Figen Yüksekdağ'ın 26 Temmuz 2019'daki savunması

Ağır cezaların istendiği dosyalardaki konuşma çözümleri bana iletilmiyor

Heyetinizi, sevgili avukat arkadaşlarımı, salonda bulunan izleyicileri, dayanışmak için gelen tüm dostları öncelikle saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor, geçen duruşmada hatırlarsanız bazı birleşen dosyalarla ilgili savunmalarımı tamamlayamadığımı söylemiştim. O tartışmalara ve değerlendirmelerime devam edeceğim. Aynı zamanda 27’nci Ağır Ceza’nın hazırladığı dosyaya devam edeceğim. İkincisi Diyarbakır 10’uncu Ağır Ceza ve 9’uncu Asliye Ceza, yani Yargıtay’da olan dosya ile ilgili başka bir duruşmada beyanda bulunma şansım olmayacak. Bu sözünü ettiğim dosyalarla ilgili savunmamı bu konuşmada tamamlamış olacağım. Değerlendirmelerimin büyük kısmının öğleden önce tamamlanacağını düşünüyorum. Eksik kalan kısımları da öğleden sonra tamamlayabileceğimi düşünüyorum. Değerlendirmelere başlamadan önce taleplerimizle ilgili bir noktayı da hatırlatmak istiyorum, bu dosya ile birleştirilen Van dosyalarıyla ilgili hatırlarsanız geçen duruşmada konuşma, kürsü tutanaklarının veya emniyet kayıtlarının, ön soruşturma yürütenler kimlerse onların ellerindeki gerek çözüm tutanağı, gerek delil ve başkaca şeylerin bu dosyaya sunulmasını ve bana iletilmesini istemiştim. Van dosyalarında zaten genel usulsüzlüğe ilişkin bir değerlendirme yapmıştım. Çok yüksek çıtalarda cezaların istendiği davalar açılmış, konuşmalarımın hiç değilse ciddiyetli bir dava olması için bana iletilmesi gerekiyor. Bunu talep etmiştim. Fırsat olmamış olabilir, bürokrasi hantal işlemiş olabilir ama bu dosyada buna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bazı konuşmalarım var Van dosyasıyla ilgili, onları kastetmiyorum. Bilhassa şunu talep etmiştim, hatta Savcı Bey kabul etmişti, 11/04/2015 tarihli Van İl Merkezli konuşmamın çözüm tutanağı sadece 2-3 cümle olarak alınmış. Aynı zamanda burada benim sözlerimle ilgisi olmayan bazı kavramların bulunduğundan da söz etmiştim. Ondan dikkatimi çekmişti ve bir ihtiyaç olarak gördüm. Bununla ilgili görsel mi var, konuşma metni çözüm tutanağı mı var, varsa dosyaya eklenmesi gerekiyor. Ama ben sonuçta bu ön soruşturmayı yürüten kimlerse kolluk mu emniyet mi jandarma mı ya da savcılığa bağlı birimler mi, bunlardan talep edilmesini istiyorum. Ellerinde ne varsa… Eksik olan çözüm tutanaklarının da dosyaya girmesini talep ediyorum. Sonradan unutmamak için söyleyeceğim nokta bu dosyalar kapsamında.

Bizlerin hapiste tutulması önemli siyasal süreçlerin iktidar tarafından yönetilmesine vesile oluyor

Buradan beyanlarıma devam etmek istiyorum. Sayın heyet, değerli arkadaşlar geride bıraktığımız dönem çok önemli siyasal gelişmelerden birisi yaşandı. Bizim her bir duruşmamızın arasında yaşanan gelişmelerin önemli tarihsel, kritik süreçlere denk düştüğünü görüyoruz. Bizlerin yargılama süreçleri, bizlerin bu davalar yoluyla hapis tutulması, doğrudan ve direkt bu siyasal süreçleri etkileyen bu siyasal süreçlerin siyasi iktidar tarafından yönetilmesine vesile olan bir duruma dönüşmüştür. Başından itibaren öyleydi. Bizler siyasi saiklerle tutuklandık.

Bizi tasfiye etmeye çalışanların siyaseti tasfiye oldu

Hukuki, kriminal hiçbir dayanak olmaksızın, Türkiye’deki antidemokratik yasaların, antidemokratik iktidar uygulamalarının, hatta var olan hukuk normlarını dahi hiçe sayan iktidar uygulamalarının siyasi saldırı politikalarının sonucu olarak bizler tutuklandık, hapsedildik. Ancak sonraki süreçte, bizim tutukluluk sürecimiz, bizlerin rehin alınma süreci siyasetin bir kaldıracına dönüştürülmeye çalışıldı. Siyasi iktidar, HDP’li siyasetçileri bu tutuklama operasyonları ile tasfiye ederek kendisine bir başarı hikayesi yazmaya çalıştı. Yeni bir başarı hikayesi yazmaya çalıştı. İçerisine girdiği gerilimi bizi hapsederek giderebileceğini sandı ama geride bıraktığımız 2,5-3 yıllık dönem bütün bu planlarını tasfiye etti AKP’nin. Tasfiye olan biz olmadık. Bizi tasfiye etmeye çalışanların siyaseti tasfiye oldu. Bizi tasfiye ederek siyaset dışı bırakmaya çalışanlar, bizi seçen halkımızdan ayırmaya, koparmaya çalışanlar gittikçe kendileri halktan koptu.

Her kötü siyasetin bir sonu vardır

Bugün geldiğimiz noktada bizim 2,5-3 yıldır hapiste tutulmamızın müsebbibi olan siyasi iktidar ve ortakları, yandaşları çok ciddi bir çözülme süreci ile karşı karşıya. 7 Haziran’dan itibaren çeşitli yöntemlerle siyasi operasyonlarla, askeri operasyonlarla, siyasette şiddeti, kutuplaşmayı, çatışmayı derinleştirmeye çalışarak ötelemeye çalışmışlardı.

Dört duvar arasında tutulan biziz ama duvara toslayan siyasi iktidardır

Ama her kötü siyasetin bir sonu vardır. Her kötü siyasetin gelip dayandığı bir duvar vardır. E AKP iktidarı ve onun yandaşları gelip bu duvara dayandı. Yani bizleri hapsettikleri duvarlar, bizleri halkımızdan ayırdıkları duvarlar onların gelip tosladığı duvarlar oldu. Biz bugün dört duvar arasında tutulmuş olabiliriz ama duvara toslayan bugünün siyasi iktidarıdır. 31 Mart seçimleri en son 23 Haziran İstanbul Belediye Seçimleri’nde bu gerçeği açık ve net bir biçimde gördük.

Türkiye halkları 23 Haziran ve 31 Mart’ta birlikte kazanmayı yeniden öğrendiler

Ama bizim bakımımızdan artık önemli olan şey şu, Türkiye halkları birleşik bir tutum alarak, demokrasiye sahip çıkarak adalet yerini bulsun duygusu ile ayağa kalktılar, çok önemli bir başarı elde ettiler. Birlikte kazanmayı öğrendiler uzun yıllardan sonra. 31 Mart ve 23 Haziran hikayesi halkın yazdığı bir hikaye ve bir tarihtir. Nasıl kazanılır, nasıl birlikte kazanılırın tarihini yazmıştır Türkiye halkları. Ve bu açıdan bütün siyasetçilerin ders alması gereken bir örnek olmuştur. Maalesef Türkiye’de özellikle siyasi iktidar toplumun verdiği bu öğütten ders alabilecek bir siyasi kabiliyete sahip değil. Ama bizler yaşadıklarımızdan çok önemli dersler çıkardık.

