Güventürk Görgülü'nün savunması
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gönderilen 2018/18204 esas no’lu 2018/3467 numaralı iddianameyi aldım ve inceledim.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim. Gazeteciliğe başlamamdan bu yana 30 yılı aşkın bir süre geçti. 11 yılı aşkın zamandır da üniversitede habercilik ve haber yazımı dersleri veriyorum.
Çalışma hayatım boyunca iki sendika ve iki gazetecilik örgütü dışında hiçbir partiye, örgüte, gruba, harekete, cemaate ve benzerlerine angaje veya üye olmadım. Kimsenin talimatıyla, emriyle yazı yazmadım, görüş belirtmedim. Bundan sonra da bu tutumumu değiştirmeye niyetim yok.
Bu nedenle iddianamede yer alan PKK/KCK örgütünün yöneticisi olduğu söylenen bir kişinin talimatları doğrultusunda hareket ettiğim yönündeki tüm suçlamaları reddediyorum.
Reddetmenin de ötesine geçerek bunu bir hakaret olarak kabul ediyorum. Bu bildiriye imza atan hiçbir arkadaşımın da böyle bir talimatla hareket edeceğine inanmıyorum.
Mahkemeniz tarafından dikkate alınarak kabul edilen bu iddianamenin hukuki tutarsızlıkları Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun 36. ACM’ye verdiği 21 Aralık 2017 tarihli 44 sayfalık beyanında ayrıntılı olarak zaten yer alıyor.
Ayrıca imzaladığımız bildiri metninin ifade özgürlüğü açısından anlamı, ülkemizdeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi, barışın kalıcı olarak tesis edilmesi açısından önemi, buna karşılık elinizdeki iddianamenin dayanaksızlığı ve temel özgürlüklere yönelik saldırısı, şimdiye kadar aynı iddianameyle, değişik heyetler önünde savunma veren arkadaşlarım tarafından her yönüyle dile getirildi.
İleride hukuk fakültelerinde zorunlu ders kitabı olarak okutulacağını düşündüğüm bu savunmaların yer aldığı referans linklerini savunmamın sonunda bulabilirsiniz.
Diğer yandan sayın avukatlarımız da iddianamenin ulusal ve uluslararası hukuk açısından tutarsızlıklarını ortaya koyacaklardır. Bu nedenle sözü çok fazla uzatmadan dikkatimi çeken bazı noktalara değinmek istiyorum.
Elimizdeki iddianame, sizin de kolaylıkla görebileceğiniz üzere, Türk ceza yasalarında açıkça tarif edilen bir suçu içermemektedir. Ceza hukukuna giriş derslerinin ilk saatinde söylendiği gibi, kıyas veya benzetme yoluyla suç üretilmesi mümkün değildir. Bir eylemin suç sayılabilmesi için ceza yasasında açık ve net bir şekilde tarifi gerekir.
Sayın savcının hazırladığı iddianamede yalnızca iddialar yer almaktadır. Oysa iddianamede yer verilen iddiaların somut-maddi delillerle desteklemesi, tarif edilen somut suçla, şüpheye yer bırakmayacak şekilde ilişkilendirilmesi gerekir.
Bunun yerine genel geçer ifadeler kullanılarak, bir örgüt üyesinin açıklamasıyla yaptığımız eylemin eşzamanlı olduğu belirtilmekte, bu zamanlama da talimat almamızın bir kanıtı olarak sunulmaktadır. Oysa böyle bir talimat alınmadığı ortadadır.
Bu nedenle, sayın savcının iddia ettiği gibi, 3713 sayılı TMK’nın 7/2 maddesinde yer alan “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi” tarifine, imzaladığımız metinle nasıl dahil olduğumuzu ben gerçekten anlayabilmiş değilim. İddianamenin tamamı; birbirinden bağımsız eylemleri, “tarihi ve konjonktürel değerlendirme” adı altında birbiriyle bağlantılandırma çabası içindedir. Bunun için sayın savcının bulabildiği tek kanıt ise “zamanlama manidar” argümanıdır.
