Fethullah Gülen Davası İddianamesi/VI-Kitaplarına Göre Fethullahçılık

VI- KİTAPLARINA GÖRE FETHULLAHÇILIK:

1-Cihad Fethullah GÜLEN'in 1998 baskılı İ'lâ-yi Kelimetullah ve Cihad isimli kitabında Cihad konusunda şunlar söylenmiştir:

Cihad Allah yoluna kavga vermenin adı olmuştır. Bir gün cihad denilince de akla gelen mana budur. Cihad bir bakıma insanın yaratılış gayesidir ve yeryüzünde ondan daha önemli bir vazife yoktur. (Sayfa : 13). Cihad kıyamete kadar devam edecektir. Zira biz ne kadar insancıl davranırsak davranalım mutlaka küfründe ısrar eden kafirler bulunacaktır. Onun mevcudiyeti ise bizim cihadımızın devam etmesi demektir. Biz herkese rabbimizi anlatmakla mükellefiz ve dünyaya karşı hem maddi cihad ve hem de manevi cihadda muvaffak olmak zorundayız. Aksi halde insanca yaşama hak ve imkanlarını kaybederiz. (Sayfa: 34).

Cihad bir müminin uğruna canını feda edebileceği en tatlı bir mefküre en yüksek bir idealdir. Zira mümin kendi teri içinde boğulma veya kendi kanı ile abdest alma gibi bir payeyi ancak cihad ile elde edebilir. (Sayfa : 45)

Cihad bir farz-ı kifayedir, ancak bu vazife günümüzde olduğu gibi sistemli olarak hiç kimse tarafından yapılmaz ve bütün bütün ihmale uğrarsa, işte o zaman farz-ı ayn haline gelir ve her fert teker teker ondan sorumludur. (Sayfa: 49).

Zira cihaddan geri kalmak ciddi bir günahtır. Cihad bir hayır kapısıdır. O kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehit olup ebedi bir hayat, ya da gazi olup hem dünya, hem de ukba nimetlerine kavuşacaktır. (Sayfa: 57-58).

Cihad öyle bir vazife ve mükellefiyettir ki, bir cemaatin mutlaka bu işe kendini vakfetmesi ve cihad yapması gerekmektedir.

Cihad’ı güzelleştiren vasıta olacağı şeylerdir. Mesela cihadın İ’la-yı Kelimetullah’a vesile olması, müminin yer yüzü muvazenesinde hakim hale gelmesi, müslümanlığa veya müslümanlara tecavüz edenlere karşı sindirici ve caydırıcı bir yanının bulunması, güçsüz ve mazlum insanların koruyuculuğunu derpiş etmesi açısından güzeldir. Binaenaleyh denilebilir ki cihadın güzelliği “İ’la-yı Kelimetullah” şartına bağlanmıştır. Evet mümin cihad edecek, ata, uçağa binecek, tank ve uçaksavar kullanacak ama bütün bunları Allah’ın yüce adını yükseltmek gayesiyle yapacaktır. Evet işte müminin memur olduğu cihad budur. (Sayfa: 51).

Canını Allah yoluna feda ederek şehit düşen kimselerin bizim anladığımız manada ölmedikleri bir gerçektir. (Sayfa: 59).

Bir insan kendisi bizzat ve fiilen mücahedeye katılamıyor fakat mücahedede bulunana omuz veriyor, kurduğu müesseseleri ile mücahidleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulunmuş gibidir. (Sayfa: 68.)

Demek ki acizlik, fakirlik, yaşlılık ve kadın olma gibi mazeretler onların ayaklarına bağ olup kendilerini fiilen sefere çıkmaktan alıkoymuş ise cihad sevabından mahrum kalamayacakları gibi mükafatından da mahrum bırakılmayacaklardır ve Cenab-ı Hak niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya çıkanlar gibi kabul buyuracaklardır. (Sayfa: 69).

Cihada her an hazır olmalıyız. (Sayfa: 70.)

Araba da vardır Allah yoluna adanmıştır. Onunla köy köy dolaşır. İçine mürşitler konulur ve va’zu nasihata muhtaç yerlere gidilir. İşte bu arabanın yaktığı her damla benzin onun harcadığı her kuruş para, egzoz borusundan çıkan gazlar, insanı rahatsız eden gürültü ve tekerleklerin temas ettiği çamur bile bütünüyle kişilerin defteri hasenatına yazılır. (Sayfa : 72).

Her türlü meselenin halledilebilmesi için tek bir çare vardır. O da maddi ve manevi cihad yapmaktır. Kısacası cihad bizim dahili ve harici huzur ve sükunumuzun yegane garantisidir. Cihadın olmadığı bir dünyada hiç kimsenin hiçbir şeye karşı huzur ve sükun adına garantisi yoktur. (Sayfa: 105).

Cenab-ı Hak’ka yönelip, senin yolunda ölmek bile ne tatlı demeyen bir insanın mücadele vereceğine, mücadelesinin semeredar olacağına, onun Müslümanlık uğruna kurtarıcı bir rol oynayacağına inanmıyoruz. İnanamayız da. Biz ancak kendi şahsını, şahsi hazlarını, zevklerini, hatta yurdunu yuvasını terk etmişlerin, sahabe gibi kapısına kilit vurup evinden ayrılmışların bedeni ve cismani zevklerini aşmışların mücadelesine, mücahedesine, kavga ve cihadına inanıyoruz. (Sayfa: 122).

"Asrın getirdiği tereddütler 4 " isimli kitapta cihad ile ilgili olarak yazdıkları da şunlardır: Evet, boyunduruğun yere konduğu şu dönemde, din-i mübin-i İslam’ı İ’la etmek için koşup cihad etmiyor veya edemiyorsak, savleti altında ezildiğimiz bir dönemde, hakkı batılın savletinden kurtarmak için uykularımız kaçmıyor ve ciddi bir ızdırap duymuyorsak kınanacak birisi varsa o da biziz. (Sayfa: 97).

"Asrın Getirdiği Tereddütler 3" isimli kitapta yazılanlar ise şunlardır:

Cihad... bu kelime İslam ile birlikte, Allah yolunda kavga vermenin adı olmuştur. Bu gün cihad deyince akla gelen tek mana budur. (Sayfa: 186).

İ’la-yı Kelimetullah ve Cihad isimli kitapla Asrın Getirdiği Tereddütler isimli kitaplarda özetle,

Cihadın peygamber mesleği olduğu, Cihadın İslam ile birlikte Allah yoluna kavga vermek olduğu, Cihadın bugün Farz-ı ayn olduğu ve kıyamete kadar devam edeceği, Cihaddan geri durmanın günah olduğu, tek tek asıl vazife ve tek çare olduğu, Cihad olmayınca huzurun olamayacağı, yeryüzü hakimiyetinin cihad ile gerçekleşeceği,

İnsanın canını feda edebileceği en büyük mefkure ve en yüksek ideal olduğu geniş bir şekilde anlatılmıştır.

Fethullah GÜLEN “bunun böyle olduğuna yakinimiz var” diyerek müritlerine karşı gaybı bilen kişi görünüşünde konuşmuştur.

2-Tebliğ

Fethullah GÜLEN 1998 baskılı İRŞAD EKSENİ isimli kitapta bu konuda şunları söylemektedir.

Bu önemli vazife (Tebliğ vazifesi) yapılmadığı zaman toplumun maruz kalacağı muhtemel musibetleri efendimiz şöyle dile getirmişlerdir; nasıl olacak halimiz? O gün kadınların başkaldırdığı, sere serpe açılıp saçılarak sokağa döküldüğü, küfürlerin her tarafta yapıldığını ve hakkı ifadenin terk edildiği gün... Bütün kötülükleri iyi ve iyilikleri kötü gördüğümüz gün halimiz ne olacak bir bilseniz? Evet Hadis-i Şerif bir gün her şey tersine dönüp değerlerin alt üst olacağına, iyiler kötü, kötüler iyi görüleceğine, zinanın tervic edileceğine, terör-anarşi revaç bulacağına, iman ve Kur’an-ın aşağılanacağına, Allah’a inananların hor ve hakir görüleceğine, bir çok kötülüğün bizzat devletler tarafından kanunlar ile korumaya alınacağına, dine ait hakikatlerin gericilik aktedileceğine işaret etmektedir. İşte değerlerin alt üst olması budur. Çağın insanı bunu 10 misli yaşadı ve zannediyorum daha bir süre de yaşayacak. Evet tebliğe ait vazife yapılamayınca izzet, şeref ve haysiyetin yerini zillet ve melanetin alacağı muhakkaktır. (Sayfa: 9-10).

Münker, İslam’ın çirkin gördüğü her şeydir...bir mümine düşen şey de öncelikle, yapabileceği ölçüde münkeri eli ile değiştirmesi, eli ile değiştirmeye gücü yetmiyor ise ister sözlü, ister yazılı dili ile, buna da imkan yoksa münkere kalbi ile buğuz etmelidir ki, imanın en zayıfı da bu son durumdur. Bunun gerisinde insandan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü görünen bir münkere rıza göstermek imandan tam nasip almama emaresi sayılmıştır. (Sayfa: 32-33).

Evet, zaman olur insan bu vazifeyi kendi hanımına ve çocuklarına karşı eli ile ve dili ile yapar. Orada hem el hem de dil konuşur. Fakat bazen elin konuşamayacağı yerlerde, bu vazifenin dil ile yapılması gerekir. Yakın akrabaya karşı ekseriyetle uygulanacak metod budur. Bunu da yapamıyorsa onlarla arasındaki kalbi irtibatı yeniden gözden geçirir. Rabbinden ve Allah’ın Resulünden irtibatını koparmış bir insanla irtibat çizgisinin gözden geçirilmesi gerekir. (Sayfa : 34).

Evvela tebliğ ve irşat ta diyebileceğimiz böyle bir sorumluluk herkesin Allah’a karşı yapması gerekli olan bir vazifedir. Öyleyse inanan her fert, kendini bununla mükellef bilmeli ve namaza koşuyor gibi bu vazifeye de koşmalıdır. Hususiyle Emr-i bi’l maruf, Nehy-i ani’l münker’in ihmale uğradığı ortalığı mürkerlerin işgal ettiği zaman ve zeminde bu vazife şahsi farzların dahi ötesinde bir önem arz etmektedir. Çünkü o yapılmadığı taktirde ne namazdan, ne hacdan, ne zekattan bahsetmek mümkündür. Bilhassa maruf ve iyi olanın men edilip, münkerin teşvik gördüğü karanlık dönemlerde bu vazife topyekün bir milleti alakadar eden sorumluluk sırasına girer.

Şahsen ben günümüzde bu vazifeden daha ali ve ince bir vazife bilemiyorum. Bundan dolayı hayatını bu vazife ile dopdolu geçirenlerin dünyası da ahireti de maruf olacağı kanaatindeyim. (Sayfa: 39).

Allah’ın adının yüceltilmesi uğruna yapılan mücadelede verilen kavganın sadece Allah için olacağını düşünüp, başka emel ve gayelerin bu halis işe karıştırılmamasına dikkat etmeli ve kuracakları sistemleri de bu temel prensip üzerine kurmalıdırlar. (Sayfa: 40).

Evet, başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi bir cemaat veya toplum içinde çok faziletli insanlar bulunabilir. Bunlar manevi yönleri ile Allah’a çok yakın olabilirler. Ancak bu toplum içinde Emr-i Bi’l maruf, Nehy-i ani’l münker yapılmıyor ve bunun için müesseseler kurulup, bu vazife sistemli bir şekilde ifa edilmiyorsa Allah o cemiyetin altını üstüne getirir ve o cemiyet, o millet asla payidar olmaz. (Sayfa: 68).