Türkiye halkları rüzgâra karşı yürümenin tarihini yazmıştır

Her ağır saldırı, koyulaşan gericilik veya faşizm her zaman geriletme üretmez. Onlar size saldırdıkça rüzgara karşı yürümeyi öğrenebilirsiniz. HDP’nin ve hangi partiye oy verirse versin, bu iktidar partisinin politikalarına dur diyen halklarımızın hikayesi, duruşu tam da budur. Rüzgar ne taraftan eserse essin o rüzgara karşı yürümeyi öğrenme tarihini yazmıştır Türkiye halkları. Dünya tarihi boyunca rüzgara karşı yürüyenler daha da güç kazanır. Refleksleri, iradesi, kararlılığı çok daha fazla sınanır. Ve bugün büyük bir demokratik sınavdan geçerek, biz dizi faşizan engeli aşarak bu noktaya gelen halkımız o sınavı vermiş olmanın gücü ile daha da iradeli olma düzeyine, noktasına geldi.

Seçim kazanılmıştır, şimdi birlikte demokrasiyi kazanma vaktidir

Ama çok açık ki yeni bir eşikle karşı karşıyayız. Bizim bakımımızdan seçimi kazanma görevi başarılmıştır, şimdi demokrasiyi kazanma vaktidir. Şimdi birlikte demokrasiyi kazanma zamanıdır. Bizler 23 Haziran’da ve 31 Mart’ta nasıl haksızlığa, adaletsizliğe dur dediysek ve bu sürecin sonunda “işte adalet yerini buldu” duygusunu nasıl paylaştıysak şimdi de aynı başarıyı demokrasiyi kazanmak için göstermek zorundayız. Demokrasiyi kazanmak maalesef bu ülkede zor bir yolculuk olmuştur. Ve bu zor yolculuğun menziline, hedefine yürümek için birlikte yürüme, birlikte kazanma iradesini yükseltmemiz gerekiyor. İşte 31 Mart ve 23 Haziran’ın o büyük demokrasi eşiklerinin bize verdiği en büyük ders budur. Yurttaşın iradesinin, kararlılığının bizlere, siyasete ve hukuk sistemine verdiği ders budur. 23 Haziran süreci, hukuk sistemini de, seçim hukukunun da ihlal edilmesi, çiğnenmesi üzerinden kurulmuştur. Hukuk öyle bir noktaya geldi ki hiçbir şey güvence altında değil. Seçimlerin, formal demokrasinin dahi en klasik, en zorunlu enstrümanı hukuksuzluk ağının adına dönüştü.

Yargı reformu yapabilmeniz için önce kafanızı reforme etmeniz gerekiyor sizin

Hukuk sistemi zaten Türkiye’de çok fecaat bir durumla karşı karşıya. Bir yandan düzelteceklerini söylüyorlar ama bu bir demokrasi mücadelesi olmadan başarılamaz. Bakın bir tartışma da yargı reformundan çıkıyor. Yargı reformu yapabilmeniz için önce kafanızı reforme etmeniz gerekiyor sizin. Bu iktidar kafasıyla bu ülkede gerçek bir yargı reformu olabilir mi? Mümkün değil… Her şeyden önce demokrasi güçlerinin, halkımızın bir demokrasi bilinci ile bu sürece müdahale etmesi gerekiyor. Yasayı, yasamayı, egemenlerin değil halkın; her insanın kadınların erkeklerin, köylünün, gencin, işçinin bütün halkların ve farklılıkların yaptığı bir durumda Türkiye’de demokratik bir hukuk sistemi hakim olabilir ancak. Bu koşullar içinde oturun istediğiniz kadar yargının şurasında reform yapacağım deyin. Bu yüzeysel ve iktidarın siyaset esnaflığına dayanan bir tutum olmaktan öteye gidemez. Bu çok ciddi hukuk düzeni sorunlarını siyasi iktidar bir basit siyaset esnaflığı meselesine, bir alım satım meselesine dönüştürmüştür. Ama bu hukuksuzluk öyle bir aşamaya gelmiştir ki insanlar hukukun, adaletin zerresini bulamıyorlar.

Darbeye karşı olduğunu iddia eden bir siyasi iktidar sürekli darbe yapıyor

Seçim sandıklarına giderken en azından insanlar rahattı. Türkiye’nin büyük çoğunluğu sokağa çıkmazdı, mitinge gitmezdi ama seçim günü geldiğinde en azından gidelim oyumuzu verelim dönelim derlerdi. Ama seçim hukukuna dönük de çok ciddi müdahaleler oldu ve hakem kurul, demokrasinin terazisi sayılan hakem kurula müdahale edildi. Ve bu mücadelenin sonunda çok ciddi, fecaat bir karar alınarak 31 Mart seçim sonuçları ihlal edildi. Bakın bu memlekette neredeyse ayda bir darbe yaşanıyor. Hukuka darbe yapıldı. Darbeye karşı olduğunu iddia eden bir siyasi iktidar sürekli darbe yapıyor. Darbe yaptığı en temel mekanizma da hukuk mekanizmadır. Oradan götürüyor işi. Seçim sürecinde gördü ki işler kötü, yokuş aşağı gidiyor. Yokuş aşağı gittiği ile kalmayacak uçurumdan aşağı sürüklenecek, freni de tutmuyor aynı zamanda. Bir yerde kendisini tutacak, barikat oluşturacak bir mekanizmaya ihtiyaç var aynı zamanda. İşte tam orada anayasal olan bir hakem kurulu devreye sokuyor. Onun üzerinde kurduğu baskı, iktidar sopası aracılığı ile bu memlekette İstanbul gibi Türkiye’nin yarısı olan bir kentte seçim iptal ettirildi.

Ve bu süreç içerisinde elbette ki oluşturulan birleşik tutum, Türkiye’nin son dönemde içinde bulunduğu kutuplaşmaya karşı, antidemokratik kutuplaşmaya, düşmanlaştırmaya karşı verilmiş çok önemli bir cevaptı. Bakın bu memlekette demek ki haksızlığa karşı gayet ortak ve meşru bir amaç etrafında bir araya gelindiğinde çok önemli bir birleşiklik, çok önemli bir dayanışma, kolektif ruh, birlikte üretme birlikte değiştirme ruhu ayağa kalkabiliyor. Yapılabiliyor demek ki, başarılabiliyor. Biz geride bıraktığımız seçim sürecinde, bu kadar kritik bir süreçte bunu gördük. Siyasetin özellikle de iktidar siyasetinin toplumsal yaşama bu kadar müdahale etmesi, bu kadar operasyon düzenlemesi, kışkırtma, ırkçılık, milliyetçilik, kutuplaştırma, nefret söylemi, siyasi operasyonlar, bu kadar yoğun biçimde seyretmese toplum kendi iç dengelerini kurabiliyor. Toplum kendi iç barışını oluşturabiliyor. Her şeye rağmen bu kadar kötü bir tarihsel süreç yaşanmasına, bu kadar ağır yıkımlar yaşanmasına rağmen toplum kendi iç barışını kurabiliyor.

