Nasıl Kurtarmış?
Kasabada Kadı İbrahim Efendi'den hazzeden kimse yoktu.
Dört parmak siyah, çatık kaşlarıyla, küçük parlak gözleriyle, sık siyah sakallarının, ürpermiş canlı bıyıklarının arasından görünen iri beyaz dişleriyle, insana hemen saldıracak, ısıracakmış gibi gelirdi. Yüzü daima buruşuktu, buz tutmuş sirke kadar ekşiydi, hiç gülmezdi; pek sertti. En sakin lafı bile havlar gibi hamle hamle söyler, sonra birdenbire susuverirdi. Fakat, şöyle bakarken insana yüzüyle, hareketiyle, sözleriyle pek fena tesir bırakan bu doğru kadı, kendi kalbinin çok iyi olduğuna kâniydi. Herkesin iyiliğini isterim sanırdı. Herkesi acı sözleriyle haşlar ama elinden gelecek yardımı da saklamamaya çalışırdı.
Sertliğine, birdenbire alevlenmesine, bazen ağzından çıkan sözü kulağı işitmemesine itiraz edenlere:
- — Siz ne anlarsınız, halk beni gözü gibi sever! derdi.
Bir cuma günü sabehleyin, Şadırvan Meydanında Avukat Hüsameddin Efendi'nin dükkânında oturuyordu. Hemen hemen kasabanın bütün eşrafı oradaydı. Namaz vaktini beklemeye gelmişlerdi. "Tatlı dil, güler yüz"den söz ediliyordu. Ömründe hiç gülmeyen Kadı İbrahim Efendi, işittiklerini hep kendine, kendi üzerine alındı. Müdafaa için ağzını açacak oldu. Düşündü, sustu. Fakat, eşraf efendiler münakaşalarında epey ileri gittiler.
Biri dedi ki:
- — Yüzü gülmeyen insan cehennemliktir!
Bir diğeri daha beter saçmaladı:
- — Abus[1] çehreli bir adamın ne namazı, ne niyazı, ne zekâtı, ne orucu makbuldür. Kalpte iman nuru sönünce, yüz kararırmış!
... Hâsılı hepsi ayrı ayrı birer pot kırdı. O kadar ki, Kadı İbrahim Efendi dayanamadı. Tatlı dil, güler yüzün münafıklara mahsus, doğru sözün acı, haklı adamın de sert olduğunu söyledi. Dükkan sahibi Avukat Hüsameddin Efendi aynı zamanda kasabanın şairiydi de:
- — "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz..."
diye kadıya itiraz etti. İnsanın fikrindeki neyse, zikrinde de o olduğunu tekrar ederek, iddiasını ispata girişti. Hazır bulunanların hepsi "tatlı dil, güler yüz" taraftarlığında ittifak etmiş gibiydiler. Kalbe, fiile kimsenin önem verdiği yoktu. Bu esnada dükkânın kapısında genç bir yörük peyda oldu. Elinde kocaman bir lenger tutuyordu:
- — Ne var? diyerek önüne giden Hüsameddin Efendiye sordu:
- — Kadı Efendi burada mı?
- — Burada.
Kadı İbrahim Efendi, oturduğu minderin köşesinde doğruldu. Acaba bir dava, bir şikâyet miydi?
- — Ne var, söyle bakayım? diye çağırdı.
Sarışın yörük:
- — Efendim, babam size şu yoğurdu gönderdi, dedi.
- — Niçin?
- — Şey...
- — Ben yoğurt filan ısmarlamadım.
. . . . .
Dedikoducu eşraf birbirlerine bakıştı. Bu bir rüşvet miydi? Kadı İbrahim Efendi de sıkıldı, bozuldu. Koca bir lenger yoğurt... Ne münasebet! Kan beynine sıçradı. Kaşlarını çattı. Gözlerini zavallı şaşkın yörük delikanlısının üstüne dikti:
- — Baban kim be?
- — Hatıloğlu Ehmet Ağa...
- — Tanımıyorum ben.
- — O sizi tanıyor efendim. Bu yoğurdu hediye gönderdi. Ona büyük bir iyilik etmişsiniz.
Kadının dünyada kimseye iyilik edebileceğine ihtimal vermeyen eşraf, baştan aşağı kulak kesildi.
Kadı İbrahim Efendi de tanımadığı bir adama nasıl iyilik ettiğini merak etti.
- — Ne iyilik etmişim?
- — Koyunlarını kurtarmışsınız efendim.
- — Ne vakit?
- — Dün gece.
Kadı, yörüğe "Deli olmasın?" diye dikkatli dikkatli baktı. Dün gece evinden dışarı çıkmamıştı. Yalanını tutmak için sordu:
- — Nerede?..
- — Rüyasında efendim...
. . . . .
Eşraf, gülmekten katılıyordu. Kadı, haysiyetinin incindiğini duydu. Suratını daha beter astı. Fakat "iyilik etmek", reddolunacak bir şey değildi. Rüyada olsa bile!.. Açtı ağzını, "mânâ âlemi"nin hakikat olduğunu, "görüntünün hayalden ibaret" bulunduğunu, acı bir felsefe çeşnisiyle anlattı. Hakikat ancak rüyada tecelli edebilirdi. Kendi iyi idi. İyiliği işte rüyalara giriyordu. Sonra döndü, yörüğe:
- — Babana selam söyle oğlum, dedi, bırak oraya lengeri. Ben namazdan sonra aldırırım.
Delikanlı, yoğurt kabını kapının yanına bıraktı. Gidecekti. Fakat "mânâ âlemi"nin ehemmiyetini ilim diliyle iyice anlattım sanan Kadı Efendi, rüyada yaptığı iyiliğe dair daha ziyade tafsilat[2] almak istedi.
- — Babanın koyunlarını nasıl kurtarmışım, biliyormusun?
Genç yörük, basacak bir yer arıyormuş gibi etrafına bakındı. Sonra arkasına baktı, ellerini önüne kavuşturdu. Mavi donunun üstündeki kocaman kuşağını kollarıyla sıktı. Yutkundu. Gözlerini tavana dikti. Anlatmaya başladı:
- — Babam dün gece rüyasında koyunları Alabayır'ın üstüne yaymış.
- — Ey...
- — Sonra kocaman bir kurt peyda olmuş. Koyunları parçalayacakmış, o vakit siz gelmişsiniz işte...Kocaman, azgın, dehşetli bir yaban domuzu olmuşsunuz. Bu kurda saldırmışsınız. Kurt kaçmış... Siz kovalamışsınız. Sonra... Tutunca kurdun karnını azı dişlerinizle yarmışsınız. Koyunlar da... Şey...
Yörük, rastgele tavandan çektiği sakin gözleriyle Kadı Efendi'nin kararmış suratını görünce, birdenbire hikâyesini kesti. Yüreği hop etti. Hakikaten bir yaban domuzunun azı dişleri altında kalmış gibi korktu. Oradan kaçtı. Halbuki hikâyesini dinleyen eşraf efendiler, birbirlerine bakarak kahkahalarını elleriyle ağızlarında söndürmeye çalışıyorlardı.
Kadı Efendi ise...
. . . . .
Dipnotlar
değiştir