Aslında dini hizmetleri belli bir teşekkülün emrine verme, başkalarının bir oyunu olsa gerek. Böyle bir yaklaşımın İslam’ın cihad ve tebliğ anlayışıyla da bir alakası yoktur. Evet, İslam dini sadece camiye hapsedilecek bir din değildir, o bizim hem ahiretimizi, hem dünyamızı mamur etmek için gönderilmiştir. Öyle bir bütündür ki asla tecezzi ve inkisam kabul etmez. Dini bir bütün olarak ele alıp değerlendirdiğimiz ve ruhumuza sindirdiğimiz gün mezelletten kurtulmuş olacağız. Zira o gün ferdi, içtimai, insani, bütün müesseseler vahyin aydınlatıcı şuaları altında vuzuha kavuşacak ve insanlar karanlıklar içinde bocalamaktan kurtulacaktır. (Sayfa : 87).

Fethullah GÜLEN bu kitabında yetiştirdiği kadrolardan şu hususları telkin etmektedir. (Sayfa: 206).

Tebliğ ve irşad vazifelerin en mukaddesidir.

Tebliğ normal zamanlarda farz-i kifaye olsa bile günümüzde ihmale uğrayan meselelerden olduğundan farz-ı ayn’dır. Onun ihmali katiyen caiz değildir.

Bu vazifeyi ihmal ederek ölen bir kimsenin nifak içinde ölmüş olmasından endişe edilmelidir.

İçinde bu kutsi vazife yapılmayan toplumu Allah’ın helak etmesi muhtemeldir.

Bu kutsi vazife fert millet, devlet planında ele alınmalıdır. Müslüman dünya nizamının ana unsurudur, onun bulunmadığı dünyada nizam olmadığı gibi, onun varlığının söz konusu olduğu yerde de anarşi ve terör olmaz. Bu ise Müslüman’ın tebliğ vazifesini hakkı ile eda edip etmemesine bağlıdır.

Bize tebliğ adamları lazımdır. Bu dini ayakta tutacak ve onu cihanın dört bir yanına götürecek olanlar da ancak onlardır.

Tebliğ adamı tebliğde çok ısrarlı olmalıdır.

Tebliğ adamı havari karakterinde olmalıdır.

3-Strateji ve taktik:

Strateji ve taktik konusunda sanık Fethullah GÜLEN kitaplarında şunları yazmıştır.

"Fasıldan Fasıla 1" isimli kitabında yazılanlar;

Dengeli bir hizmet eri söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. Olabilir ki söylememesi gereken her şeyi hemen söylerse kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhine ağırlaşabilir. Dolayısıyla sıkıntılı bir atmosfere düşebilir. (Sayfa :119).

Bugün devrin getirdiği şartla ve hizmetin stratejisi açısından, bir yanağına vurana öbür yanağını çevir, karşılık verme, sokağa dökülme diyorsak, bu manada bu ruhu temsil gereğinden dolayıdır. İleride inşallah Muhammed-i Zemin tam oturacak ve Muhammed-i renk bütün renklere hakim olacaktır. (Sayfa: 222).

"Fasıldan Fasıla 2" isimli kitapta yazılanlar;

Evet Allah Resulü etrafında her zaman işte böyle Serdengeçtiler oldu, ama o hayatın hiçbir anında, hiçbir tedbirde kusur etmedi, kuvvet dengesinin olmadığı bir yerde ortaya atılmasının hezimet ve mağlubiyetle neticeleneceğini herkesten iyi değerlendirdiği ve bu sebeplerle de stratejisini hep temkin ve tedbirle örgütledi.

Evet denge gözetilmediğinde hezimet ve mağlubiyetin kaçınılmaz olduğu şartlarda, kahramanlık gösterisi sadece bir ihanettir. (Sayfa: 141-141).

Hadiste mümin ekine benzetiliyor. Bela ve müsibetler karşısında o fırtına önündeki gibi eğilir. Yerlere yatar ve fırtına dinince tekrar ayağa kalkar. Bizim bu hususiyetimiz şeytan cephesini tedirgin eder... geçenlerde onlardan biri bu durumu hissetmiş olacak ki aynen bu benzetmeyi kullanarak belirli güçlerin dikkatini çekiyor ve onlar fırtına önünde ekin gibi davranıyorlar, bu durum sizi aldatmasın, diyordu. (Sayfa: 273).

"Fasıldan Fasıla 3" isimli kitapta yazılanlar;

Türkiye’de İslam idbarının ikbale dönmesi için, hizmet meydanına atılmış hak erlerinin istikamete çok dikkat etmesi gerekir... bu aynı zamanda hedefe varmada da önemli bir vasıtadır. (Sayfa: 76).

Bir diriliş hamlesi ve bunu hayatın her kesimine yayma çabası içinde bulunan bu gruplar sırran tenevveret düsturuyla hareket etmektedirler. Böylece bir taraftan bu hayati faaliyetleri hiçbir engel ile karşılaşmadan daima artan bir hızla devam ettirirler, diğer taraftan da kendilerinden sonra gelecek nesillere iyi bir zemin, müsait bir atmosfer hazırlamış olurlar. (Sayfa:128).

Asrın Getirdiği Tereddütler 4 isimli kitapta yazılanlar;

İşte bu manada telaffuz, yapılan hareket kime karşı yapılıyorsa, tavrımız onlar tarafından hiç sezdirilmeden ve hissedilmeden yapılmalıdır ki ve bunun gidip hedefi vurma ve yaralanmadan da geri dönme gibi bir ifade ile arz etmemiz mümkündür. (Sayfa: 207).

Ölçü veya Yoldaki Işıklar 3 isimli kitapta yazılanlar;

Sizin gibi düşünmeyip çok farklı bir dünya görüşüne sahip bulundukları halde çok faydalı ve samimi kimselerin olabileceği mülahazası ile size ters gelen bir düşüncenin karşısına acele ile çıkmamalı ve düşünce sahipleri de kaçırılmamalıdır. Hatta onların mütalaa ve fikirlerinden istifade yolları araştırılarak mutlaka diyaloga girilmelidir. Yoksa bizim gibi düşünmüyor diye bir bir uzaklaştırılan veya uzaklaşan bu gayrimemnunlar, dev dev kitleler meydana getirerek karşınıza çıkıp sizi yerle bir edebilirler. Gayrimemnunların beşer tarihi boyunca müspet bir icraatları gösterilmese bile yıktıkları devletler sayılamayacak kadar çoktur. (Sayfa: 40).

Prizma 1 isimli kitapta yazılanlar;

O halde kuvvet dengesinin olmadığı durumlarda tekniğe, taktiğe başvurulmalıdır. Aksi taktirde karşı gelinemeyeceği muhakkak olan kuvvetlerle çarpışmaya kalkmak davaya en büyük ihanettir. (Sayfa: 86)

Yoldaki Işıklar 2 isimli kitapta yazılanlar;

Asıl mesele ise bütün bu olup bitenlerden sonra, yeni oluşu kadim ve sarsılmaz prensiplere tevfikan mükemmel hazırlamaktır. İşte bizler bugün böyle bir olma veya olmama durumu ile karşı karşıya bulunuyoruz, ya bugün bu buhranlardan sonra, bir idrak veya izanla kurulmasını tasarladığımız dünyayı kuracak ve huzura ereceğiz, veya bir kısım küçük hesap ve çıkarlar uğruna çekilen binlerce ıztırabı semeresiz ve boş kılacak bir anlayış ve davranışla maazallah gerisin geriye gideceğiz.

Doğrusu ittifak ve iftirak mevzuu günümüzde ehemmiyetini koruyan en aktüel bir mevzudur. O, her devirde ehemmiyetini korusa bile merkezi taazzuvun gerekli, hem çok gerekli olduğu bir dönemde ciddiyeti giderek artan ve bütün içtimai meselelerin önüne geçen bir mevzu haline gelmiştir. Asırlardan beri faturasını milletin ödediği bu ihtilaf ve iftirak, hissiliği ön aldığı günümüzde endişe verici boyutlara çıkmıştır. Çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki dirilişimiz için bundan daha büyük bir tehlike tasavvur etmek mümkün değildir. (Sayfa: 4).

Zira anlaşma ve uzlaşma her şeyden evvel bir akıl ve mantık işidir. Akla ve mantığa dayalı bir vahdettir ki dayanır ve uzun ömürlü olur. Buna karşılık günümüzde daha çok hissi vahdet ve kardeşlik vardır. Bu ise zayıf, yetersiz ve kısa ömürlüdür. Belli bir grup karşısında toplanmalar, düşmanlık duygusuyla bir araya gelmeler, saldırılmış olma ruh haleti içindeki derlenmeler, hissi birleşmelerin gelip geçici dalgalanmalarından ibarettir. Bugünden keyfi ve kemmi buudlarımız içinde böyle bir vahdet katiyen yetersizdir ve hele mukaddes prensiplerimiz açısından asla tecviz, tasvip ve muhakkak surette takdir edilemez. (Sayfa: 5-6).

Öyle ise iç ve dış faktörleri hesaba katarak Fasl-ı müştereklerimizin müzakereye getirilmesine ve bilgilerimizin aklilik ve mantıkilikle yeniden ele alınmasına şiddetle ihtiyaç vardır...maddi-manevi, dünyevi ve uhrevi saadetimizin temel taşı olan vahdetimiz için hiç olmazsa Anglo-Sakson ve Gall ittifakı biçiminde bir ittifaka ihtiyaç hem çok şiddetli ihtiyaç vardır.

Düşmanlarımızı meşgul etme, düşündürme, göz açtırmama gibi kıyaset ve dirayet isteyen hususları beceremesek bile, hiç olmazsa onların oyununa gelmeme ve elimizle kendi tükenişimizi hazırlamama anlayışı göstermeliyiz. Aslında buna mecburuz da. (Sayfa: 6-7).

Her şeyden evvel temelde olmayan farklı düşüncelerin normal kabul edilmesi ve en azından bir yabancıya karşı takınılan suni nezaket kadar olmasa da böyle bir şeye hissedar kılınması elzemdir, zaruridir. Mukaddes birlik ve düşüncemize bir temenna ve selamdır. Kaldı ki küçümsenmeyecek kadar bölücü faaliyetler de vardır ve bunların mevcudiyetini kabul etmek realizmin ifadesidir.

a) Uzun zaman dini hizmetlerin muaattal kalması ve sonra da bu vazifelerin birbirlerinden ayrı fert ve cemaatler tarafından yürütülmesi ve hele bu fert ve cemaatlere sözünü geçirecek bir liderin bulunmayışı, her grubun ayrı bir yol tutup gitmelerine sebebiyet vermiştir. Bir kısmı her köyde bir Kur’an Kursu açmak, bir kısmı dini ihya edici mahiyette hazırlanmış kitapları okuyarak, bir kısmı entelektüel seviyede adam yetiştirerek milletlerine hizmet yolunu tutmuşlardır. Bu itibarla da din ve vatan hizmetindedirler. Fakat ayrı ayrıdırlar.

b) Bu grubun her birileri kendilerine ışık tutan rehber ve öncülerine müceddit nazarı ile bakmaları masum olsa dahi bir ağırlığa sebebiyet vermektedir.

c) Mehdilik müessesesinde de mücedditlik için varit olan aynı şeyler zikredilebilir. Korkunç ahir zaman fitnesi karşısında mehdilik akidesi fert içinde, cemaat içinde bir kurtarıcı simittir. Evet, itikadi bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelatın tamamen muattal kaldığı bir dönemde öyle harika bir zat lazımdır ki, bize göre muhal olan tüm bu işler için gerekli ıslahatı bir hamlede yapabilsin.