Dikkat çekmek istediğim bir diğer nokta ise iddianamede yer alan Ceylanpınar olayının doğru olmadığının anlaşılmasına rağmen sayın savcıların bu bölümü gerçekmiş gibi kabul edip iddialarını bunun üzerine kurmaya devam etmesidir.
Kamuoyunda “çözüm sürecini sona erdiren olay” olarak bilinen ve iddianamede de şiddet olaylarının başlangıcı olarak gösterilen, “22 Temmuz 2015 tarihinde Şanlıurfa Ceylanpınar İlçesi'nde PKK Terör Örgütü tarafından iki polisimiz evlerinde enselerinden vurularak şehit edilmiştir” ifadesinin asılsız olduğu, mahkeme kararıyla tescil edilmiştir.
Polis memurları Feyyaz Yumuşak ve Okan Uçar’ın şehit edilmesiyle ilgili görülen davada, sanıkların tamamı, Şanlıurfa 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1 Mart 2018 tarihli kararıyla beraat etmiştir.
Bu kararın alınmasındaki gerekçe ise “delil yetersizliği” olarak gösterilmiştir. Mahkeme, söz konusu olayda hiçbir somut delil bulamamıştır. Kısaca çözüm sürecinin sona ermesine neden olan Ceylanpınar cinayeti halihazırda faili meçhul durumdadır.
Bu faili meçhul cinayet gerekçe gösterilerek barış sürecinin terk edilmesi sonucunda binlerce kişi hayatını kaybetti ve kaybetmeye de devam ediyor.
İddianamede dikkat çekmek istediğim bir başka nokta ise “tarihi perspektif” ortaya koyduğunu söylemesine rağmen çok yakın geçmişteki olaylardan hiç söz etmemesidir.
Bildiride yer alan barış ve diyalog çağrıları,“PKK/KCK silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak” diye nitelendirilmektedir.
Bu niteleme, 2009-2011 arasında yaşanan önceki barış süreci, bu sürecin sona ermesiyle girilen çatışma dönemi ve ardından tekrar barış sürecinin başlatılması gibi olayların iddianamede tamamen gözardı edilmesinin bir sonucudur.
Kısaca hatırlatmak gerekirse, 2009’daki uzun tartışmalar neticesinde, 20 Ekim tarihinde Habur sınır kapısından PKK militanlarının girişiyle yeni bir çözüm süreci fiilen başlatılmıştı. Kamuoyu ve siyasetçiler tarafından epey tartışılan bu süreç, 14 Temmuz 2011’de Diyarbakır Silvan’da gerçekleştirilen ve 13 askerin şehit edildiği saldırıyla sona ermişti.
Bu dönemde başlayan çatışmalar yine yüzlerce cana mal olmuş, hükûmet, emniyet ve silahlı kuvvetler tarafından en sert açıklamalar yapılmıştı. Bütün can kayıplarına ve çatışma ortamına rağmen 2012’de başlatılan çabalarla 21 Mart 2013 tarihinde yeni bir barış sürecine girildi.
Hatta iddianamede de yer aldığı gibi, bu süreçle ilgili 15 Temmuz 2014’te "Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun" çıkartıldı. Ancak bu süreç de az önce sözünü ettiğimiz faili meçhul Ceylanpınar saldırısıyla son buldu.
Görüldüğü gibi, bir önceki çözüm sürecinin sona ermesiyle başlayan çatışma dönemi, barış arayışlarını sona erdirmemiş, aksine iki yıl geçmeden yeni bir çözüm sürecine kapı açılmıştır. İşte bu perspektiften bakıldığında 11 Ocak 2016 tarihli “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildirinin iyi niyetli ve gerçekçi bir barış çağrısı olduğu görülebilir.
Bu bildiriyle amaçlanan, tıpkı 2013’te olduğu gibi çatışmanın tekrar sona erdirilmesi, diyalog kapılarının tekrar açılmasından başka bir şey değildir. Bunu yaparken de sivil kayıplara ve sivil halkın gördüğü zarara değinmekten daha doğal bir durum olamaz.