Türkiye iç barışının önündeki en büyük tehlike AKP-MHP koalisyonudur

Bugün Türkiye iç barışının ve Türkiye'deki istikrarın karşısındaki en büyük tehlike AKP-MHP koalisyonudur ve bu koalisyonun yönettiği iktidar yapısıdır. Çok net. Bu sürecin sonunda bütün Türkiye toplumunun çoğunluğu da biliyorum ki kararını vermiş ve bu kararın altını çizmiştir. Ama bu siyasi iktidar, toplumun çoğunluğunun kararını dikkate almıyor. Bakın toplumun çoğunluğu bir irade ortaya koymuş olmasına rağmen siyasi iktidar sanki hiç bir şey olmamış gibi, sanki Türkiye’de toplumunun yüzde 51-52’si kendisinin arkasındaymış gibi kendi kafasına göre hiçbir demokratik mekanizmayı işletmeden, kibrinden burnundan kıl aldırmadan, yine bu ülkeyi sopa politikasıyla, baskı politikasıyla, bana mecbursunuz politikasıyla yönetmeye devam ediyor. Bu çok ciddi bir çelişki ve bu çelişkinin aşılması lazım. Bu çelişkinin aşılabilmesi için de yine halk güçlerinin, demokrasi güçlerinin devreye girmesi gerekiyor. Halkın demokratik bir tavrının devreye girmesi, bu kötü gidişata da dur demesi gerekiyor.

Ey iktidar, yenildin!

Birileri şunu diyecek “ey iktidar, böbürlenen, kibirlenen, küçük dağları ben yarattım diyen iktidar, sen daha olayı idrak etmedin galiba; yenildin, büyük yenildin. Ve bu ülkeyi artık yönetemezsin, eskisi gibi hiç yönetemezsin.” Bunu kimse söylemiyorsa mecbur biz söylüyoruz, biz söyleyeceğiz. Gerçek budur çünkü, hakikat budur. Siyasetin de bütün toplumsal mekanizmaların da bu hakikate göre kendisini düzenlenmesi gerekiyor. Bu hakikate göre yaşamına müdahale etmesi gerekiyor. Herkesin kendi yaşamına müdahale etmesi gerekiyor. Öyle bir iktidar gördük ve yaşadık ki yani bırakın merkezi politikaları, baskı politikalarını, sömürü, despotluk politikalarını, insanların ne yediğine karıştı, ne giydiğine karıştı, kaç çocuk doğuracağına karıştı, kimlerle görüşeceğine karıştı, müdahale etti, kimlerin kimlerle komşuluk edeceğine karıştı, bütün yaşam alanlarına insanların ruhunu işgal etmeye çalıştı. Onun yönettiği insanlar kendi kendisini yönetemez hale geldi, kendi hayatını yaşayamaz hale geldi. Türkiye’nin geleneksel toplumunda bile az buçuk kendi bulunduğu alanları yok etti. Türkiye geleneksel bir toplumdu, herkes kendi kültürüne, dengesine, ne bileyim özgünlüklerine göre zaten kendi yaşam alanlarını biçimlendirir. Bunun getirdiği sınırlar zaten var. Ama bu siyasi iktidar insanlara nefes alacak alan yaratmadı ve bu kadar yoğun bir zaptetme hareketi ile ele aldığı yönetim ve yönetilme ilişkisini ve bütün toplum artık şimdi diyor ki “böyle bir yönetim olmaz, biz seni böyle yönetesin diye seçmedik, biz böyle yönetilmek istemiyoruz” çok net.

İstanbul’da sağlanan adaleti Diyarbakır’da da sağlayarak adımlarımızı büyütmek zorundayız

Ve bu koşullar içerisinde demokratik sonuçlardan yola çıkarak Türkiye’de adaleti tesis etmek için, her şeyden önce siyasi adaleti, toplumsal adaleti tesis etmek için güçlü adımlarla yürümeliyiz. Emin olunca adalet deyince zaten yargı gelmez tek başına akla ama yargının adaletinin veya hukukun hakim kılınabilmesi için her şeyden önce toplumsal yaşamda adaletin, siyasette adaletin sağlanması gerekir. Bakın Türkiye toplumu bunun adımını attı. İnşallah devamı da gelecek bu adımın. Adaleti sağlamanın adımını attı. Şimdi bu adımları şöyle sürdürmek durumundayız, çelişkileri aşarak, çelişkileri ortadan kaldırarak sürdürmek durumundayız. İstanbul’da sağlanan adaleti Diyarbakır’da da sağlayarak adımlarımızı büyütmek zorundayız.

İstanbul’la Diyarbakır’ın yani iki yakamızın bir araya gelmesi sağlanamazsa bu memlekette huzur da olmaz adalet de olmaz

Bakın siyasette de toplumsal yaşamda da toplumsal vicdanda da İstanbul-Diyarbakır çelişkisi aşılmazsa İstanbul’la Diyarbakır’ın yani iki yakamızın bir araya gelmesi sağlanamazsa bu memlekette huzur da olmaz adalet de olmaz, maalesef ki ideal bir gelecek de olmaz, istediğimiz bir gelecek de olmaz. İki yakamızı bir araya getirmemiz lazım, İstanbul’la Diyarbakır’ın bir araya getirilmesi lazım. Bakın Halkların Demokratik Partisi, partinin bütün seçmenleri, ona gönül verenler, İstanbul’da adaletin yerini bulması için canını dişine taktı çalıştı ve başardı. Herkes şunu çok iyi bilir, Halkların Demokratik Partisi’nin, Kürtlerin ve bütün demokrasiye inanan HDP gönüllülerinin bu seçim sürecindeki iradesi olmasaydı bu memlekette bütün işler yine eski hamam eski tas, iktidar hırsına gidecekti, devam edecekti. Buna dur diyen HDP iradesidir. HDP’li seçmenin iradesidir. Bilhassa da Kürt yurttaşlarımızın ortaya koyduğu demokratik tutumdur, demokratik tavırdır.

Birisine hak ettiği mazbata verilmiyorsa biz buna gözlerimizi kapatamayız

Niye aldı Halkların Demokratik Partisi bu tavrı? İşbirliği yaptığı ya da adayla aynı düşündüğü için mi? Değil. Çok farklı düşünüyoruz, çok farklı davranıyoruz. Öyle olmasa zaten başka başka yerlerde olmazdık. Ama bizler sadece kendimiz için değil herkes için adalet istiyoruz. Biz bir yerde adalet yerini bulmuyorsa ona sırtımızı dönmeyiz. Bir yerde birisinin hakkı yeniyorsa, mazbatası göz göre göre gasp ediliyorsa, hak ettiği mazbata verilmiyorsa, baskı aracılığıyla, tehdit şantaj aracılığıyla halkın oyları hiç ediliyorsa biz buna gözlerimizi kapatamayız. Bizim adalet anlayışımıza sığmaz bu.