Bundan başka içimizdeki ihtirafların dıştan körüklenmesini de hesaba katmak mecburiyetindeyiz. (Sayfa: 8).

Fasıldan Fasıla 1 isimli kitapta şu hususlar yer almıştır;

Cemaatleşme tabii ve normaldir. Anormal olan cemaatleşmeyi tefrikaya vesile yapmaktır.

Herhangi bir cemaati meydana getiren fertler arasında, nasıl ciddi bir irtibat söz konusu ise cemaatler arasında da aynı oranda irtibat şarttır ve zaruridir. Bu yapılmadığı taktirde cemaatler bölünmeyi, ufalanmayı, eriyip gitmeyi netice verir. Bu ise İslam adına büyük bir zarardır. Bundan kurtulmanın yegane çaresi de bütünleşmek, birlik ve beraberliği korumaktır. Bu konuda ütopik laflar etmeye de hiç gerek yoktur... ancak bu hususta bazı prensiplerin hatırlanmasında yarar vardır. Evvela hiçbir cemaat diğerinin aleyhinde bulunmamalıdır. İkincisi cemaat fertleri diğer cemaat büyüklerine karşı saygılı davranmalı ve onları daima edeple anmalıdır.

Üçüncüsü bütün bu cemaatler birbirlerinin dertleri ile dertlenmeleri, sevinçlerinde de onlara ortak olmalıdırlar. (Sayfa: 170-172). İslam cemaatlerinden birine dahil olan her fert manevi bir şirketin üyesi demektir. (Sayfa: 174).

İkinci Dünya savaşında Hitler Rusya’da nasıl arkadan gelenler üzerinden geçebilsin diye tanklarının bazılarını bataklıklara yığmışsa aynı şekilde bir nesil de arkadan gelen nesillerin kurtulması adına kendini feda etmelidir. Türkiye’de şu anda yaşanan süreç budur. (Sayfa :110).

Hiç şüpheniz olmasın zaman Müslümanları birleştirmektedir. Şimdilik net olarak keyfi veya kemmi bir umudumuz yoksa da, nasıl anne karnında ceninin doğmasına -olağanüstü şartlar dışında- kesin gözüyle bakılıyorsa öyle, bizim durumumuz da, şu anda artık doğum yaklaşmış bir cenin gibi kabul edilebilir.

Evet bu millet bugün olmazsa da yarın mutlaka sorumsuz insanların elinden dünya idaresini almak zorundadır. (Sayfa: 112).

İzmir 1996 baskılı Fasıldan Fasıla 1 isimli kitapta bu konuda yazılanlar

Dini mübin-i İslam’a hizmet eden her fert neferdir. Dolayısıyla bu hizmetlerde askeri disiplin çok önemlidir. Şeklen asker değiliz, ama ruhen askeriz ve öyle de olmalıyız. Hatta öyle olmak mecburiyetindeyiz. Bu sebeple İslami hizmetlerde nefer olduğunu idrak edemeyen ve neferliğe ters tutumlar içine giren herkes, mutlaka ve mutlaka bunun cezasını çeker. (Sayfa: 125).

Şu anda Dünyada dini sistemler adına büyük bir boşluk yaşanıyor. Kamu nizamının her sahada bitişi ve tükenişi, sistem arayışını daha da hızlandırdı. Ancak karşı cephenin insanları da boş durmuyor. Boş durmuyor ve bu boşluğu başka şeylerle doldurmaya çalışıyorlar. Daha önce de aynı şeyler olmuştu. Materyalizm ve Marksizmin yetersizliğini sezen batı, alternatifini yine kendi içinden çıkarmış, materyalizm boşluğunu Bergson’un ruhçuluğu ile doldurmaya ve gerçeğe olan ihtiyacı çarpıtmaya çalışmıştır.

Bergson da bir Yahudidir. Allah inancı yerine vicdanı, cennet yerine de vicdan huzurunu ikame etmeye çalışan bir Yahudi. Maddecilik yıkılmaya yüz tuttuğunda batılılar Bergson’un ruh anlayışını insanlığa bir din gibi takdim ettiler. Şimdi eğer topyekün insanlığa ait bir boşluğu biz inandığımız din ile dolduramaz ve bunu kısa zamanda gerçekleştiremezsek aynı oyun yine tekrar edilecek ve insanlık nice sapık yollara yönlendirilecektir. Bu sebeple de daha hızlı bir tempo ile çalışmamız gerekmektedir ve az dahi olsa durmak hatadır. (Sayfa:168).

“Fasıldan Fasıla 2” isimli kitapta ise şunlar yazılmaktadır;

Plan ve programlar önce tasavvurlar ile başlar. Sonra akıl sürecine girenler ve birer düşünce ve fikir olurlar. Sonra bu düşüncelerin hayata geçirilmesi için vasat ve ortamın müsait hale gelmesi de şarttır. Demek oluyor ki meselelerin bir düşünce ve fikir olarak hazırlanması, bir de bu düşünce ve fikirlerin hayata geçirilmesi yönleri var. Biz bunların bütününe plan ve program diyoruz. (Sayfa: 118-119).

“Fasıldan Fasıla 2” isimli kitapta bu konuda şu hususlar yazılmıştır;

Birisi irşatta muvaffak olduğu halde, cephede hiç iradesi yoktur. İrşattaki başarısına bakıp da cephede vazifelendirirseniz büyük bir fiyasko ile karşılaşırsınız. Binaenaleyh hizmetin selameti için insanlar iyi tanınmalı ve sonra istihdam edilmelidir. (Sayfa: 140).

Hizmet içinde önde gelen arkadaşlar her an kendi durumlarını gözden geçirmekle beraber, hizmet içinde her şahsı mutlaka kabiliyetlerine göre vazifelendirmeyi de ihmal etmemelidirler. Vazife bizim hayatımızdır... Bu itibarla her bir ferde önde bu işi planlayanlar tarafından mutlaka birer vazife tevdii edilmelidir. (Sayfa: 149).

Günümüzde, kaderin bir cilvesi olarak gözde ve gönülde bir hayli hizmet eri var. Bunlar kabiliyet ve liyakatlarını aşan önemli sorumluluklar altında bulunuyorlar. Bu arada bunlar “Şöhret ayn-ı riyadır, kalbi öldüren zehirli bir beladır” anlayışından hareketle, gösteriş ve alayiş endişesi ile gaybubet etmeyi, bir kenara çekilmeyi de düşünüyorlar. Bence bunun üzerinde çok ciddi düşünmek lazım. Zira bazen hizmetteki konumu itibariyle “Olmazsa olmaz” bir yerde bulunan arkadaş, değişik mülahazalarla bir kenara çekilse öyle zannederim ki bu davranışı ile sevap değil, ihtimal günah ile kazanabilir. Çünkü daha yapılması gereken dünya kadar iş var. Alttan gelecek kadro henüz bu işleri yapacak hem daha iyi yapabilecek kapasitede değil... bu itibarla bizim bütün düşünce ve davranışlarımızda hizmet gemisinin yürümesi hedeflenmeli, ahireti kazanmak için gönderildiğimiz şu dünya kışlasında, askerlik çok iyi yapılmalı, her hareketimizde “Rıza-i İlahi” amaçlanmalı ve cennete gitme bile ola ki -hemen hemen herkes bunun iştiyaki ile kavruluyor- bu hedeflere ulaşmayı geciktiriyor ise bundan şimdilik vazgeçilmelidir. (Sayfa : 345).

FETHULLAH GÜLEN SAİD-İ NURSİ'NİN DEVAMIDIR

Fethullah GÜLEN her fırsatta kendi deyimleri ile Bediüzzaman dedikleri Said-i Nursi’nin müridi olduğunu ortaya koyan sözler söylemektedir. Kurduğu örgütün de Nurculuk öğretisi doğrultusunda kurulduğunu açıklıyor. Said-i Nursi'yi “Asrın Çilekeşi, çağın büyüğü, kamil-i mürşit, ruhların hekimi” gibi sözlerle övüyor.

Said-i Nursi hakkında “Fasıldan Fasıla 2” isimli kitapta yazılanlar;

Bununla beraber Bediüzzaman gibi bir insan dünyanın neresinde olursa olsun, insan yetiştirdiği taktirde o her zaman dünya ile oynayabilir. Tabii ki bu gibi meselelerde zaman ayarlaması, yapılmak istenen işin çapına göre hesap edilmelidir.

Hazreti Isa cihan kapılarını yetiştirdiği 11 adam ile zorladı. İmparatorlukları dize getirdi. Ne var ki bu mesele kendisinden sonra asırlarca devam eden belli bir zaman dilimi içinde vücuda geldi. Efendimiz ise bir kadın, bir köle ve bir insanla başlattığı bir işte, kısa zamanda yeri yerinden oynattı. Başlangıçta kimse böyle bir neticeye ihtimal bile vermiyordu. Haddimi aşarak bende aynı şeyi söylüyorum. 5-10 insan ile cihanı fethetmeniz mümkündür. Kaldı ki o büyük zatın (Bediüzzaman) aştığı çığırın mahiyeti bugün ortadadır ve şimdiye kadar olanlar da ileride olabilecekleri ihtar mahiyetindedir. Bütün bunları hepimiz apaçık görüp müşahede edebiliyoruz. (Sayfa:198).

Bediüzzaman üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp, insanlığa tanıtılması gerekli bir simadır. O İslam Alemi’nin inanç, moral ve vicdani enginliğini, hem de en katıksız ve müessir bir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı simasıdır. Ona ve onun düşüncelerine hissi mülahazalarla yaklaşmak, onu ve eserini anmak sayılmaz. Duygusallık, onun her zaman uğrunda yiğitçe tavır ortaya koyduğu ve gürül gürül anlattığı meselelerin ciddiyeti ile telif edilemez.

O bütün ömrünü kitap ve sünnetin gölgesinde tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber, hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.

Bediüzzaman’ın yüksek mefkuresi, yaşadığı çağı düşünüp söylemesi, sadeliği, insani enginliği, vefası, dostlarına bağlılığı, iffeti, tevazuu, konusunda şimdiye kadar pek çok şey yazıldı ve söylendi. Aslında her biri başlı başına kitap mevzuu teşkil edecek olan yukarıdaki vasıflar, onun da kitaplarında sıkça üzerinde durduğu konulardır. Ayrıca hala aramızda hayatta iken onun yanında bulunma bahtiyarlığına erişmiş ve onun ruhi enginliği, fikri zenginliği ile tanışmış dünya kadar insanlar var ki, bunlar da canlı birer kitap gibi bu konunun sadık şahitleri. (Sayfa: 200-203).

Evet Bediüzzaman milletin fikri seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimai dertlerin buhran halini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hadise ile yüz yüze gelindiği, her tarafta İslam'ın ve milli değerlerin enkaz enkaz üst üste yıkılıp gittiği iftiran bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan, sonra da rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekim olmuştur. (Sayfa: 203).

Koskoca bir milletin mahv ve izmihaline göz yumup lakayt kalmak, bu aslan yürekli insanın tabiatına aykırıdır. (Sayfa: 207).