İddianameyi hazırlayan Sayın Savcı “Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda yaşanan hadiseleri manipüle etmeyi, bilgi kirliliği ve dezenformasyon yoluyla yanlış veya doğruluğu bulunmayan, kasıtlı bilgileri yaymayı, karşı propaganda yöntemiyle egemen bir devlet değil de adeta ‘gayri meşru yıkıcı bir güç’ şeklinde tasvir edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Hükümeti’ni, Ordu ve Emniyet Teşkilatını suçlu gibi lanse ederek hedef haline getirmeyi” amaçladığımızı iddia etmektedir.
İçinde yaşadığımız ve “liberal demokrasi“ olduğu iddia edilen sistemin en temel dayanak noktalarından biri, bireyin devlete karşı korunması ve vatandaşların devleti eleştirme hakkıdır. 19’uncu yüzyılın önemli düşünürlerinden Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi adlı kitabında siyasi özgürlük olmadan demokrasi olamayacağını söylemiştir.
Tocqueville’e göre, devletin azmanlaşmasının ve uyguladığı sinsi baskıyla toplumu bir sürüye dönüştürmesini engellemenin yegâne yolu yurttaşların oluşturdukları özgür kurumlardır. Şimdilerde kısaca “sivil toplum” dediğimiz bu kurumlar, Tocqueville’in düşüncesine göre hem değişik fikirlerin devlete empoze edilmesini sağlayabilecek, hem de yurttaşlarda sorumluluk duygusu ve bilinci oluşmasına aracılık edecektir.
Kısaca, liberal demokrasilerde bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin korunmasına bu denli önem verilmesinin nedeni, demokratik ve ekonomik standartları geliştirecek tek gücün bu özgürlüklerde görülmesidir.
Bu açıdan bakıldığında, vergi ödediği ve yurttaşı olduğu bir devleti eleştirmek, yanlışlarını ortaya koymak, her vatandaşın hakkı ve görevidir. Yurttaşlar bunun için kurumlar ve inisiyatifler oluşturabilir, seslerinin daha güçlü çıkması için çağrılar yapabilir.
Toplumda etki yaratması için açıklanan görüşler, yapılan çağrılar sert, hatta çoğunluk için rahatsız edici de olabilir. Biz de bu hakkımızı kullandık ve eleştiri görevimizi yerine getirdik. Bunu yaptığımız için suçlanmayı da kabul etmiyoruz.
Devlet gücünü elinde bulunduranlar bu eleştirileri ve uyarıları ne kadar ağır olursa olsun düşmanca bir saldırı olarak değil, yurttaşların bir uyarısı olarak kabullenmek durumundadır. Devletin görevi yurttaşların sesini kısmak değil, ortaya çıkan eleştirilerde haklılık payı olup olmadığını araştırmak, aksaklıkları düzeltmek için çalışmaktır.
Devleti yönetenler veya yargı gücünü kullananlar “neden devleti eleştirmek yerine şu örgütü eleştirmiyorsun” veya “diğerini eleştirmediğine göre devlet düşmanısın” gibi önermelerle vatandaşa akıl verme ve baskı uygulama hakkına sahip değildir.
İddianamede yer verilen “Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı olduğu, güvenilir bir temelden yoksun bulunduğu ve bu yönüyle bildirinin açık bir propaganda malzemesi olarak kullanılarak bir suçlama kampanyası başlattığı da açıktır” ifadesinin de neye dayanarak yazıldığı meçhuldür.
Yapılacak küçük bir araştırmayla, bölgedeki operasyonlar sırasında ortaya çıkan sivil ölümleri, hak ihlalleri, mağduriyetlerle ilgili görgü tanığı ifadeleri ve raporların mevcut olduğu kolaylıkla görülebilir. Ancak sayın savcı, iddianamenin tamamında yaptığı gibi, bu tür olayların hiç olmadığını, yaşanmadığını iddia ederek bizi olmamış şeyleri söylemekle itham ediyor.