Diyarbakır’daki Kürt yurttaşın da aynı adaleti beklemeye hakkı vardır

Biz adalet yerini bulsun, hak eden hak ettiği yeri kazansın diye bu süreç içerisinde bu kadar kritik bir rol oynadık ve bütün dengeleri değiştirdik. Ama Diyarbakır’daki Kürt yurttaşın da aynı adaleti beklemeye hakkı vardır. Bizim de aynı adaleti beklemeye hakkımız vardır. İstanbul’u gelip birlikte kazandık ama HDP’nin kazandığı altı belediyenin Türkiye toplumunun vicdanında, Türkiye siyasetinin vicdanında bir karşılığı yoksa ortada çok ciddi bir çelişki var demektir. Bakın bu çelişkiler daha da derinleşir. Bugün görmezseniz, bugün üstüne gitmezseniz altı HDP’li belediyenin bugün göz göre göre, üstelik yüzde 75 oyla kazandığımız Bağlar Belediyesi’nin yüzde 25 oyla AKP’nin belediye başkan adayına verilmesi, bu kadar fecaat, bu kadar akla vicdana sığmayan durumların yaşandığı bir süreçten söz ediyoruz. Ve bu süreçte iktidarı eleştiriyoruz bir taraftan, iktidara karşı elbetteki demokratik mücadelemizi vereceğiz ama bu süreçte iktidar karşısında yer alan bütün muhalefetin de adaletli yaklaşmayı, hakkaniyetli yaklaşmayı başarması gerekiyor. Tam o nedenle diyoruz ki daha işimiz bitmedi, işimiz yeni başlıyor. Ama Diyarbakır’ın hakkını almak için de Mardin’in hakkını almak için de Van’ın hakkını almak için de iki yakamızı bir araya getirmek için de çok daha derinden bir oh çekerek adalet şimdi esas yerini buldu demek için de mücadeleye devam edeceğiz, mücadeleye devam etmemiz gerekiyor.

Koltuğunu kaybetmek istemeyenler, neredeyse hafızasını kaybedecek noktaya geliyor

Seçim süreci içerisinde aynı zamanda benim sözünü ettiğim dava süreçlerimizi ilgilendiren bazı gelişmeler yaşandı, Sayın Başkan, Sayın Heyet. Bunların ilgili kısımlarda altını çizeceğim ama seçim süreci siyasi pragmatizmin ne düzeye geldiğinin, mekanizmaların tanımadığının, hatta kendisini bile tanımadığının ya da unutup hatırlamadığını gösterdi. Siyasi iktidar kendini unuttu, yani Allah insana bir kere kaybetme hırsıyla sınamaya görsün, öyle olunca iktidarlar, koltuğunu kaybetmek istemeyenler, neredeyse hafızasını kaybedecek noktaya geliyor, hatta kaybediyorlar.

İster boğazımıza bıçak dayasınlar ister hapsetsinler, yaptıklarımızın arkasındayız

Bizi bakın bu dava dosyalarında neyle yargılıyorlar; HDP’li siyasetçiler, heyet bileşenleri başta olmak üzere Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken, Eş Genel Başkanımız Sayın Selahattin Demirtaş, bizler ve bütün milletvekilleri yargılanma gerekçelerimizden, hedef alınma gerekçelerimizden birisi çözüm süreci mekanizması içerisinde yer alma, Sayın Abdullah Öcalan’ın mesajlarını hükûmetle sürdürülen, devletle sürdürülen diyalog ve müzakere süreci içerisinde toplumla paylaşma ve kamuyla taşımaktır ve Öcalan’la bağlantılı siyasal süreçler, hatta yaptığımız konuşmalar, birazdan üzerinden geçeceğim. Fezlekelerimden birisi bu. Abdullah Öcalan’ın pankartının sizin kongre salonunuzda ne işi vardı deniyor. Bizler bunun için yargılanıyoruz. Ve bizler bu zamana kadar hiçbir zaman ister boğazımıza bıçak dayasınlar, ister hapse atsınlar, ister bildikleri bilmedikleri zulüm ve işkence yöntemlerini denesinler; yaptığımızı, söylediğimizi inkar etmedik, arkasında durduk, duruyoruz da.

Seçim sürecinde Öcalan‘ın mesajlarını dinleyin dediklerinde biz Öcalan‘ın mesajlarını kamuoyuyla paylaşmaktan yargılanıyorduk

Biz tam tersine bu süreçlerin, bu rolümüzün kamuoyuyla çok daha açık çok daha şeffaf çok daha dolaysız süreçlerle yaşanmasını istedik. Ama siyasi iktidar bu süreç içerisinde, çözüm sürecini bitirdikten sonra, İmralı ile tamamen ilişkiler kesildikten sonra bizleri birlikte yürüttüğümüz bu süreçten dolayı, -pozisyonlarımız elbette ki farklıydı, ideolojik, politik farklılıklarımız elbette ki var-, karşı yerlerdeyiz şüphesiz ki, ama sonuçta o süreçte beraber yer alıyorduk. Ortaklaşa geliştirilen, kendi başımıza çözüm süreci geliştirmedik biz; yani böyle saçmalık mı olur, tek taraflı diyalog süreci mi olur? İki taraflı yürütülen bir şeydi, başta iktidar olmak üzere devlet mekanizmalarıyla dolaylı olarak içerisinde olduğumuz bir süreçti. Biz bugün onlardan yargılanıyoruz, o süreçlerden dolayı, APO’cu olmakla, ne bileyim işte Öcalan’ın fikirlerini, düşüncesinin propagandasını yapmakla, onu selamlamakla yargılanıyoruz, ama siyasi iktidar çözüm sürecini bitirdikten sonra tamamen terörle anti-terör noktasına geldi ve çok ciddi bir düşmanlık politikasıyla, agresif bir politikayla Sayın Öcalan’a dönük politik söylemlerini aralıksız sürdürdü ve 4 yıllık süreç boyunca 2015’ten beri 4 yıllık süreç boyunca İmralı’da tecrit uygulandı ama yıl oldu 2019, aradan geçti 4 yıllık süre bu 4 yıllık sürenin sonunda ne tesadüf tam da seçim süreci içerisinde İmralı tecridi kaldırıldı, mecburen kaldırıldı. İki nedeni vardı bunun; bir, hapishanelerde süren açlık grevi, ölüm orucu ve yaşanan ölümler; hapishanelerde cezaevlerinde yaşanan ölümler. rtık çok kritik bir eşiğe gelinmişti, bunun için bir adım atılması gerekiyordu. İkincisi de bu adımı atmak için siyasi iktidar 6-6,5 ay bekledi, daha önce de açlık grevi nedeniyle sorunu çözebilirdi, tecridi kaldırabilirdi ama seçim sürecinin öncesinde kendi siyasi hesapları bakımından kullanmak amacıyla İmralı’daki tecridi kaldırdı ve avukat gidişine sonrasında da ailenin gidişine onay verdi. Ve Sayın Öcalan’ın mesajları o süreç içerisinde yine devlet onayıyla, iktidarın onayıyla paylaşıldı. Ve siyasi iktidar mektuplardan birinde gönderilen mesajlardan yola çıkarak bize dedi ki “siz yine Abdullah Öcalan’ın mesajlarını dikkate alın”… Ya buna inanın demek bile imkansız, kara mizah. İktidarın projesi bir taraftan, ama diğer taraftan da gerçekten çok komik. Neresinden tutacağını şaşırıyorsun. Aynı anda, eş güdümlü olarak bizler aynı davalardan yargılanıyoruz. Abdullah Öcalan’ın mesajını ilettiğimiz için...