Eğer Bediüzzaman soluk soluk ülkenin dört bir yanına mesajlarını sunduğu zaman, onu anlayacak birkaç yüz aydın düşüncelerinde ona destek olabilseydi, ihtimal bugün en zengin ülkelerden daha zengin, en modern milletlerden daha modern hale gelmiş ve daha sonradan karşımıza çıkan her engeli aşabilecek güce ulaşarak, şimdilerde girilmiş gibi görünen o yola ta asrın başında girilmiş ve bugünkü problemlerin pek çoğu ile karşılaşmamış olacaktık. Yine de her şeye rağmen ümitliyiz. (Sayfa: 209).

İşte böyle bir zamanda Bediüzzaman gibi inkılapçı bir ruh çıkıyor ortaya ve mantık adına "Kızıl İ’caz" adlı eserini yazıyor ve eserini bazı tembel zihinleri düşündürmek için yazdığını söylüyor. Ne var ki o dönemin tembel ruhları bir türlü bu inkılapçı ruhun eserini kabullenemiyor. Kabullenmek bir yana Aristo mantığına takılıp kalmış bu ruhlar farklı şeyler söylüyor diye Bediüzzaman’a cephe alıyorlar. (Sayfa: 119).

Bediüzzaman Hazretlerine sormuşlar. Evlenmeyi hiç düşünmediniz mi? "Ümmetin derdi beni aşıyor, kendimi düşünmeye vakit bulamadım" şeklinde cevap veriyor. Zaten Van Kalesi’nden ayağı kayıp aşağı düştüğü esnada "Davam" diye bağıran bir insandan başka türlü bir anlayış beklenemez. (Sayfa:140).

"İrşat Ekseni" isimli kitapta yazılanlar;

Efendimizden sonra bu işi devam ettiren kutlular, onların ifadeleri de sıkılsa aynı inkisarın döküldüğü görülecektir. "Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyor. Bütün ömrüm harp meydanlarında esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divanı harplerde bir cani gibi muamele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa daha ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi belki bugün Said topraklar altında çürüyüp gitmişti”. İfadesi buruk bir inkisardan başka neyin ifadesidir? İhtimal o, bu sözü kendi gibi bütün kalbi kırık büyükler için söylüyordu. Hulasa bu hal "Emri bi’l maruf, nehyi ani’l münker" yapanların değişmez bir kaderidir.

"Fasıldan Fasıla 1" isimli kitapta Said-i Nursi hakkında yazılanlar;

Risaleleri eğer hakkı ile anlasaydık, medrese ve tekkelerden bekleneni verirdi.

Şark Üniversitesi Bediüzzaman’ın ilahiyat ağırlıklı, fakat müspet ilimlerin de okutulduğu bir üniversite düşüncesi o dönem için çok orijinal bir tespittir. Bu Üniversitede Arapça, Fars, Türkçe vacip, Kürtçe caiz olacaktır. (Sayfa 206).

"Küçük Dünyam" isimli kitapta yazılanlar;

İşte Bitlis’e bakarken böyle bakmak lazım. Bir Bediüzzaman’ın günümüzde dahi ulaşılması zor yerlerde zuhuru, yani secerenin menbaından kalkıp oralara yerleşmesi katiyen tesadüf değildir. Hizan ve Nurs yaz aylarında bile zor ulaşılan yerlerdir. Bu nesil kaçabildiğince kaçmış ve saklanabildiğince saklanmış ve orada bir potansiyel güç meydana getirmiştir.

5-ÖRGÜTLEMEDE GENEL PERSPEKTİF

"Asrın Getirdiği Tereddütler 3" isimli kitapta yazılanlar;

Birincisi, muhatabın ruhuna girme yolları araştırılmalıdır. Bu insani bir yaklaşım şeklidir. Hediyeleşme veya ona ait bir sıkıntıyı bertaraf etme gibi... muhatabın gönlüne girmek için her meşru yol denenmeli ve muhakkak surette bu iş halledilmelidir. Yani kendisine bir şeyler anlatacağımız insan, evvela bizim şahsi desteğimizi kabul etmelidir. Bu ona vereceğimiz düşünceleri kabulde mühim bir faktördür ve ihmal edilmemelidir. (bire bir ilgilenme, bire bir adam kazanma, kişiden kişiye propaganda metodu).

İkincisi, muhatabınızın inanç ve kültür seviyesini iyi bilmeniz gereklidir. Mesela ona açık okuyacağınız Kur’an dahi olsa, onu ürkütüp kaçıracak ve bize bir daha yaklaşmayacaksa, o esnada Kur’an dahi okunmamalıdır... bazen bu ayarlama yapılmadığından, irşad namına söylenenler onlarda öyle bir reaksiyona neden olur ki, daha sonra münasebetini bulup anlatmanız da artık fayda vermez. (Başlangıçta amaç gizlenmekte, takiyye uygulanmaktadır.)

Üçüncüsü, muhatabınızın itimadını kazanmanız da şarttır. O size öyle itimat etmeli ve öyle bağlanmalı ki, bütün sevdikleri ile tartışsanız orada siz ağır basmalısınız...bu ağır basma o denli olmalıdır ki, sizin yanınızda olmakla yüklendiği ağır mükellefiyetleri diğer tarafın zevk ve sefasına tercih edebilmelidir... işte mürşid muhatabının gönlüne böyle girmeli ve ona her dediğini yaptırabilmelidir.

Dördüncüsü, Müslümanlığa ait meseleler çok iyi bilinmelidir. Herkes aklına gelen şeyleri söylememeli ve felsefe yapmamalıdır. İşin diyalektiğine ve izan tarafına katiyen meyledilmemelidir... yine büyük mütefekkirlerin ifadesi ile bizler birer koyun gibi olmalıyız. Alıp öğrendiğimiz şeyleri hazmederek süt haline getirmeli ve muhtaç görünenlere süt gibi bir şifa kaynağı olarak takdim etmeliyiz. Cihanı aydınlatacak ve nazarları aydınlık kapıya çevirecek, aydınlık dönemin ışık ordusu, inşallah her bakımdan ilim ile mücehhez olacak. Çırak olarak kapılarına müracaat eden herkesin eteklerini Muhammedi cevherler ile dolduracak ve onları doyuracaktır.

Beşincisi, yapılan bütün işler, ihlas ve samimiyet içinde yapılmalıdır...Allah'ın Resulü, Allah yolunda olan cihadı, sadece Allah’ın dinini yüceltmek için yapılacak olan cihad olarak sınırlandırıyor. Demek oluyor ki Cenab-ı Hakk’ın yüce isminin İ’lası istikametinde kavga veriliyorsa bu Allah içindir. Yoksa konuşmamızda yazmamızda sadece kendimizi anlatmış oluruz ki böyle bir durumda ne samimiyet kalır ne de sevap, ihlasın bu kadar darbe yediği bir yerde ne Allah rızasından ne de gönülleri esir etmesinden bahsedilebilir.

Altıncısı, mürşit ve mebelliğ hangi seviyede olursa olsun kalbi dini ilimlerle, aklı medeni fenlerle mücehhez olmalı, bu ikisi ile pervaz eden istidat ve kabiliyetlerini işleterek, iç muhasebesine derinleşmeli ve çapına yapısına göre bu mevzuda ne kadar ladünileşebilirse ladünileşmelidir. Bu da bir bakıma yukarıda temas ettiğimiz husus ile alakalıdır. Yani ihlas ve samimiyet ile buudlaşma demektir.

Yedincisi, eğer bir meseleyi bizim anlatmamız bazı vicdanlarda reaksiyon ve tepkiye sebep olacaksa "Hakk’ın hatırı alidir" diyerek o meseleyi bir başkasına anlattırmak hoşunuza gitmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik var. Başkasının anlatmasına razı olmak başkadır, ondan hoşlanmak daha başkadır. İşte bizler ikinci durum çerçevesine göre ondan hoşlanmalıyız. Nefsin hiç hoşlanmadığı durumlardan birisi de budur ve bu civan mertliktir.

Sekizincisi, karşımıza bilmediğimiz meseleler çıktığında rahatlıkla bilmediğimizi itiraf etmeli ve bilmiyorum diyebilmeliyiz. Bizler de bilmediğimizi itiraf edelim, ama işin arkasını bırakmayalım. Muhatabımızı o meseleleri bizden daha iyi bildiğini kabul ettiğimiz gibi, öğrenelim, onlara da öğrenme zeminini hazırlayalım.

Dokuzuncusu, irşat ve tebliğ adamı civan mert olmalıdır. O, neyi var, neyi yok, hepsini davası uğruna feda etmesini bilmelidir. Gönülleri fethetme yolunda civan mertliğini edinmeli ve o yolda öyle gitmelidir... cennete ilk defa alimler, vaizler, hocalar değil, hak ve hakikati neşr uğruna malını ve canını hak yolunda bezleden esnaf, tüccar, kazanç seviyesi ne olursa olsun bütün cömertler, hakka dilbeste civan mertler girecektir.

Onuncusu, burada biraz hususiyet arz eden bir noktaya temas etmek istiyorum. 15-20 sene öncesinde bizim rüyalarda dahi görmemiz mümkün olmayan bir manzarayı bugün apaçık görmekteyiz ve bu da bizlere Cenab-ı Hakk’ın sonsuz lütfunun ifadesidir.

Bir lise talebesine Hakk’ı ve hakikati anlatabilmek için aylara ve haftalara ihtiyaç duyulan dönemi artık aşmış bulunuyoruz. Evet ben ve emsalim öyle günler hatırlıyoruz ki, namaz kılan bir üniversite talebesi gördüğümüzde Hızır’la görüşmüş veya Cebrail’i görmüş gibi sevinir, kendimizden geçerdik. Arkadaşlarımız kendi gönül dünyalarında duran o nurlu mesajları sunabilmek için, bir talebenin arkasında bazen aylarca koşar, koşar ama hiçbir şey elde edemezlerdi. Halbuki bugün durum değişmiştir. Artık bugün bu gibi meselelere sahip çıkan fertler değil, kitlelerdir. En mütemerrid insanların bile yumuşadığı ve İslami meselelere olabilirlik ihtimali ile baktığı bir devreyi idrak etmiş bulunuyoruz. Bu durumda bize düşen vazife işin özünden ve ruhundan uzaklaşmamak kaydıyla yeni yeni metod ve yöntemler denemek ve değerlendirmek olmalıdır. Aksi taktirde devrini idrak edemediğinden bütün fonksiyonunu kaybeden insanların durumuna düşmemiz muhakkak ve mukadderdir. Böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınırız, öyleyse günün gerektirdiği şekilde hizmet adına yeniliklere adapte olmak mecburiyetindeyiz. Uyumda ne kadar gecikirsek, hedefe varmakta o kadar gecikmiş olacağımız asla unutulmamalıdır. İşte bu hususi durumlardan hareketle, umumi ve herkes için geçerli bir prensibe varabiliriz. İrşad ve tebliği kendine vazife edinenler devrini idrak etmek ve irşadını bu temel üzerine oturtmak zorundadırlar. Başkalarının fezayı fethe açıldığı bir dönemde insanları karanlık dehlizlere çekerek bir şeyler anlatmakla hiçbir yere varılamayacağı bilinmelidir.

Onbirincisi, kitle ruh halinden istifade ile kitlelerin iltihakını kolaylaştırıcı metod ve usullerin tatbiki de irşad ve tebliğ adına çok mühim usullerdendir.(Asrın Getirdiği tereddütler 3, Sayfa:166-183).

6-FETHULLAH GÜLEN'İN İNKILAPÇILIĞI:

Bu konuda Fasıldan Fasıla 2 isimli kitapta bulunan şu hususlar dikkat çekicidir.

