Murat Sabuncu'nun 25 Temmuz 2017'de Cumhuriyet Davası'ndaki savunması
Bu davanın başladığı 24 Temmuz günü, yani dün Türkiye'deki gazeteciler için önemli bir gün. Çünkü bu gün gazetecilerin bayramı. Ama biz bu bayramı kutlayamıyoruz çünkü 150'nin üstünde gazeteci hapiste.
Bugüne kadar 24 Temmuz'da sansür kaldırıldığı için bayram yapıldı, biz Cumhuriyet çalışanları da bundan sonra bugünü otosansürün yıkılması olarak anacağız. Çünkü Cumhuriyet davası tüm gazetecilere bir gözdağı davasıdır.
Bir gün çıkar bir savcı sana iftira atar, girersin cezaevine.
Türkiye'de bağımsız gazeteciliğin bedeli tutuklanmak ve cezaevine konmak, iddianamenizi beş ay boyunca cezaevinde beklemek ve ilk kez savunma için 9 ay mahkemenin başlamasını beklemek. Biz bunların hepsini yaşadık.
Bu davanın savcısı, bizi tutuklayan, soruşturmayı yürüten kişi FETÖ üyesi olmakla yargılanan bir kişi.
Düşünebiliyor musunuz, bu kişi ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor.
Düşünebiliyor musunuz ki bu kişi hâlâ işinin başında ve o iş adalet dağıtmak, bizim işimiz gazetecilik bize kalem bile verilmedi.
Savcının bulduğu tanıklardan biri zaten uzun süre Fethullah Gülen'le yan yana olmuş, onun emirerliğini yapmış, Zaman Gazetesi kurucusu ve yöneticisi iki isim.
Bizim manşetlerimizi haberlerimizi, dört yıllık süreci incelemiş, binlerce haberler arasından cımbızladığı haberlerle bizi örgüte yardımla itham eden bir bilirkişi. Kendisi tahminen 28 yaşında ve ‘adeta’ kelimesini çok seviyor.
Biz 31 Ekim günü tutuklandık. 31 Ekim'den bu yana 20 Cumhuriyet yazarı, emekçisi gözaltına alındı. 14 tanesi değişik zamanlarda Silivri'ye kondu. Biz Cumhuriyet'te 200 kişiyiz. Yani Cumhuriyet çalışanlarının yüzde 10'unu gözaltına aldınız. Onunla yetinmedi iddianame. Bu iddianamede adı geçenlerin anneleri, babaları, eski eşleri bile hesaplarıyla beraber sorguya dahil edildiler. Bir arkadaşımızın beş yaşındaki çocuğunun bile mal varlığı sorgulandı.
Twitter'ı ben dijital günlük gibi kullanıyorum. Bu süre içinde iddianameye konu 10 tweetim var.
Önce vakfın ele geçirilmesi;
Cumhuriyet Vakfı Türkiye'nin en saygın isimlerinden oluşan ve tek amacı Cumhuriyet'i yaşatmak olan bir Vakıf'tır. Buradaki insanlar ömürlerini buna vermiş insanlardır.
Hiçbir zaman Vakfın üyesi olmadım. ‘Vakfın ele geçirildiği tarih’ olarak anılan 18 Şubat 2014 tarihinde ben Cumhuriyet'te çalışmıyordum, altı ay sonra gazeteye geldim. O vakıftakilerin hiçbiriyle çay içmişliğim yok. Yani iddianame diyor ki ‘Murat Sabuncu sen bu Vakfı hiç tanımadığın kişilerle ele geçirdin.’
İkincisi Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) raporları. Benimle ilgili hiçbir MASAK raporu yok ama belli ki sayın savcı zengin göstersin diye ‘MASAK raporları’ kelimesini de eklemiş.
28 Yıllık gazeteciyim. Milliyet Gazetesi’nde ağırlıklı olarak çalıştım sonra televizyona geçtim. SkyTürk'te ekran önündeydim. T24'te yazdım sonra Cumhuriyet gazetesine geçtim. Sedat Simavi Ödülü sahibiyim, TGC ve IPI üyesiyim,
Eskiden gazeteciler haberin ve tarihin tanığıydı. Artık meslektaşlarının yargılandığı davada tanıklık da yapıyorlar. Bu da tarihe geçecek.