Kürt sorununun çözümünü ortada bırakırsanız ne İstanbul’un geleceği olur ne Diyarbakır’ın geleceği olur

Evet Kürtler, çözüm sürecini AKP’nin tekelinden çıkardı ama birileri sahip çıkmazsa, bu çözüm süreci sahipsiz kalırsa, bu hiç kimse için hayırlı olmaz. Şimdi herkesin oturup düşünmesi lazım, hatta düşünmenin ötesinde adım atması lazım. Bu sürece sahip çıkacak mı çıkmayacak mı? AKP’nin tekelinden alınan bu süreci, CHP’si İYİ Parti’si, daha başka parti oluşumları, Parlamento’nun geneli, bu soruna sahip çıkacak mı çıkmayacak mı? Bu soruya cevap vermesi gerekiyor. Bu sorun ortada bırakılamayacak kadar çok kritik ve hayati bir sorundur. Kürt sorununun çözümünü ortada bırakırsanız ne İstanbul’un geleceği olur ne Diyarbakır’ın geleceği olur. Bu nedenle bundan sonraki süreç içerisinde demokratik çözüm sürecinin geliştirilmesinin gereği yerine getirilmelidir. Müzakere ve diyaloğun şeffaf, bütün topluma açık, bir partinin tekelinden çıkarılmış bir şekilde topluma mal edilerek yürütülmesi gerekir. Türkiye toplumunun demokratik ittifakının bu süreçte rol ve sorumluluk üstlenmesi gerekir.

Seçim süreci içinde siyasi iktidar, bize suç olan kavramları kullanma özgürlüğüne sahipti

Yine bu süreçte vurgulanması gereken bir şey daha vardı. Onu ben konuşmamın ilerleyen bölümlerinde söyleyeceğim başkan. Binali bey çıktı, Kürdistan dedi, Lazistan dedi. Kürdistan ve Lazistan eyaletlerinin kurucu meclisteki vekillerinden bahsetti. Bunun hepsini maalesef gülerek söylüyorum artık, bu acı gerçeklere öfkelenme duygusunu da yitiriyoruz artık ve gülüyoruz. Bu kavramları kullandığımız için biz yargılanıyoruz. Bir dizi dosyamız var. Ben de dahil olmak üzere seçilmiş birçok arkadaşımın bu kavramları kullanmalarından dolayı haklarında açılmış dosyalar var. Ama bu seçim süreci içinde siyasi iktidar, bize suç olan kavramları kendi siyasi çerçevesi içerisinde kullanma özgürlüğüne sahipti. Çünkü siyasi iktidarın kafası rahattı. Siyasi iktidar, savcılar için, ‘Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım’ diye düşünüyor. ‘Bana kimse zincir vuramaz, bana kimse engel olamaz. Benim hakkımda suç duyurusunda bulunacak savcıların alnını karışlarım. Beni yargılayacak olan daha anasından doğmadı. Beni söylediğimiz bu sözlerden dolayı cezaya çekecek ya da düzenleyecek bir muhalefet zaten yok. Bütün düzen benim, bütün kurumlar benim. Bana hesap soracak kimse yok’ diyor. Böyle düşünüyor ve bu rahatlıkla kendisinde o özgürlüğü, o rahatlığı görüyor. Ama bununla birlikte çok ciddi bir politik özgürlüklerin engellenmesinin, adaletsizliğin kaynağına dönüşüyor. Artık Türkiye’de bu durumu, bu adaletsizliği yaratan neden ortadan kalkmadığı sürece memleketin refahının, önünün açılması mümkün değil. Bu siyasi iktidarın ömrü dolmuştur. Şu an kendince ömrünü uzatmaya çalışıyor. Ama hayatın bir kuralıdır, siyasetin de bir kuralıdır. İnsan da zamanla ölür. Siyasi partiler de zamanla biter. Siyasetçilerin bu gerçeği kabul etmesi gerekir. Siyasi partiler de kendi pozisyonlarına, kariyerlerine saplanmış bir siyasi parti ve siyasetçinin anlayışı, bir toplumun ayağına bağlanmış en büyük ve en zorlu prangadır. Artık toplumun ayağına bağlanmış o prangayı çıkarıp atmasının zamanı gelmiştir.

Bu iddianame iktidarın iddianamesidir

Buradan Van dosyalarıyla devam ediyorum. Van dosyalarında geçen fezleke fezleke geçen kavramlardan da yola çıkarak bir değerlendirme yapmıştım. Eksik bıraktığım nokta şuydu; kullandığım özyönetim kavramı. Doğrudan doğruya özerklik ve özyönetim kavramlarından dolayı da benim hakkımda dava açılmış. Bu direkt birinci kategoride de tarif ettiğim gibi söz, siyaset ve ifade özgürlüğü ile alakalı bir durumdur. Siyasi olarak düşüncelerimi açıklama özgürlüğümle ilgili bir durumdur. Bunun karşısında kolluk ve yargı mekanizmaları bana karşı bir tutum alıyor, bana karşı bir yönelim içerisinde. Bu kabul edilemez bir durum. Ama ikincisi, kavramlar ve olgular üzerinden yaptığımız açıklamaların doğrudan yargı konusu yapılması çok daha derin başka bir soruna işaret ediyor. Hem bu iddianameyi hazırlayan hukuk mekanizmasının, hukuk kafasının zihniyetin ona iktidar zihniyeti demek daha doğru olur. Çünkü hukuki metinler ve kavramlar zaten iktidar tarafından üretiliyor. Yasama sürecinde zaten belirleniyor. Ve ara süreçlerde de zaten iktidar tarafından yürütülüyor. O nedenle ben bu iddianameyi iktidarın iddianamesi olarak görüyorum. Bu tabii ki meseleyi bir siyasi argüman olmanın daha da ötesine götürüyor.

Biz düşündüğümüz şeyi zaten söylüyoruz, düşüncelerimizi açıktan ilan ettiğimiz için yargılanıyoruz

Bir fikir yargılaması, bir fikir ifadesine yönelik olarak yargılanıyoruz. Dava süreçlerimiz bu şekildedir. Yani bir düşüncenin bir tarihin bir dünya görüşünün ve olguların mücadelesidir. Genel anlamda düşünce özgürlüğünün karşısındaki bir kavramdan sadece bahsetmek mümkün değil. O nedenle yargılamalarda ve davalarda böyle bir anlayış, bir olguyu ve tarihi yargılama tavrıdır. O nedenle o düşünceden ve tarihten doğru bir değerlendirme ve savunma yapmanın çok daha doğru ve yararlı olacağını düşünüyorum. Örneğin özyönetim ve özerklik kavramları sanki bizimle birlikte tartışılmaya başlandı. Özyönetim ve özerklik kavramını sanki tek başına biz icat ettik gibi tartışmalar yürütülüyor. İddianamelere, bize karşı siyasi iktidarın yaklaşımına baktığımız zaman özyönetim ve özerkliğe ilişkin söylenen şu; önce özyönetim diyenler sonra özerklik diyenler sonra da haydi bakalım bölünmeye doğru giderler. Yani gelecek denilen şey.