İnkılapçı ruhlara muhtacız. Hava kadar, su kadar ihtiyacımız var. İnkılapçılara, kendilerini yetiştirmesini bilen ve bildiğini yeni yeni komprimeler halinde takdim etmeyi beceren insan yokluğudur ki, bu fikir ve kültür hayatımızı iflasa sürüklemiştir... işte böyle bir dönemde Bediüzzaman gibi inkılapçı bir ruh çıkıyor ve mantık adına "Kızıl İ’caz" isimli eserini yazıyor. Bu eserini bazı tembel zihinleri düşündürmek için yazdığını söylüyor. Ne var ki o dönemin tembel ruhları bir türlü bu inkılapçı ruhun eserini kabullenemiyor. Farklı şeyler söylüyor diye Bediüzzaman’a cephe alıyorlar... ama öyle inanıyorum ki yetişmekte olan yeni nesiller arasında her sahada inkılapçı ruhlar çıkacak ve birkaç asırdan beri süregelen bu humudet dönemini sona erdirileceklerdir. (Sayfa 119-120).

Sanık Fethullah GÜLEN, Bediüzzaman gibi inkılapçı bir ruh çıkıyor derken Atatürk ilke ve inkılaplarına karşı alternatif bir inkılapçı ruhun Bediüzzaman Said-i Nursi ile çıktığını söylemek istiyor.

İnsanımızın gerçek mutluluk ve saadetini arzu etmeyen bazı talihsizler bugüne kadar bir kerecik olsun tarihi hakikatleri görmeye, onlarla yüz yüze gelmeye cesaret edemediler. Hatta o, zirveleri tutan ve çok defa o çalımla boğulanlar, hiç mi hiç batıl vehimlerinden modern hurafelerden ve fikirleri felç eden tabulardan kurtulamadılar. Daha acısı da bu alil ruhlar, kendilerini küçük düşüren bu kabil hastalıkları birer meziyet gibi gördü ve gösterdiler ve ne olduklarını hiçbir zaman hissedemediler de, hastalıklarını hissetmeyen hastalar gibi hep şifaya kapalı kaldılar. (Sayfa: 237).

İnsanımız, uzun seneler kendisini ayakta tutan dinamiklerinden habersiz yaşadı. O bir türlü İslam’ın gücünü kavrayamadı. Kur’an sırlarını sezemedi ve onun ruhundaki cevheri değerlendiremedi. Ama bugün onun kendi dünyasına dönüşü çok farklı olacaktır. Öyle zannediyorum ki o bu ikinci dönüşü ile Kur’an-ı semadan yeni inmiş gibi tanıyacak, İslam’la ilk tanışıyor gibi, onu alabildiğine sıcak bulacak ve önceki nesiller gibi ülfetlerin hasıl ettiği sathiliklere takılıp kalmayacaktır. (Sayfa: 239).

Düne kıyasla bugün İslami meseleleri anlamak daha kolay, tabii kitlevi çoğalma ve büyüme bu hususta önemli bir amil. Evet kemmi plandaki bu gelişmelerin İslami meselelerin anlatılmasında ve kabul görmesinde önemli bir kolaylık temin ettiği bir gerçek.

Dün herhangi bir dini meseleyi anlatırken okullarda ve okulların dışında arkadaşlarımız kim bilir ne kadar zorlanırlardı. Evet bu günlerin kıymetini bilip hizmet adına şükrümüzü eda etmek bir vazifedir. (Sayfa: 266-267).

Geleceğin dünyasında tek hakim unsur İslam olacaktır. (Sayfa 229). Fasıldan Fasıla 1 isimli kitapta yazılanlar;

Hiç şüpheniz olmasın zaman Müslümanların lehine işlemektedir. Şimdilik net olarak keyfi yada kemmi bir buudumuz yoksa da, nasıl anne karnında ceninin doğmasına -olağanüstü şartlar dışında- kesin gözüyle bakılıyor, öyle de, bizim durumumuzda şu anda artık doğumu yaklaşmış bir cenin gibi kabul ediliyor.

Evet bu millet bugün olmasa da yarın mutlaka sorumsuz insanların elinden dünyanın idaresini almak zorundadır.

Ülkenin % 99’u Müslüman gibi sloganvari sözlerle gaflet ve gevşekliğe itiliyoruz. Bu tür sözlerin bize kazandıracağı hiçbir şey yoktur ve şimdiye kadar da hiçbir şey kazandırmamıştır. Bu sebeple muvakkaten de olsa azınlık düşüncesi ile hareket edilmesi şarttır. (Sayfa: 109).

Türkiye’deki Müslümanları azınlık olarak görme gayreti içine giren, istediği gayeye ulaşıncaya kadar Işık evlerinde yetiştirdiği prototiplerle İslamiyet’i temsil etmeyi elzem görmektedir.

Bizim esas problemimiz imparatorluğun yıkılması değildir. Problemimiz ruh planındaki iflasımızdır. Ne acıdır ki devleti idare edenler bunu bir türlü anlayamamışlardır ve anlayamıyorlar. Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi bizim yıkılmamızı hazırlayan medrese değildir. Aslında medrese ne zaman yıkıldıysa, millet o zaman yıkılmıştır. Çünkü medrese bizim tarihimizde ortaokulun, lisenin, üniversitenin ve daha üstündeki akademilerin yaptıkları vazifeyi yapıyordu.

Medreseler kapatılmaktan ziyade ıslah yoluna gidilmeliydi... günümüz eğitim sistemi hazırlanırken mutlaka bundan da istifade yoluna gidilmeliydi... günümüzde açılan okullar ise daha 50 nci yılını doldurmadan dejenere olmuştur. Yıllarca fakültede belli bir ilim tahsil etmiş insanlar, neticede bakıyorsunuz bomboş yetişmişler. Eğer hususi meşgul olanları istisna edecek olursanız, ilahiyatlar dahi mevcut sistemin ciddi ilim adamı yetiştiremediği bir gerçektir. (Sayfa: 11).

Şimdi İran’da da dini yönü ağırlıklı bir devlet vardır. Anlatılanlara göre Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın yanında her an devlete müdahale yetkisi olan bir dini lider bulunuyor. Bu durum ABD’ni ve batılı yandaşlarını rahatsız ediyor. Bu sebeple diğer Müslüman ülkeler “Devlet ağırlıklı din” politikasını tercih ediyorlar. Bu onların nazarında “din ağırlıklı devlet” politikasına nazaran ehveni şerdir. ABD’nin Pakistan’ı desteklemesinin sebeplerinden birisi de budur. Yani din ağırlıklı devlet modelinin oluşturulmasını engellemektir. (Sayfa: 10).

Sanık Fethullah GÜLEN bu görüşleri ile Atatürk inkılaplarının en önemlilerinden olan Tevhid-i Tedrisat kanununa ters düşmektedir.

Fasıldan Fasıla 3 isimli kitapta yazılanlar;

Cumhuriyet ile beraber Arapça eğitime karşı tavır alınması o günün aydınının ve devlet yetkililerinin bir yanılgısıdır. Bu kararda o dönem itibariyle Arapların, Devleti Aliye’ye karşı tutumu rol oynamış olabilir. Fakat şimdi geçmişe yönelik onu sorgulamanın bir yararı olmadığı kanaatindeyim. 46’lı yıllarda İmam Hatip okulları ve İlahiyat Fakültelerinin açılması ile birlikte, kendi kültür ve dinamiklerimize dönme süreci de başlamıştır. Bu yıllar aynı zamanda demokrasi düşüncesinin zaman zaman hissedildiği bir dönemdir... bunların dışında Arap Devletleri ile kültür anlaşmaları yapıp ülkeler arası talebe gidip gelişinin sağlanması gerekir. Böylece yıllardır ayrı kalan bu ülkeler ile tekrar kaynaşma ve diyalog yolu açılacaktır. (Sayfa: 204).

Çağ ve Nesil 5 isimli kitapta yazılanlar;

Şimdi belki bize ait pek çok şey gibi tekkenin de sesi kesildi, zaviye, dergah, halka mütrib bir şey söyleyemez oldu. Yahut biz onları duymaz olduk. Duymaz olduk da, ruhlarımız onları geçmişte arıyor ve hayallerimiz dönüp dönüp o döneme ait neşe huzur ve itminan gecelerinden bir nefes bekliyor. Tekke bize veda ederken gözümüzün içine baka baka ve sayılamayacak kadar emarelerinin bağrında gidip ufka kapandı. Dönüşün nasıl olduğunu şimdiden kestirmek çok zor... ama belki de hiç beklenmedik bir anda tıpkı ne zaman geleceği belli olmayan bir kuyruklu yıldız gibi, bütün hususiyetleri ile ufkumuzu sarar ve varidatını bir kere daha her yana saçar. (Sayfa: 68)

Bir iki asırdır milletimiz, kendi kendisinin musibeti, kendi kendisinin mağduru olarak yaşamıştır. Evet millete, ruhuna, Allah ve Peygamberine başkaldırmanın dışında ciddi hiçbir şeyin öğretilmediği bu karanlık dönemde bütün kara seslerin, kapkara ağızların yaptıkları tek şey geçmişi tezyif, atalarımızı tahkir ve bin yıllık muazzam mirasın inkarı olmuştur. Yine bu talihsiz dönemde mebzul meta gururdur, çalımdır, cakadır. Şah-ı şehrimizin de ifade ettiği gibi deve izi derin gölde, saman çöpüne binip yüzen bir sineğin kendisini bir diritnotta zannetmesi gibi bunlarda bir kısım levsiyat bataklıklarında düşe kalka yürürken kendini okyanuslarda, hem de transatlantiklerde seyahat ediyor zannediyorlardı. Kanları sürüngenler gibi soğuk, zekaları bütün bütün şehvetin ağında, keseleri sefahat ile delinmiş ve hayatları sindirim dolaşım itrahata göre programlanmış bu bedenin kulları, gelecekte tarihimizin dünü ile yarını arasında rutubetlenmiş, güvelenmiş bir bölüm olarak hatırlanacak ve nefretle anılacaktır.

...bu ülkede bir iki asırdır bir anlayış tıkanıklığı, düşünce tıkanıklığı ve düşünce hayatımızın önünü kesen inkıbaz yaşanmaktadır. Belki ara sıra hükümet şekli değiştirilerek, bir kısım teselli devreleri yaşanmış, idare şekli politize edilerek kitlelerin şiddet ve öfkesi dindirilmiş, ama bunların hiçbiri milletin beklentilerine cevap vermemiştir. (Sayfa: 105-106-107).

Primza 1 isimli kitapta yazılanlar;

Diğer bir mesele de bizim asıl vazifemiz İ’la-yı Kelimetullah olduğu hususudur Biz bunu medrese, tekke, kışla çerçevesi ile özetlenebilecek bir anlayış ile ele alıp yerine getirme durumundayız. Yani medresenin en modernini arama, tekkenin Allah’a en yakın, ruha en açık olanını bulma, kışlanın askerlik ruhunu ve kainatı fethe doğru yönlendirecek olanını tesis etme ve hepsinden önemlisi de bu düşünce sac ayağını gelecek nesillere taşımaktır. Aksine, bir gün bu memlekette İslam bütün esasları ile hakim olsa bile ifade ettiğimiz nesiller yetişmedikten sonra krizden kurtulmamız mümkün olmayacaktır. (Sayfa: 226).

