanda yaptık. Bu kanun câri olmasaydı, yine yapacaktık. Fakat bunda, kanunun mer’iyeti de sühûlet-bahş oldu denirse, bu çok doğrudur. Fi’l-hakika, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun mer’iyeti, bazı mürtecilerin, milleti vâsi mikyasta tesmîm etmesine meydan bırakmamıştır. Gerçi, bir Bursa mebusu, bütün hayat-ı teşriiyesinde, hiçbir vakit kürsüye çıkmamış ve hiçbir vakit Meclis’te, millet ve Cumhuriyet menfaatlerini müdafaa için bir tek kelime dahi telaffuz etmemiş olan Bursa Mebusu Nurettin Paşa, yalnız şapka iksası aleyhinde, uzun bir takrir vermiş ve bunu müdafaa için kürsüye çıkmıştır. Şapka iktisasının “hukuk-ı esasiye ve hâkimiyet-i milliye ve masûniyet-i şahsiye hilâfında muamele” olduğunu iddia etmiş ve bunun “halka adem-i tatbikinin temîn ve teyid” olunmasına çalışmıştır. Fakat Nurettin Paşa’nın, millet kürsüsünden galeyâna getirmeye muvaffak olduğu taassup ve irtica hisleri, nihayet birkaç yerde, yalnız birkaç mürteciin İstiklâl Mahkemelerinde hesap vermeleriyle söndü.

Efendiler, tekke ve zaviyelerle, türbelerin seddi ve ale’l-umum tarîkatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık ve ilâ... gibi birtakım unvanların men’ ve ilgası da Takrir-i Sükûn Kanunu devrinde yapılmıştır. Bu husustaki icrâât ve tatbikat, heyet-i ictimâiyemizin, hurafe-perest, ibtidâi bir kavim olmadığını göstermek nokta-i nazarından ne kadar elzem idi, bu takdir olunur.

Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, nüshacılara talih ve hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkeb bir kütleye, medenî bir millet nazarıyla bakılabilir mi? Milletimizin hakikî mahiyetini, yanlış manada gösterebilen ve asırlarca göstermiş olan bu gibi anâsır ve müessesat, yeni Türkiye Devleti ’nde, Türk Cumhuriyeti’nde idâme edilmeli mi idi? Buna atf-ı ehemmiyet etmemek, terakki ve teceddüt namına, en büyük ve gayr-i kabil-i telâfi hata olmaz mıydı? İşte biz, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun mer’iyetinden istifade ettik ise bu tarihî hatayı irtikâb etmemek için, milletimizin nâsıyesini olduğu gibi açık ve pak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve Kurûn-ı Vustâî zihniyette olmadığını isbât etmek için istifade ettik.

Efendiler, milletimizin ictimâi, iktisadî hulâsa bi’l-cümle medenî muâmelât ve münasebatında feyizli neticelerin zamîni olan yeni kanunlarımız da... Hürriyet-i nisvânı temîn ve hayat-ı aileyi tarsîn eden Kanun-ı Medenî de bu bahsettiğimiz devrede vücuda getirilmiştir. Binâenaleyh biz her vasıtadan, yalnız ve ancak bir nokta-i nazardan istifade ederiz. O nokta-i nazar şudur: Türk milletini, medenî cihanda, lâyık olduğu mevkie is’âd etmek ve Türk Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün, daha ziyade takviye etmek... ve bunun için de istibdat fikrini öldürmek...