Düşüncelerimizi okumak da diyemeyeceğim bize düşünce uydurmaya girişmiş bir mekanizma, bir sistem, bir mantık var. Biz düşüncelerimiz için yargılanmayı ve her türlü zulmü göze alan insanlarız. Bize düşünmediğimiz şeyi uydurmak gibi bir mecburiyetiniz yok. Biz düşündüğümüz şeyi zaten söylüyoruz. Düşüncelerimizi açıktan ilan ettiğimiz için yargılanıyoruz. Bizim görevimiz budur ve refleksimiz düşüncelerimizi dolaysız bir şekilde ifade etmektir. Ama yargılamalarda, iddianamelerde öyle şeylerden ısrar ediliyor ki, ya ben kendime hakaret sayıyorum bunları. Yani böyle bir şeyi düşünsem, böyle bir şeyi iddia etsem emin olun, bunu açıkça ilan ederim. Eğer açıkça ilan etmiyorsam, iddianameyi hazırlayan savcıların, zihniyetin, ön soruşturma delillerinin bana düşünce üretmeleri gibi bir şekilsizliğe düşülmemesi gerekir. Biz özellikle savunmalarımızda, duruşmalarda özyönetim ve özerklik olgusunun çarpıtılmaması gerektiğini, üzerinden atlanılmaması gerektiğini sürekli vurguluyoruz.

Özyönetim ve özerklik kavramları Türkiye toplumunun özünü ve temellerini oluşturur

İddianamelerde özerklik, özyönetim denilince bölünmeye gider diyorlar. Yalan ve yanlış. Bize yönelik suçlama budur. Bir kere bunun buradan çıkarılması gerekiyor. İkincisi tarihsel olarak baktığımızda, gerek dünyada gerekse Osmanlı’dan bugüne yaşadığımız coğrafyada özerklik kavramının toplumsal temellerinin çok güçlü olduğu, üstelik bir toplumun gelişim sürecine eşlik ettiğini görüyoruz. Eklektik değildir yani bizim savunduklarımız. Türkiye toplumunun tarihinde özerklik ve özyönetim kavramları, dışarıdan enjekte edilmiş kavramlar değildir. Toplumun kendi içsel, organik ve gelişiminin bir parçasıdır. O nedenle söylüyoruz. Özyönetim ve özerklik kavramları toplumun organik bileşkesidir. Türkiye toplumunun da aynı zamanda özünü ve temellerini oluşturur. Bu organik yapı süreç içerisinde yapay müdahalelerle bozulmuş ve bozmaya çalışılmıştır. Ama bu organik özün halen fikri toplumun yapısında mevcuttur. Kürt toplumunda da bütün Türkiye toplumunun yapısında da mevcuttur. O nedenle bizler özyönetim ve özerklik derken olmayan bir şeyi icat etmiyoruz. Toplum dışı bir kavramdan bahsetmiyoruz. Toplum dışı bir eylemden, hareketten bahsetmiyoruz. İyisiyle kötüsüyle, artısıyla eksisiyle bir tarihten bahsediyoruz. Dünden ve bugünden bahsediyoruz. Bir düşünür demiş ki, ‘Geçmiş geçmiş değildir. Geçmiş geçmiş bile değildir.” Bakın Türkiye’de Kürt sorununun bugünkü haline. Bakın Türkiye’de kurulamayan demokratik cumhuriyetin yaşadığı sancıya, kıvranmaya. Bunların her birisinin bizim geçmişimizle, hala devam eden hala geçmeyen tarihimizle doğrudan ilgisi var.

Osmanlı’daki reformlar güçlü halk hareketleri olmadığı için demokratikleşemedi

Dediğim gibi çok daha somut gelişmeler yaşanmıştır Türkiye hakkında. Biraz önce belirttiğim gibi Meşrutiyet’ten ve özellikle 2. Meşrutiyet’ten sonra Türkiye’de ve Osmanlı yapısında bir tür toplum süreci devlet ve idari mekanizma içerisinde giderek daha fazla merkezileşme daha ağırlık kazanmaya başladı. Bunun nedeni şudur: Avrupa’da yaşanan aydınlanma, Rönesans, bilimsel teknolojik yenilenme, hukuksal, idari, siyasal yenilenme sürecinin oldukça gerisinde kalmıştır Osmanlı. O nedenle öyle bir duruma gelmiştir ki dünyanın hasta adamı olarak tanımlanmış ve tarif edilmeye başlanmıştır. Ama o aşamaya gelmeden önce Tanzimat Fermanı'ndan itibaren Osmanlı şu ihtiyacı hissederken, kendisini yenileme ihtiyacı hissederdi. Örneğin anayasa hazırlanması bazı reform çabaları içine girilmesi. Ama bu ekonominin Avrupa ve dünyada olduğu gibi demokratik muhtevasını kurmayı başaramaz. Avrupa’da çünkü aynı zamanda o reformları sadece iktidar da yapmamıştır, bir halk hareketi ile yapmıştır. İşin içerisinde halk hareketi olduğu için egemenler ve devleti yönetenler de reformları yapmaya mecbur kalmışlardır. Ama Osmanlı açısından düşünüldüğünde Alevi toplumun bazı kesimlerindeki isyanları, hareketleri, aşiretlerin bazı çatışmalarını dışta tutarsak eğer, güçlü ve köklü bir demokratik halk hareketi olmadığı ya da iktidar tarafından, yönetim tarafından çok ağır bir biçimde bastırıldığı için bu reformlar demokratik bir biçimde geliştirilmemiştir. Yani bu reformların içeriğini demokratikleştirecek bir güç yoktur memlekette, Osmanlı’da. O nedenle o reformların demokratik bir karakteri bulunmamaktadır, yani Avrupa’daki o ilerleme sürecinin bir ayağından mahrum kalır Osmanlı ama diğer ayağını getirip çakar.