Eğer bir gün dünya robotlar ile idare edilecekse, bu robotları yönlendirecek kumanda merkezi Müslümanların elinde olmalıdır. Ve eğer geleceğin kaderine teknoloji hükmedecekse, teknolojinin reji odası Müslümanların denetiminde bulunmalıdır. En iyi Erkan-ı Harpler, en iyi terbiyeciler Müslümanların içinden çıkmalıdır. Şu da unutulmamalıdır ki Dünyadaki küreselleşme beraberinde bir sürü şey getirmenin yanında hukuku da öne çıkarmıştır. Geleceğin idarecileri sosyal branşlardan seçilecek, belki de hukukçulardan olacaktır. Bu açıdan hukuk ve siyaset yani mülkiye çok önem kazanmaktadır Bu nedenle de Dünyayı çok iyi idare edecek hukukçular yetiştirmemiz gerekmektedir. Hasılı Dünya’da hemen her sahada önde bulunmamız şarttır... Aynı zamanda böyle bir meselenin kat’iyen aceleciliğe tahammülü yoktur. (Sayfa: 201).


7-IŞIK EVLERİ, TEKKE, ZAVİYE VE MEDRESELER Çağ ve Nesil 5 isimli kitapta ışık evleri hakkında şunlar yazılmıştır;

Kitabın başında önsöz III yazarı M. Garip şunları demektedir.

1 nci Cihan Harbi ile batıp giden İslam Devleti zamanın ana rahminde yepyeni bir tarihi doğuşa hazırlanıyor.

Işık evlerine giriyoruz... Bu evler kutsal bir programın yürürlüğe konduğu ocaklardır. Bu medeni yapının planı Kur'an, mühendislik merkezi mabetler, mektepler ise evler, çarşılar, kazalar, köyler, kasabalar ve şehirlerdir. Bu evlerin mayaladığı yeni bir mevsime hazırlanıyoruz.

Önsözün yazarı olan şahıs hareketin ana amacının İslam Devleti’ni kurmak olduğunu yazısında açıkça dile getirmiş olmaktadır.

Işık evler, ışık süvarilerinin kışlaları, hak erenlerin halvethane ve zaviyeleri, gözlerini ilim ve marifetle açıp kapayan kutsilerin varidat iklimleridir. Tadını, havasını, rengini, rayihasını ötelerden alan Işık evler, dünyada ukba yamaçlarında kurulmuş ve fizik ötesi alemlerin rasathaneleri gibidirler. Onların aydınlık ikliminde en müptedi insanlar bile mikro alemin en sıkı koridorlarında rahatlıkla dolaşırlar ve mikro alemin en girift, en ürpertici derinliklerini bir solukta geçerler, geçerler de hareket noktasının aydınlığı sayesinde kara deliklerin merkezlerine ışıktan tahtlar kurarak inanca açık sinelere tefekkür, marifet ve zevk-i taruhani tayfaları salarlar.

...Işık evler, çevrelerindeki bina yığınları itibariyle, tıpkı hale içindeki yıldızlar topluluğuna nur ayetleri tefsir eden bir mehtap veya ebedi nur, ebedi huzur arayanları firdevslere ulaştırma yolunda kurulmuş bir han gibidirler.

...Bu evlerde imanı, ibadeti, dünya zikri, fikri, uhuvveti, vefayı, ötelere ait derinlikleri ile duyup yaşama bahtiyarlığına erenler, adeta her an yeniden doğar, baharlar gibi duygularıyla yeşerir, derken çeşit çeşit varidatla dolgunlaşan o kendileri has hava, bütün gönüllerini bir saadet vaadi ile kapsar ve çok defa onların hayata açık şiirlerinde cennet yaylalarının ferahlatıcı esintileri duyulur.

...Işık evler gelmiş geçmiş mukaddes binaların en velidü, en doğurganıdırlar. Orada ışığa uyanan herkes hemen karanlıkla hesaplaşmaya geçer. Ona karşı kıyam eder ve bu duygusunu da her yerde bir mum yakmak suretiyle hayata aktarmaya çalışır. Bu itibarladır ki Işık evlerin çoğalıp gelişmesi tasavvur üstü bir hendesedir. Hatta çok defa kutsilerin, kutsilik sınırlarını zorlamaları ölçüsünde hendesi katlamaların da aşıldığı görülür. (Sayfa: 1-6).

Evet, baskıların, baskın ihtimallerinin, tehdidi altında bile ışık süvarileri, hiçbir zaman ışık etrafında bir araya gelmekten, ışık alıp vermekten, ışık solumaktan, ışıkla gerilmekten ve zulmetlerin bağrına ışık göndermekten geri kalmadılar. Ama bilmem ki günümüzün nesillerine, o günkü körlüğü ve sağırlığı ve körler, sağırlar dünyasında maruz kalınan onca çileyi, onca ıstırabı ve bu arada gerçekten inanan insanların da duyup hissettikleri o tasavvurlar üstü ruhani zevkleri anlatmak mümkün olabilecek mi?

Evet o günlerde acı tatlı her şeyin ayrı bir zevki ayrı bir lezzeti vardı. Mahkemeler, takipler, tarassutlar, gözaltılar, sürgünler, hala aynı günleri yaşayanlara Allah sabr-ı cemil versin. Biri biter biri başlardı da, Kur’an talebeleri makamı hayret’te bulunuyormuşçasına olup biten her şeyi derin bir temaşa zevki ile seyreder, kıymet sınırlarına aşan vazife ve mazhariyet derinlikleri ile şevkten şevke girerlerdi...

Hakk’ın kazası yerine gelip, olanlar olup bittikten ve elemler ve acılar yerlerini keyiflere, lezzetlere bıraktıktan sonra da maruz kaldıkları bütün kötülükleri, bedlikleri, hoyratlıkları hatıraların içine sinmiş birer zevk zemzemesi halinde hisseden. Lütfu da hoş, kahrı da hoş yüce yaratıcılarına karşı minnet ve şükran ile iki büklüm olurlar. Işık evlerin, kudret ve irade esintileri ile tohumlar gibi dört bir yana saçılıp, zühur ve tecelli yamaçlarında çoğalmasıyla hikmet ve inayet düzlüklerinde büyüyüp gelişmeleri, gelişip kabuk değiştirmeleri aynı zamana rastlar. Evet belli bir döneme kadar birer birer, ikişer ikişer çoğalan Işık evler, mübarek bir zaman diliminde birden bire hendesi katlanmaya geçer ve onar onar, yirmişer yirmişer artmaya başlar... Ve yine aynı dönemde küçük ünitelerin yanında aynı zevk, aynı rayiha, aynı tat, aynı hava ve aynı ruhta, tıpkı birerli kandillerin yerini çok lambalı avizelerin alması gibi bu minik hizmet yuvalarına yerlerini daha kompleks ışık kaynakları ve birerli yıldız mahiyetindeki münferit evlerin yerleri içinde güneşlerin kol gezdiği galaksiler gibi, bütün hayatı kucaklayan entegre ışık evleridir. İşte bu dönemde, dev nebülözler gibi her yana kollarını salmış bulunan ışık komplekslerinin, bütün zulmetleri bir bir yıkma, topyekün karanlıklarla hesaplaşma, inanan insanlar arasında her türlü alakaya merkez, bütün ruhani zevklere kaynak, umum manevi ihtiyaçlara mercii ve her seviyedeki insanı akli, ruhi, kalbi ve hissi beklentileri ile kucaklama dönemidir.

...Evet bugün büyüğüyle, küçüğüyle ışık evler yıllar ve yıllar imana, imandaki huzur ve itmi’nata susamış gönüllere rahmet yüklü bulutlar gibi gönderdiği, bol bol ab-ı hayat ve insanımızın gönül tepelerine saldığı, marifet, muhabbet, ruhani zevk şuaları ile diriliş yükleyen bir İsrafil sür’u ve vicdanları şahlandıran Cebrail solukları olmuştur.

Evet onlara uğrayanlarda pek çok menfi hisler silinmiş, inat ve karşı koyma düşünceleri kırılmış, müdavimleri de kendilerini cennet kapılarında temaşaya koşan seyyahlar gibi görmeye hissetmeye başlamışlardır. Başkalarının eğlenceye, zevke, sefaya giderken duydukları keyfi, neşeyi, sevinci, tiryakiliği, kutsiler, hem de kat katı ile Işık evlere uzanan yollarda duymuş ve yaşamıştır. Onlar bu ışıktan yollarda ve bu yolların gerçek değerinin teminatı olan bu kutlu yuvalarda düşünülen, söylenen ve okunan şeyleri ötelerden gelmiş ilham esintileri gibi karşılamış, gökleri aşıp gelen soluklar gibi dinlemişlerdir.

Ve yine onlar bu evlerde bugün hala çocuklarının akıl edemedikleri, bilemedikleri sırlarla tanışın, sema kapılarının aralandığını hisseder gibi olur, kapı aralarından sızıp geldiğine inandıkları varidatla bütün bütün uhrevileşir, kendilerinden geçer ve yerlere serilirler.

Bu ışıktan helezonlarla yükselmeye namzet bahtiyarlar, her zaman yüzlerce zevk ve lezzeti birden duyar ve tadar... Ve her an ayrı bir hazzın kolları arasında, bir bu kadar zevke yüz ömür kafi değil, der. Tali’lerine tebessüm ederler. Onların, ışık evlerin derinliklerinde hissettikleri, hissedip yaşadıkları bu rengarenk hayatı, onlarla aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşmayanların, hele şartlanmış dimağların, bedenlerine yenik düşüp ruhların, kendi çalım gururu altında eğilmiş bahtsızların duyup anlamaları mümkün değildir.

Evet, kalplerin balansını, imana Kur’ana iman ve Kur’anın gönüllere boşalttığı irfana göre ayarlayamamış talihsizler, ne bu ufku kavrayabilir, ne de gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve beşer tasavvurlarını aşan bu deruni hazları idrak edebilirler. (Çağ ve Nesil 5, Sayfa: 8-9-10-11).

Her akşam işinden, okulundan, dairesinden ayrılıp, bir vahaya koşuyor gibi, ışık evlere koşup gelenler, bu evlerin kendilerine has büyüleyici duygularına dalanlar, şurada burada zihinlerine ilişen kötü duygu ve tutkulardan sıyrılır, başları cennetlerine ulaşmış gibi, derin bir huzura ererler... Her akşam ve her vazife dönüşü ışık evlerin müdavimleri için hayata yeniden dönüş ve kendilerini idrak ediş demektir. Onlar her 24 saatte bir kere yeni bir “Ba’sü Ba’de’lmevt” görür, ruhlardaki cennetlerde dolaşır ve renkli talihlerine tebessüm eder, kendilerinden geçerler.

Bizler çok defa bu sihirli muhitte hazların en erişilmezine, itmi’nan ve sükunun en baş döndürüşüne erer, her şeyi bir aşk-ü sevk nesvesi içinde tanır, duyar ve kendi kendimize “Yoksa bu yaşadığımız hayat cennet mi?” diye mırıldanırız.

Ben şahsen ışık çağından bu yana varlığını Cibril’in emniyetle açılıp kapanan kanatları arasında sürdüre gelmiş, bu nurdan evlerde akıp duran zamanları onların havasını, şivesini kanımda ve asabımda hissetmişimdir. (Sayfa: 145- 147).

Işık evleri konusunda Prizma 2 isimli kitapta yazılanlar;

İlk dönem itibariyle İslami tebliğ ve irşad hareketinin başlangıcında, Allah’ın Resulü de bu işe bu tür evlerde başlamıştır. Evet, bir evde başlamıştır. Nebiler serveri ve derken yeryüzü bir mescit, Mekke bir mihrab, Medine bir mimber haline gelmiştir. Dünyada yediden yetmişe, kadın erkek bütün insanlar, bu mescidin cemaati, bu irşad ve tebliğ mektebinin ise istidatlı birer talebesi olmuşlardır.