Tamı tamına 215 bin 92 tane ByLockçu var. Ben bunların binde biriyle görüşsem 215 kişi eder. Ben iddianameye göre 13 kişiyle görüştüm, yani 18 binde bir.
Diyor ki iddianame, sen gazetecisin. ByLock kullandığı iddia edilen 13 kişiyle bile görüşemezsin.
Savcı diyor ki ‘askerle, imamla görüşmesi.’ Ben gazeteciyim. Benim ne asker, ne polis, ne imam, ne müezzin konuşmam yok. Gazeteci var, işadamları var.
Dediğim gibi gazeteci herkesle konuşur ama benim bu görüşmelerim yok.
170 bin kişi adli süreçten geçti, ben 10 kişi ile görüşmüşüm. 17 binde bir.
Demiş ki ‘Ey Murat Sabuncu, sen Mehmet Ekinci ile konuşmuşsun’. Doğru. Ben Mehmet Ekinci ile sadece konuşmadım. En az yedi kez aynı mekânda da bulundum. O sizin oturduğunuz yerde oturuyordu sayın hakim, ben Oda TV davasında izleyiciydim.
O gün biz de kaçak savcı Zekeriya Öz'ün gazeteci arkadaşlarımıza açtığı davanın ne kadar haksız olduğunu sokak sokak anlattık.
O gün hayatınden bir-iki yıl çalınan gazeteci arkadaşlarımız Ahmet Şık, Barış Terkoğlu, Nedim Şener'di yanında durduğumuz.
O günlerde onların yanında durmak zordu, Ahmet Şık'ın deyimiyle ‘Dokunanın yandığı’ zamanlardı.
Ahmet Şık'ın görüşçüsüydüm. 52 hafta geldim. Dışarısını öğrenmiştim şimdi içini de öğrendim.
O zamanlar rahattı. Cezaevinin rahatı olur mu? Avukatlarla görüş sınırsızdı bizim bir saat. Nasıl eşlerimiz, evlatlarımız, ailelerimiz yanımızdaysa o günlerde arkadaşlarımızın eşi yanındaydı.
O gün kriminalize edilen Ahmet Şık'ın İmamın Ordusu kitabı, Ahmet'in eşi Yonca Şık'ın liderliğinde korkusuz 100 kişinin imzasıyla basıldı, o imzalardan biri benim.
İki tweetimden dolayı ‘FETÖ'yü’ sempatik gösterme iddia ediliyor.
O dönemi ‘Gülen, Hizmet’ şeklinde adlandırılanlar, Türkiye'de Barış Süreci olarak tarif edilen, eksikleriyle beraber umut olan süreci baltalayanlardı.
Oslo görüşmelerinin sızdırılması, Fidan'ı gözaltına alma girişimi… Aslında insan çok şey düşünüyor. Bugünkü iktidarın temsilcilerinin, bakanlarının, ‘Hocaefendi’ yazmayanlara nasıl hakaret ettiklerini…
Ben gazeteciyim. Asla ve asla bir gazeteci olarak kimseyi övmem, herkese mesafem vardır.
İddianameye konu tweetlerim, sadece gazetecilerin gazeteci olduğunu ortaya koymak için atılmıştır. O kişilerle herhangi bir ilişkim olması gerekmez. Gazeteci olarak yazdıklarımdır.
'Reddediyoruz, Cumhuriyet yayın yasağına uymayacak’ tweetimden dolayı darbe girişimine destek vermekle itham ediliyorum.
17 Aralık'ta polis Türkiye'nin dört bakanının oğullarının, Türkiye'nin cari açığını kapattığını ilan eden bir işadamının, bir banka müdürünün evi basıldı, evlerden paralar çıktı. Bir gazeteci bunu sorgulamaz mı? Bana ‘destek verdi’ diyenler beni basan tarafa mı basılan tarafa mı koyuyorlar?
17 Aralık darbe girişimi ile ilgili bir gazetecinin soru sormasını garip karşılıyoruz ama iddianameye göre bu girişimi kim yaptı? FETÖ'cüler.
Madem bu biliniyordu, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül neden gazeteci arkadaşı Fehmi Koru'yu Pennsylvania'ya yolladı? Bir gazeteci olarak bunlar sorulmaz mı?