Tekçi ulus yapılarına karşı Amerika’da ve Sovyetlerde demokratik modeller ortaya çıktı

Nedir o? Teknik ilerleme. Teknik ilerleme derken de yani toplumsal yaşam ve üretimdeki ilerlemeden bahsetmiyoruz. Askeri teknik ilerleme. Klasik asker toplum kafasıyla düşünülüp teknik ilerlemeyi de sadece askeri ilerleme olarak algılar, üretime dayalı bir teknik ilerleme bir aşamadan sonra alır ve bir bacakla hatta yarım bacakla geleceğe 20’inci yüzyıla taşınabileceğini sanmaya başlar. Ama bu sanma süreci hiç de hayırlı sonuçlar üretmez Osmanlı açısından. Çok ciddi ayaklanmalar, isyanların yaşandığı dönem bu dönemdir. Örneğin çeşitli ulusal sorunların çözülemeyişinin çok ciddi etkilerini yaşar. Ulusal demokratik bir sistem kuramamanın çok ciddi etkilerini yaşar. O dönem aynı zamanda Avrupa’dan, Batı’dan ulus devlet modelinin, yani tek bir millete dayalı farklılıkları reddeden tek bir millete dayalı modeli tanımlayan süreçtir. İşte Fransız Devrimi’nden sonra ufak ufak başlar sonra Avrupa’da yayılır. Merkezi Avrupa’dır ve egemen güçlerin, burjuvazinin bir yönetim biçimi olarak toplumu çeşitli etnik uluslara bölüp kolonyal bir biçim olarak denediler. Bu bütün ulus devletlerin arasına da çok katı, keskin, aşılmaz sınırlar konuldu. Bu süreç içerisinde farklı gelişmeler yaşanmış elbette. Amerika'da demokratik bir model kurulmuştur. Bilmem kaç tane eyaletten oluşan, her biri yıldızını ve bayrağını taşımış bir yönetim modeli de olmuştur. Yüzyıllardan bu yana Amerika’daki bu model kendi varlığını sürdürüyor. Sonra 1. Dünya Savaşı’ndaki süreçlerde Sovyet deneyindeki federatif modeller ortaya çıkarmıştır. Ekim Devrimi ve ulusal sorunların federatif düzeydeki çözülmesi süreçleri çok önemlidir. Bütün halkların birlikte ve esnek sınırlar içerisinde buluştuğu ama bütünlüğünü koruduğu, birliğinde aynı zamanda yaşatılabildiği modeller ortaya çıkmıştır. Ama Osmanlı’ya o dönemde dayatılan model bu değildir. Zayıflamış ve kendisinden, kendi deneyimlerinden öğrenme avantajı olmayan imparatorluğa ve o imparatorluk içerisindeki siyasi güçlere tekçi ulus devlet modeli artık dayatılmaya başlamıştır.

Birinci meşrutiyet sadece darbe olarak adlandırılamaz

Ve bunun üzerinden birinci meşrutiyet süreci başlar, bu süreç bir devrim sürecidir, aslında bir halk devrimi sürecidir. Sadece İttihat-Terakki öncülüğü ile askeri darbe olarak sınırlandırılması çok yanlıştır. Türkiye’deki yarım kalmış bir demokratik devrimdir. Bütün Türkiye toplumunun işin içerisine girdiği ve yenilenme, demokratik reform, temsili sistem, örneğin Parlamento’nun yeniden kurulması, temsili demokratik yapıların kurulması gibi çok önemli taleplerin meydanlara yansıdığı ve yönetimi aldığı bir devrimdir. Demokratik bir devrimdir. Ama ne yazık ki o dönem ki siyasi önderlik anlayışının yeterli deneyim kazanmamış olmasından farklı bir zemine itmiştir. Çeşitli tartışmalar olmasından dolayı bu demokratik devrim tamamına erdirilememiştir, tamamına erdirilemediği gibi İttihat-Terakki liderliğinde Türkiye çok büyük bir savaş bataklığına sürüklenmiş, Sarıkamış’la başlayıp, önce aslında Balkanlarda başlayıp, Sarıkamış’la devam eden, ondan sonraki süreçte çok büyük bir yıkım sürecinin eşiğine getiren bir savaşa sürüklenmiştir eski Osmanlı toplumu. Bunlar tabii ki Türkiye’deki bu merkezileşme Osmanlı’daki bu merkezileşme dayatmalarının mevcut toplumsal dokuda ne kadar ne kadar ciddi provokasyonlara yol açtığının işareti olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir. Örneğin Osmanlı’nın gerilemesi bakımından çok önemli bir uğrak olarak görülen eşiklerden birisi Kırım’ın kaybedilmesidir. İkincisi de Balkanların kaybedilmesidir. O yüzden her kesimde dikkat çekici farklılık idari olarak Osmanlı’nın merkezileşme süreçlerine denk görülmüştür. Bu bir tesadüf değildir. Bu kadar milleti, inancı bir araya getirmiş bir imparatorluk yapısı kendisini içeriden gerçek anlamda reforme edemezse o ulusal farklılıkların kanayarak gönüllü birlikteliğinde rızasını alamazsa, kaçınılmaz son ve kaçınılmaz gelişme kopuştur, parçalanmadır, zayıflamadır.

Kırım ve Balkanların kaybedilmesinde esas mesele ulusal sorundur

Osmanlı’da daha 1700’lerde kendisini göstermeye başlayan, 1700’ün sonlarında kendisini göstermeye başlayan, bütün 19’uncu yüzyıl boyunca devam eden bir dönem olmuştur. Devam eden bir hakikat olmuştur sözünü ettiğim şey. Kırım ve Balkanların kaybedilmesi mesela özellikle Balkanların kaybedilmesinde en temel faktör ulusal sorunlardır. Mesela inanç faktörü olarak Hristiyanlık-İslam çelişkisi olarak görülür tek başına ama o dönem Osmanlı’da Müslüman olmayan topluma karşı büyük bir saldırı, yok etme tutumu ve tavrı yoktur. O İttihat Terakki’deki süreçlerden sonra başlıyor. Müslüman olmayan, Hristiyan olmayan toplumlara karşı o dönem yok etme saldırıları yoktur. Ulusal çelişkiler vardır.

Merkezileşme 1. paylaşım savaşından sonra dünyanın üzerine kabus gibi çöktü

Balkan toplumunun içerisinde aynı zamanda İslam unsuru da oldukça güçlüdür. Bosna, Yugoslavya bölgelerinde hem Hristiyan hem de İslam unsuru bir arada yaşamaktadır, esas önemli sorun ulusal meselenin daha esnek temelli kapsayıcı ve rızaya dayanan biçimde çözülmemiş olmasıdır. Bunun sonucunda çok daha ciddi bir savaş ve ciddi bir yenilgi olarak Osmanlı’nın karşısına çıkar. Bir siyasi dil olarak mozaik, mermer falan demiyorum. Türkiye’ye bir mermerlik dayatması yapılmamalıdır. Bu sözünü ettiğim merkezileşme süreciyle beraber 1’inci Dünya Savaşı ve birinci paylaşım savaşı bütün şiddetiyle Osmanlı’nın üzerine çöker. Sadece Osmanlı’nın değil bütün bölgenin ve dünyanın kabusuna dönüşür ve böyle bir zayıflık süreci içerisinde özellikle İngiliz emperyalizminin müdahalesiyle İngiltere ve Fransa’nın bölgeyi yeniden düzenleme tavrıyla yepyeni bir denge yeni bir durum oluşur. Kaotik bir durum.