Aslında ilk ışık çağında İmam Rabbaniye, ondan da günümüzün büyük çilekeşi Bediüzzaman hazretlerine kadar, belli dönemlerde Ümmeti Muhammed’e mürşitlik yapan bütün üstün kametler hep aynı yolu takıp etmiştir.

Evet şu kocaman varlık alemi galaksileri, sistemleri ile küçük atmosferlerden meydana geldiği gibi, bu büyük davada da hep bir kulübecilik ile başlamış ve bu davanın gönüllere aksettirilmesi ölçüsünde her şey manalı bir kitap veya çok manalı ve muhtevalı meşherler halini almıştır. (Sayfa :10-11).

Bu ışık evlerin kendilerine has özellikleri vardır. Buralar öncelikle insanların insanlık yanlarından ötürü meydana gelebilecek boşlukların kapatıldığı yerlerdir. Plan ve projelerin üretilip, metafizik gerilimin, sürekliliğin sağlandığı ve neticede üstadın “Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir” dediği türden yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsi mekanlardır. (Sayfa: 12-13).

Öyleyse bu evler yalnız yöntemsiz değişik cazibe merkezlerine göre kendini şekillendiren şabloncu nesillerin mamur edilip, mana kökenine dönmelerini sağlayan birer tezgah ve birer mekteptirler.

Hususiyle tekke ve zaviyelerin kapatılıp kapılarına kilit vurulduğu bir dönemde, o evlerden beklenen de böyle bir misyonun eda edilmesi idi. Bu evler içinde barındırdığı insanlara Finunu Medeniye ile beraber Ulum’u diniyeyi de öğreterek tekke ve zaviye ruhunun yanında medrese vazifesini de üstlenmiş olacaktır. (Sayfa: 12-13).

Mabede giden yolların kapandığı bir zaman diliminde, Allah şimdilik benim adım bu evlerde yükselsin ve anılsın izni ile serfinaz içinde kitapların okunduğu Hakk’ın müzakere edildiği müstesna mekanlardır. (Sayfa: 12-13).

Zannediyorum kuruluş gayesine matuf işletildiği müddetçe bu evlerde, bir dönemde tekke ve zaviyeler ile ulaşılamayan noktalara ulaşılacak ve buralarda aynı zamanda medrese insanını aratmayan insanlar yetiştirilecektir. (Sayfa: 14-15).

Hasılı ben bu hususta pek dertliyim. Büyük bir tarihi ihmali telafi etmeye matuf açılan ışık evlerin, ne kadar bu gayeye uygun değerlendirilebileceğini bilemeyeceğim ama, “arkadaşlarım onun hakkını veriyorlardır.” Diyerek hüsnü zan etmek istiyorum. Unutmayın dünyanın enkazı altında kalan ve kalacak olan bütün milletler, umumi bir ihya adına bu evlerde yetişen irşad erlerini beklemektedir ve öyle anlaşılıyor ki bu ışık evlerin fonksiyonu hiçbir zaman bitmeyecektir. (Sayfa: 17).

8-HİZMET ERLERİ (ŞAKİRTLER) :

Fasıldan Fasıla 1 isimli kitapta bu konuda şunlar yazılmıştır;

Cemaatte müşterek hareket vardır ve olmalıdır. Ve yine cemaatte istikamet ve isabet şansı daha fazladır. Zira bir yanda 50-100 insanın düşünce muhassalası (düşünce birikimi ortaklığı) diğer yanda da dahi bile olsa tek başına bir insanın karihası (muhtelif fikirler) evet kıyas bile kabul edilemez. Bu sebepledir ki Allah cemaatle beraberdir. (Sayfa: 133). Ayrıca hizmet insanı kendisini davasından alıkoyacak her şeyi elinin tersi ile itmesini bilmelidir, Ev mi, çoluk çocuk mu? İş mi? Her ne ise ayağına pranga olan hiçbir şeyin esiri olmamalıdır. Esasen bir kısım özel durumlar dışında dava adamının şahsi hayatı yoktur. (Sayfa: 87) Bir diğer düşman ise adeta gaye haline getirilmiş evlad-u ıyal arzusu yani evlenmektir. (Sayfa: 117-118). İkinci dünya savaşında Hitler Rusya’da nasıl arkadan gelenler üzerinden geçsin diye tankların bazılarını bataklıklara yığmış ise, aynı şekilde bir nesil de arkadan gelen nesillerin kurtulması adına kendini feda etmelidir. Türkiye’de şu anda yaşanan süreç budur. (Sayfa: 110). Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. o bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söyler ise kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhine ağırlaştırılabilir. Dolayısıyla da sıkıntılı bir atmosfere düşebilir. (Sayfa: 119). Her Müslüman Allah diyen biri ile dost olmak yolunu araştırmak zorundadır. Çünkü ötede her şey Allah deyip dememeye göre ayarlanacaktır. Kur’an “İşte böyle kim Allah’ın nişanlarına şayan gösterir ise şüphesiz bu kalplerin takvasındandır” buyurulmasına karşılık, eğer bu mesele hafife alınacak olursa Allah’ın yücelttiği bir husus hafife alınmış olur. (Sayfa 119).

Din-i mubin-i İslam’a hizmet eden herkes neferdir. Dolayısıyla bu hizmette askeri disiplin çok önemlidir. Şeklen asker değiliz ama ruhen askeriz ve öyle de olmalıyız. Hatta öyle olmak mecburiyetindeyiz. Bu sebeple İslami hizmetlerde nefer olduğunu idrak edemeyen ve neferliğe ters tutumlar içine giren herkes mutlaka ama mutlaka bunun cezasını çeker. (Sayfa: 125).

Çağ ve Nesil 2 isimli kitapta yazılanlar;

Çok yakın zamana kadar ecdadımızın bin bir ıstırap ve heyecanla inlemesine karşılık, bugün altın kuşağın ruhu sayılan ülkemizin kendisini canı ile imanıyla seven evlatlarının hizmetlerine şahit oluyoruz ve Asr-ı emanımız’ da durup bize yeniden dirilişin müjdesini yağdıran kutlu bir eser ile kendimizden geçiyoruz ve artık inanıyoruz ki düne kadar bin bir felaket ve sefaletin kol gezdiği bu ülke inançlı azimli, hasbi, muhabbetle coşan ve müsamaha ile etrafına boşalan yiğitler sayesinde yükselecek ve onun çölleri ve bozkırı bir kere daha İrem bağlarına dönecektir. Son zamanlarda yurdumuzun her köşesinde kendisini hissettiren samimi gayretler, dünyaları aydınlatacak bir ışık kaynağının meydana gelmeye başladığını göstermektedir. Mukaddes emanetin talihli hizmetçileri, kendilerine düşen vazifede kusur etmez. Tarihi rollerini güzelce oynayabilirler ise milletimiz yurdumuz sıçrayıp, dünyanın başına gelecek ve bu kutsiler ordusu da gelecek nesillerce “yağd-i cemil” olacak, kalıp gidecektir.

Şimdiden yüce milletimizin talihine tebessüm eden bu rengarenk günleri düşünüyor ve saadetle coşuyoruz. (Sayfa: 104-105).

Hazreti Isa cihan kapılarını yetiştirdiği 11 insan ile zorladı. İmparatorlukları dize getirdi. Ne var ki bu mesele kendisinden sonra asırlarca devam eden, belli bir zaman dilimi içinde vücuda geldi. Efendimiz bir kadın, bir köle, bir insanla başlattığı işte kısa zamanda yeri yerinden oynattı. Başlangıçta kimse böyle bir neticeye ihtimal bile vermiyordu. Haddimi aşarak ben de aynı şeyi söylüyorum. 5-10 insan ile cihanı fethetmemiz mümkündür. Kaldı ki o büyük zatın açtığı çığının mahiyeti bugün ortadadır. Ve şimdiye kadar olanlar da ileride olabilecekleri ihtar mahiyetindedir. Bütün bunları hepimiz apaçık görüp müşahede edebiliyoruz.

Diyelim ki şimdi ellerindeki imkanlar ile, nesillere hizmet verecek bir irfan yuvasını bir senede dikebiliyor, ihya edebiliyorsa kendisini biraz daha sıkıp bir senede iki tane ihya etmelidirler. İhya etmeleri lazımdır. Çünkü onlar böyle yapmakla yarınları, daha sonraki nesiller de, kendilerinden sonraki devirleri ihya etmiş olacaklardır. Eğer bugün, bugünün insanına düşen vazife bihakkın yapılmazsa, yarın bizim şu anda ki güç ve kuvvetimiz şu hali ile kalsa bile, yine hiçbir şey yapılamayacaktır. Zira yarın karşımıza daha güçlü manialar çıkabilir ki, bu yükle onları aşmamız mümkün değildir. Evet, eğer bugün ki müminlerin civan mertliklerini destanlaştırmak için firdevsin şehnamesi gibi destani bir havada bu destan yazılacaksa, o destan 60 bin beyitlik değil, 60 milyon beyitlik bir destan olarak yazılmalıdır. Biz bu işin baharını yaşıyoruz ve baharda açan çiçeklerinin arasında bulunuyoruz. Bu bizim için beklenilen bir mevsimdir. Şimdi gençler her yerde kendilerine 70 sene önce saçıp giden büyük ruh ve yüce kametin etrafında pervaz eder, döner gibi hizmetlerini sürdürdükçe, her halde o da olduğu yerde bütün bunları hissedecek ve belki de “işte şimdi bahar hediyeleri ile kapıma geldiler. Ben de senelerce evvel kendilerine vaad ettiğim henienleküm sedası ile onları karşılıyorum” diyecektir.

İslama hizmet edenler ne kadar gerilir, ne kadar açılır, ne kadar koşar, ne kadar küheylanlar gibi şahlanır ise, gelecekte varılması mutasavver olan noktaya o kadar hızlı, o kadar derli toplu ve o kadar avantajlı olarak ulaşacaklardır (Asrın Getirdiği Tereddütler 4, Sayfa: 70-77).

9-DAVA ADAMI, DAVA, SİSTEM:

Gerçek bir dava adamına terettüp eden vazifelerin en önemlisi davasına karşı göstermesi gereken vefadır.... Ayrıca bir dava adamının üzerine düşen vazifeyi yerine getirmesi, davasına olan inancı nispetindedir. Günümüzde Cumhurbaşkanlığı Kupası, Başbakanlık Kupası gibi isimler altında kupa maçları yapılıyor. İslam davasının müntesipleri öyle bir dava için yaşıyorlar ki, bu yarışın sonunda verilecek olan kupanın bir kulpunu onlar, diğer kulpunu ise Allah tutacaktır. Doğrusu böyle bir kupaya canlar feda olsa değer. (Fasıldan Fasıla 1, Sayfa: 121).

O gün bugün kendini arayıp duran nesiller tekrar tekrar iğfal edilip, tekrar tekrar saptırıldılar.. Görmedikleri ceza, çekmedikleri cefa kalmadı. Eğer bir inayet eri imdadına yetişip de fikir ve ruh cephesinde, iman ve ahlak cephesinde, ona diriliş yolunu göstermeseydi, o bugün bütün bütün zayii olup gitmişti. Hem de bir daha görmemek üzere. (Buhranlar Anaforunda İnsan, Sayfa: 67-68).