Benim attığım tweet’teki gibi yayın yasakları olmasaydı belki bugün bunları yaşamıyor olacaktık. Erkan Tufan Aytav ile tanışmıyorum. Ama gazeteciyim, herkesle temasım olabilir.
Manşetler kısmına gelmek istiyorum, sanırım beklenen kısım geldi diye düşünüyorum.
Zaman zaman ailem ya da milletvekili arkadaşlar ‘Süreçte sana en ağır gelen neydi?’ diye sordular. Evimin basılması mı? Terörle Mücadele'de bodrum katında bekletilmem mi? Çocuğu olan 47 yaşındaki bir adam olarak Silivri Cezaevi'nde pantolonumu çıkarmaya zorlanmam mı?
Bir gazeteci olarak manşetlerin üstünden geçmem bana ağır geliyor.
Burada yargılananlar 28 ile 60 yıl arasında gazetecilik yapmış kimseler. Cumhuriyet gibi laikliğin, demokrasinin savunulduğu gazetedeki insanlara FETÖ suçlaması yöneltilmesi bana zor geliyor.
Bugün burada duruşma salonunda Cumhuriyet manşetlerini ortaya koyup ‘şöyle şöyle’ demek zor geliyor.
1 Eylül 2016'da Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmenliğine atandım. İddianamede yer alan hemen hemen tüm manşetler benim hukuki sorumluluğumdan önceki manşetler. Hukuki ve cezai sorumluluğum yoksa da ahlaki ve siyasi sorumluluğumu mutlaka savunacağım.
Orhan Erinç beni odasına davet etti ve 'Murat Sabuncu, sana bundan sonra Türkiye'nin kurucu değerlerinin savunucusu, laik, demokratik düzenin savunucularından Cumhuriyet'in Genel Yayın Yönetmenliği'ni tevdi ediyorum' dedi. Dizlerim titredi.
Orhan Erinç'ten bu görevi böyle teslim aldım. Cumhuriyet senedi bizim rotamızdır.
Darbe girişimi öncesi, 25 Temmuz 2015 tarihli 'Yurtta Savaş Dünyada Savaş' manşetinin yanında Atatürk'ün herkes tarafından bilinen 'Yurtta Sulh Cihanda Sulh' ilkesine atıflı bu cümlenin, 15 Temmuz darbe girişimindeki 'Yurtta Sulh Konseyi' ile ilgili subliminal mesaj verildiğini belirtilmiş bilirkişi raporunda. Bu insaf ve izandan çok uzak bir ithamdır.
Ankara'da görüşen 15 Temmuz çatı davası iddianamesine göre AKP 1 Kasım Genel Seçimlerinden zaferle çıkınca FETÖ düğmeye bastı. Darbeciler darbeyi 9 Kasım'dan sonra planlamışlar ama biz bu girişiminin planlandığından üç ay önce mesaj vermekle suçlanıyoruz.
15 Temmuz gecesi gazeteden erken çıktım. 22.30 gibi girişim duyuldu. Geceyarısı gazeteye döndüm O gün o gazetede herkes darbeye karşı gazetedeydi. Manşetimiz geceyarısı belliydi. ‘Çözüm Demokrasi’ diyecektik. Bu manşetimiz bilirkişi raporunda yok. Darbeye karşı çıktığımız gün bizim attığımız manşet iddianamede yok, eklerde yok.
Bizim dezavantajımız matbaamızın olmaması. Herkesten erken basarız. Henüz uçaklar uçmadan attık bu manşeti. Televizyondan seyrediyorduk olanları. Birkaç yönetici arkadaş olarak aramızda ‘Gazeteden çıkmayalım. Eğer darbeciler gelirse ellerini kollarını sallayarak giremesinler. İki üç laf ederiz’ diye konuştuk.
O gece çıkacağımız manşet belliydi. O manşet bana yetmedi. O gün yıllarca hayalini kurduğumuz şey gerçekleşmiş, her kesimden insan darbeye karşı dışarıdaydı, Meclis'te tüm partiler birlikteydi. Yetmedi iki tweet attım.