İddianamede dikkat çeken bir diğer nokta ise Amerika Birleşik Devletleri ile El Kaide ve DAEŞ benzetmesidir. Sayın savcı, “Örneğin bir akademisyen El-Kaide veya DAEŞ ile mücadele eden Amerika Birleşik Devletlerini ya da Avrupa Birliği ülkelerinden herhangi birini bu örgüte karşı ‘katliam’ yapmakla itham edemez” diyerek ABD’nin kendi ülkesi dışında gerçekleştirdiği operasyonlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi topraklarında yürüttüğü operasyonları bir tutmaktadır.
Herkesin bildiği gibi El Kaide ve DAEŞ adlı örgütlerin kökleri, Afganistan’da 1979’da başlayan Sovyet işgali sırasında bizzat ABD istihbaratı tarafından oluşturulan yapılara dayanmaktadır. ABD, kendi eliyle kurduğu bu örgütleri uzun süredir orta doğudaki emperyal amaçlarını gerçekleştirmek için kullanmaktadır.
Türkiye’de güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği operasyonlardan bizzat Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları etkilenmektedir ve kendi yurttaşlarını teröre karşı yürütülen mücadele sırasında doğabilecek her tür olumsuzluktan korumak yine devletin sorumluluğundadır.
İddianamede ayrıca “Bildirinin İngilizce metnine bakıldığında: Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusundaki illeri ifade etmek amacıyla PKK/KCK jargonuyla ‘Kürdistan illeri’ ibaresi kullanılarak ayrıştırıcı ve bölücü bir üslup kullanıldığı” ifadesine yer veriliyor.
İngilizce metinde “Kürt” yerine kullanılan “Kurdish” kelimesi üç kez geçiyor. Sayın savcının İngilizce metinden yaptığı veya yaptırdığı Türkçe çeviride ise “Kurdish” kelimesi iki kez Kürt olarak çevrilirken bir tanesi “Kürdistan” olarak çevriliyor.
“Kurdish provinces” açık bir şekilde “Kürt illeri” anlamına gelirken iddianamede yer verilen Türkçe çeviride bunun nasıl “Kürdistan illeri”ne dönüşebildiği gerçekten açıklanmaya muhtaç bir durumdur.
Bu nedenle, eğer yargılamaya devam edilmesine karar verilecekse söz konusu metnin çevirisinde gerçekten bir hata veya “hassas dokunuş” olup olmadığının ortaya çıkartılması için Türkçe ve İngilizce dillerinde uzman, bağımsız bir bilirkişinin görevlendirilmesini de talep ediyorum.
Sayın iddianame savcısı, aynı eylemle suçladığı 1128 akademisyene toplu dava açmak yerine 12 Eylül döneminde spor salonlarında gerçekleştirilen yargılamalardaki tabloyu tekrarlamamak için kopyala yapıştır tekniği kullanarak aynı iddialarla ayrı ayrı dava açma yolunu seçmiştir.
Ancak şekil olarak kaçınsa bile yaptığı işin 12 Eylül yargılamalarından farkı yoktur. Hazırladığı iddianame ise nitelik olarak 12 Eylül dönemindeki iddianamelerden bile kötüdür.
Bu tür bir iddianame, modern hukukunun temel taşlarından olan ve Sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın sıkça tekrarladığı bir deyim olan “müddei, iddiasını ispatla mükelleftir” prensibine tamamen aykırıdır.
Sayın iddianame savcısı ispat yükünden kendisini vareste tutarak suçsuzluğumuzu ispat yükünü tamamen bizim üstümüze bırakmıştır.
İçinde hiçbir somut delil barındırmayan bu iddianamenin mahkemeniz tarafından da, diğer mahkemeler tarafından da derhal reddedilmesi gerekirdi.
Suçlamaları kabul etmiyorum. Beraatimi talep ediyorum.
Kaynak: "AKADEMİSYEN YARGILAMALARI Güventürk Görgülü'nün Beyanı". 12 Aralık 2018 tarihinde kaynağından arşivlendi.
|