Rehberleriyle bu hale gelmiş toplum kendini yenilemeye hazırlamış demektir. Emareleri ülkemizde verilmeye başlamış, böyle bir yeni varoluş hakkında, çok iyimser görünüyorsak, rahmeti sonsuz inayeti ile millet ağacının sıhhatine, itimadımız vardır. (Buhranlar Anaforunda İnsan, Sayfa: 63)

Üç beş kişiyi idare edenden, binlerce, milyonlarca kişiyi idare edenlere kadar Allah’ın gösterdiği, Resul’ün elindeki meşalenin aydınlattığı yolda yürüyen ve o yoldan ayrılmamaya azimli kararlı olan bütün önderlere, bütün idarecilere tabi olunuz. Yerinde ve belli ölçüler içinde öbürlerinin de sözü dinlense, onlara da başkaldırılmasa, hatta bir ölçüde müdarat ve mümaşat (İdare-i Maslahatçılık, köprüyü geçene kadar mevcut sisteme rıza) yapılsa bile mutlak itaat edileceklerin Peygamberlerin çizgisinde olması şarttır. (Asrın Getirdiği Tereddütler 4, Sayfa: 169).

Elbette ki bu yeni insanın doğumu çok kolay ve rahat olmayacaktır. Her doğum gibi onun da sancısı, sıkıntısı, sarsıntısı olacaktır. Ama mevsimi gelince bu mübarek veladet mutlaka gerçekleşecek ve bu ay yüzlü nesil hızır gibi birdenbire aramızda belirecektir. Sıkışmış ve üst üste binmiş bulutlar arasından rahmetin süzülüp geldiği, arzın derinliklerinden suların fışkırıp yeryüzüne çıktığı, karın, buzun çözüldüğü yerde, kar çiçeklerinin her yanı sardığı ve şebnemlerin sıçrayıp yapraklara taht kurduğu gibi, bu yeni insan da belki bugün, belki yarın ama mutlaka gelecek. (Çağ ve Nesil 4, Sayfa: 157).

Eğer elimde imkanım olsa idi her birinizin içine, evinizin yolunu unutacak kadar ıstırap ekerdim. İlmin, irfanın, araştırma zevkinin, fen ve tekniğe açılmanın, çağa söz geçirmenin yanı başında size bunu da yapardım. Yapar ve her birinizi dava düşüncesi ile deli etmeye çalışırdım. (Fasıldan Fasıla 2, Sayfa: 140-141).

Ben artık Ramiz hocanın oğlu değilim. Kaderim sizin kaderinizle, davanın kaderi ile bütünleşmiş. Bundan sonra benim münferit kararlar vermem ve o kararlara göre davranmam açık ya da kapalı hizmete ihanet sayılır. Vereceğim yanlış kararların riski bütün bu cemaate raci olur. (Fasıldan Fasıla 2, Sayfa: 69).

Bugün biz Müslümanlar olarak çok ağır bir mesuliyetin altında bulunuyoruz. Bir dönemde sahabe gibi seçkinler ile temsil edilen bu dava, bugün cılız iktidarımıza rağmen ilahi bir ihsan olarak omuzlarımıza yüklenmiş bulunmaktadır. (Fasıldan Fasıla 2, Sayfa 63).

Görüldüğü gibi Fethullah GÜLEN İslam Devleti’ni kurma misyonunu yüklendiğini kabul ediyor. İstişare defalarca önemini arz ettiğim bir husus, Müslümanların ve hele hele kader birliği edilmiş davada, insanların münferit hareket etmeleri son derece sakıncalıdır. Hatta münferit hareket etme isabetli olsa, hayırlı neticelense bile yine de böyle hareket etme davaya zımni ve kapalı bir ihanettir. (Fasıldan Fasıla 3, Sayfa: 68-69). Bozuk bir döneme geldik. Düşünce bozuk, hal bozuk, çarşı bozuk.. Ve Bediüzzaman Hazretleri gibi kimselerin önderliğinde kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Pek çok kimse Müslümanlık adına baba ve dedesinden tevarüs ettikleri hususları aynen tekrarlamaya devam ediyor. Bütün bu heveslerin asli mecralarına icrası ise memleketin asli yapısında gerçekleştirilecek mutasyonlara bağlıdır. Bunların hepsini tek bir nesil kaldıramaz. Öyleyse bu son ihya hareketinin hiç acele etmeden kendi tabii seyri içinde gerçekleştirilmesi beklenmelidir. (Fasıldan Fasıla 1, Sayfa: 109).

İlk sene kampa 70 kişi kadar girmiştik. İkinci ve üçüncü kamplar daha kalabalıktı. Hatta üçüncü kampta her an 300 kadar talebe bulunuyordu. Gidenlerin yerine yenileri geliyordu. (Küçük Dünyam, Sayfa 105).

Talebelerin aklı, ruhu, kalbi terbiye edilsin diye kamp yapılıyordu. (Küçük Dünyam, Sayfa: 116).

Kamplarda okunan kitaplar Arapça tedrisat orayı adete bir medreseye çeviriyordu. Durum böyle olunca kamplarda askeriyenin disiplini, tekkenin edebi ve medresenin ilmi bütünleşiyor ve hayallerimizde, renk ve çizgilerin bütün güzellik ve netliği ile mevcut olan dünyaya adım atılıyordu. (Küçük Dünyam, Sayfa: 122).

Disiplinli ama ruhaniyetli insanlar yetiştirmek tek gaye ve hedefimizdi... Gece yürüyüşleri, gündüzleri koşular, yat kalklar hep bu hedefe yönelikti. Arkadaşlarımız Türkiye’nin her yerinden istedikleri talebeleri gönderiyorlardı. (Küçük Dünyam, Sayfa: 122).

Yeryüzünde her zaman İslami hizmeti omuzlayacak bir hasbiler kadrosu olmalıdır. Olmalıdır ve inandığı mutluluğu için varolan bu fedailer insanlığa hakiki bir tebliğcinin nasıl olması gerektiği dersini de vermelidir. Bu kadro, o kadar hasbi olmalıdır ki öldüğünde üzerinden çıkacak mal varlığı, ancak kefen bezine yetmeli, hatta bazen o kadar da bulunmamalıdır. Işık hayallerimi süslediğim kadro, işte büyük davanın büyük hamleleri. (İrşat Ekseni, Sayfa: 109).

Bir asrı aşkın bir zamandan beri çeşitli zulüm, mağduriyet ve haksızlıkları altında sürekli inleyen bu kuşak öylesine bilenmiştir ki çok yakın gelecekte o polatlaşan ruhu ile kendisine bu mezalimleri reva görenlerin karşısına dikilecek ve mutlaka onlar ile hesaplaşacaktır. (Fasıldan Fasıla 2 Sayfa: 15).

10-ATATÜRK VE LAİK CUMHURİYET:

Fethullah GÜLEN’in bu konuda kitaplarında yer alan hususlar aşağıya yazılmıştır.

600 yıllık tarihimizde kaç tane kazan kaldırma olayı gösterebilirsiniz.

Osmanlı’yı ve Yeniçeri’yi bu açıdan eleştirenler kendi tarihlerine baksınlar. 50-60 sene içinde, 600 sene içinde meydana gelen isyanların, başkaldırmaların birkaç katını müşahade edeceklerdir. (Fasıldan Fasıla 1, Sayfa: 8).

Sanık Fethullah GÜLEN Osmanlı tarihini yükseltmek isterken Cumhuriyet dönemine saldırmakta ve Cumhuriyet dönemini kendi tarihi olarak kabul etmemektedir.

Yine Fethullah GÜLEN Fasıldan Fasıla 2 isimli kitabının 203 ncü sayfasında Cumhuriyet Dönemini ifritan dönemi olarak nitelendirmiştir.

150 senedir sefalet solukluyoruz. Son 70 senenin halini söylemeye gerek yok. Yok zira böyle bir şeyin malumu ilan ve israfı keram olur. (Fasıldan Fasıla 2, Sayfa: 232233).

Necip Fazıl KISAKÜREK bir konferansında “Kabakçı Mustafa, Mustafa Reşit, Alemdar Mustafa, daha ne Mustafalar ne Mustafalar” der demez millet ne anladıysa salon alkış tufanına boğulmuştu. Ama bilmem ki ne ifade ederdi.? Oysa ki böyle şeyleri dinleme, alkışlama, bir şey olsa da her şey değildir. (Fasıldan Fasıla 2, Sayfa: 314). Bin yıllık tecrübe, bin yıllık hars, kumara verilircesine saçılıp savrulmuş ve bunların yerini yirmi devletten alınan ve herhangi bir tasviyeye tabii tutulmayan Sanskritce gibi bir kültür yerleştirilmiştir. (Çağ ve Nesil 1, Sayfa: 14)

Bu millet henüz bütün bütün yok olmamıştır... Dün, onun düşmanı sadece ehli saliptir. Şimdi lanet ile anılan o Cebabire’nin en küstahına bile rahmet okutan firavunlar var sahnede. (Çağ ve Nesil 1 Sayfa: 88-89).

Fazilete arka çevrilip, rezaletin peylendiği, sevaba hacir konup, günah toptancılığının yapıldığı, iffete kezzap dökülüp haysiyetin dağa kaldırıldığı, tarihin mıncıklanıp geçmişe salyalar akıtıldığı, o uğursuz dönemler artık çok gerilerde kaldı. (Çağ ve Nesli 3 Sayfa: 75).

11-GELİR KAYNAKLARI:

İslam’ın ciddi bir dava şuuru ile uyanan insanlar, kırkta bir zekatla bir şey yapamayacaklarını bilmeli ve ona göre davranmalıdırlar. İslam davası bugün bizden daha fazla fedakarlıklar beklemektedir. Nitekim bu davaya uyanmış nice kutsi dava erleri vardır. Hizmeti o ölçüde götürmektedirler. Bugün birer umut kaynağı bu insanlar, evlerinin arabalarının, fabrikalarının anahtarlarını tapularını getirip bize takdim etmekte ve istediğiniz yere kullanın demektedirler. (Fasıldan Fasıla 3 Sayfa: 57).

Evet, böylesi büyük çapta hizmetlerin gerçekleştirilmesi için maddi kaynaklara ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Biz onu hep efendimizin sünnetinde gördüğümüz usul üzerine halka dayanarak götürmeye çalıştık ve çeşitli vesileler ile onlara müracaat ettik. Onlar da destek verdiler. (Fasıldan Fasıla 3 Sayfa: 75).

Bu açıdan müminlerin yurt içindeki ve yurt dışındaki servet yollarını keşfedip, zengin olmaları şarttır. Çünkü her şeyleri ile hizmete kilitlenmiş bu insanların ticarette çalışmaları, parayı koruma korkuları -niyetlerine binaen- düşman karşısında nöbet tutmadaki korku gibi bir sevap vesilesi olabilir. (Prizma 2 Sayfa: 33).

12-ARAPÇA EĞİTİM:

Cumhuriyet ile beraber Arapça eğitime karşı tavır alınması o günün aydınlarının ve devlet yetkililerinin bir yanılgısıdır. Bu konuda o dönem itibariyle Arapların Devleti Aliyye'ye karşı tutumları rol oynamış olabilir. Fakat şimdi geçmişe dönük onu yargılamanın bir yararı olmadığı kanaatindeyim.

46'lı yıllarda İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri'nin açılması ile beraber kendi kültür ve dinamiklerimize dönme süreci başlamıştır. Bu dönem aynı zamanda demokrasi düşüncesinin zaman zaman hecelendiği bir dönemdir. (Fasıldan Fasıla 3, Sayfa: 203).