18 Temmuz 2016 tarihli manşetimiz: ‘Sokaktaki Tehlike’.
'Sokaktaki Tehlike' manşetinin darbe girişimine karşı çıkan toplumu kamplaştırmaya çalıştığı değerlendirmiştir’ diyor bilirkişi.
Her bu tür büyük olaylarda provakatörler vardır. Bu darbenin amacı da içsavaş. Biz de il il mahalle mahalle ne olduğunu yazdık. O manşeti attığımız gün yazdığımız başyazıyı almamış bilirkişi.
Bir diğer manşet: ‘Cadı Avı Başladı'. Bu manşeti anlatmaya gerek yok biz karşınızdayız.
İbrahim Kabağaoğlu, Cihangir İslam, Murat Sevinç bu cadı avının mağduru değil mi, 120 bin kişinin ihraç edilmesi cadı avı değil mi?
Demokrasinin iyi olduğu dönemlerde gazetecilik kolay yapılır ama ülkede karışıklığın olduğu dönemlerde gazetecilik zordur. İleride bu günlerle gurur duyacağız. Bizim görevimiz bu zor günlerde de sorgulamayı yapabilmek.
'Eksik Demokrasi’ manşeti. ‘Darbeye karşı milyonlarca yurttaşı yan yana getiren mitingde HDP yoktu asker vardı’ demiş Cumhuriyet.
Haberin içinde Cumhurbaşkanı, CHP Genel Başkanı, MHP liderinin konuşmaları, kitlenin fotoğrafı var ama iddianame, o savcı diyor ki ‘Sen eksik demokrasi’ diyemezsin. Kim diyebilir bunu bana?
O ülkede altı milyon oy almış partinin temsilcisinin olmadığı bir mitinge bir editör 'eksik demokrasi' dedi diye yargılanabilir mi?
O gün Meclis'te dört parti de vardı. Birlikte karşı çıkıldı.
O haberde gazeteciliğin her gereği yapılmış.
12 Temmuz 2016'da gazetenin ilk sayfasındaki ‘YAŞ'ta Paralel Tasfiye’ haberi üzerinden bilirkişi itham ediyor. Aynı gün iktidara yakın Star Gazetesi manşeti ‘FETÖ'nün işi yaş’. Ne farkı var bunun Cumhuriyet'in haberinden?
Gelelim Hurşit Külter haberlerine. Bu Cumartesi günü 644. kez Cumartesi Anneleri, Beyoğlu'ndaki meydanda bu ülkenin kimi görevlileri tarafından kaybedilen evlatları için toplanacak. Onlar 644 haftadır evlatlarını arıyorlar. Bu 1990'lar ülkemizin bir gerçeği.
Bir kişinin kaybolduğuna ilişkin haberlerin çıkmasından sonra gazetecinin görevi soru sormaktır. Cumhuriyet de bunu yapmış.
Cumhuriyet Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni odasında ilginç bir manzara vardır. Utku Çakırözen'le konuşmuştuk. Odanın bir tarafı mezarlığa diğer tarafı adliyeye bakar. Bu Türkiye'deki gazetecilik serüveninin kısa bir özetidir.
Biz cezaevine girmeden 25 gün evvel Turhan Günay'ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı Cumhuriyet Kitap Eki Türkiye'de tutuklanmış yazar ve çevirmenleri alt alta sıralamıştı. Tabi Turhan Günay sonra kendisinin bunlar arasında olduğunu bilmiyordu.
Türkiye'de yazarlık gazetecilik niye böyle görünüyor. Bu ülkede gazeteciler, yazarlar hep suçlanmış. Niye?
Benim yayın yönetmenliğini şerefle götürdüğüm bu gazetenin efsane ismi İlhan Selçuk, kaçak savcı Zekeriya Öz tarafından Ergenekon'dan gözaltına alındı, Uğur Mumcu bu gazetenin yazarıydı. Burası böyle bir gazetedir.
Hem Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni hem de gazeteci olarak bize hangi bedel ödetilmeye çalışılırsa çalışılsın, biz İlhan Selçuk'un, Uğur Mumcu'nun, Hrant Dink'in, Musa Anter'in, Metin Göktepe'nin yolundan dönmedik dönmeyeceğiz.
Murat Sabuncu, 25 Temmuz 2017