Türkiye’nin kuruluş hikayesini tarih kitaplarında çok fazla bulamazsınız

Türkiye toplumu bakımından Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne yani Cumhuriyete geçiş dönemidir ve birçok geçiş döneminde yaşanan çelişkileri çok ağır şekilde yaşamaktadır. Ve bu ağır sancılı süreç içerisinde en önemli gelişme milli müdafaa yani kurtuluş savaşı hareketinin, Kuvay-i Milliye hareketinin başlaması, öncesinde İttihat Terakki ile onların politikaları çok ciddi yenilgi ile sonuçlanır. Onların uyguladıkları politikalar özellikle 1915 Ermeni sürgünü ve katliamı Türkiye’deki Osmanlı sınırları içerisindeki bütün farklılıkların farklı ulus ve inançların tekleştirilmesi politikaları o dönem Türkiye ve eski Osmanlı toplumunu çok büyük bir yıkımla karşı karşıya bırakır. O dönemi resmi tarih kitaplarında fazla bulamazsınız. Savaş cephesinde savaşacak asker bulamama, askere ekmek bulamama krizleri yaşanır. Savaş cephesinde asker bulamamanın krizi çok nettir. Resmi kitaplar yazmaz, genellikle kahramanlık hikayelerini yazar. Ama bazen acıdır o tarihte evet bir taraftan kahramanlık vardır ama aynı zamanda yönetenlerin çok büyük suçları ve bu suçlardan doğan çok büyük anti-kahramanlık hikayeleri vardır.

İttihatçılar Almanların aklıyla Ermenileri ayıklamayı kendi varlıklarının yolu olarak görmüştür

Türkiye ve eski Osmanlı toplumu işte o geçiş döneminde ittihadın uyguladığı o yıkım politikalarının sonucu olarak bir açlık ve asker kaçakları coğrafyasına dönüşmüştür. Devletin o dönem en önemli fonksiyonlarından birisi asker kaçaklarını yakalayıp cepheye göndermeye çalışmaktır. Bunun çok önemli nedenlerinden birisi şudur. En temel nedeni ittihatçı zihniyetin uyguladığı yıkım politikasıdır. Bir taraftan Türkiye’nin, Osmanlı’nın en dinamik unsurlarından Ermenilerden arındırılmıştır, Almanya emperyalizminin aklıyla ve kendi dar algısıyla, zihniyetiyle ittihatçılar Ermenilerin Anadolu’dan kovulmasını kendi varlıklarını kazanmalarının tek yolu olarak görmüşlerdir. Bunun sonucu olarak Ermeni toplumu gibi bir dinamiği kovmuştur. Anadolu’nun ve Osmanlı’nın içerisinden atılıp koparılmıştır. Bunun içerisinde Êzidîleri ve Süryanileri, inanç temelli, gayri-müslimlik anlayışı içerisinde Müslüman olmayan halkların, Êzidî ve Süryani olan haklara ciddi katliam ve sürme operasyonları yapılmıştır. Bunun içerisinde Türkiye’de bozulan idari yapılanma oluşmuştur. Yani merkeziyetçilik bozulmuş ortadan kalkmış, sancaklara, beylere, aşiretlere tanınan özerklik alanları çok önemli oranda ortadan kaldırılmış, devlete bağlılık artık cenaze taşıyan halkın üzerinde sancaklar ve beylikler üzerinde çok büyük bir yüke dönüşmüş. Bu yük aynı zamanda aşiret çatışmalarına ve isyanlara yansımaya başlamış.

Mustafa Kemal’in başlattığı Kuvay-i Milliye Lazistan’da başlar Kürdistan’da tamamlanır

Biraz önce sözünü ettiğimiz sorun aynı zamanda halkların sürülmesi, ciddi katliamların yaşanması sorunu aşiret çatışmalarıyla Anadolu ve Türkiye’nin her yerinde çok ciddi bir kaos yaşanmasına neden olmuştur. O dönemin ittihat sonrası kadroları, Müdafaa-i Hukuk kadroları tam da bu koşullar içerisinde Kuvay-i Milliye, bağımsızlık hareketini, işgale karşı direniş hareketini geliştirmek zorunda kalmıştır. Çok zor, imkansız koşullar içerisinde savunma politikalarını hayata geçirmek zorunda kalmıştır. İşte bunların içerisinde başka bir eşikte, başka bir tarihsel dönemde yine verilen destekte Kürt aydınlarından gelir. O dönemde Kuva-yi milliye hareketinin İttihat Terakki’nin yarattığı yıkımdan çıkma süreci içerisinde Suriye başta olmak üzere ve o günkü Türkiye sınırları içerisinde İran’dan, Kürdistan eyaletinden çok ciddi bir Kürt desteği gelişmeye başlar. İlk Mustafa Kemal’in başlattığı Müdafa-i Hukuk ve Kuvayi Milliye Hareketi 19 Mayıs’ta Samsun’da başlar ama yolu Samsun’dan Trabzon’dan geçer ve esas olarak kaydığı müdafa sürecinin Kuvayi Milliye hareketinin örgütlenme sürecinin tamamlandığı yer Kürdistan’dır. Trabzon’dan Karadeniz’den başlar, oradan Erzurum’a döner. Erzurum, Sivas, Malatya ve buralarda gerçekleştirilen kongrelerle buralarda yapılan örgütlenmelerle Kurtuluş savaşı da Müdafaai Hukuk süreci de resmi olarak yaşama geçirilmiş olur ama aynı zamanda sadece bir öz savunma süreci olarak başlamaz bu, bir askeri savunma hattının kurulması biçiminde oluşur. Askeri savunma hattı da Türkiye’de ilk önce Kürdistan’da kurulur. Siyasi savunma hattı da askeri savunma hattı da Kürdistan’da kurulur. Tekrar ediyorum. Döngü, Trabzon’da Samsun’da başlamıştır Kürdistan’da kurulmuştur. Nasıl görmüşüz bunu Lazistan ve Kürdistan olarak.

Cumhuriyetin kuruluşunda resmî olarak tanınan iki eyalet vardır: Kürdistan ve Lazistan

Türkiye Cumhuriyeti’nin Lazistan’dan Kürdistan’a kuruluş hikayesi böyle başlar. Türkiye Cumhuriyeti gibi üniter bir devletin kuruluş hikayesinin kökeninde iki tane eyalet vardır. Resmi olarak tanınan ve o resmiyetleri aynı zamanda toplumsal bir role dönüştüren iki tane eyalet vardır: Kürdistan ve Lazistan. Ve Kürdistan eyaletinde, biraz önce ifade ettiğim gibi, siyasal müdafa hakkı esas olarak orda kurulur, büyük kongreler orada toplanır ve aynı zamanda askeri müdafa hakkı da orada kurulur. O süreç içerisinde, o kongrelerin toplanması ve birinci Meclisin kurulması süreci içerisinde oluşan yeni siyasi yapının destek aldığı en büyük ve örgütlü kesim Kürt toplumudur.

Kürt toplumu o dönemde daha örgütlüdür, savaş deneyimi açısından güçlüdür

Kürt toplumu daha örgütlüdür ve bunun nedeni de aslında çok uzun bir süreci, geride bıraktığımız süreci bir eyalet olarak, bir özyönetim, özerk bölge olarak geçirmesinden kaynaklanır. İkincisi Kürt toplumu aynı zamanda İstanbul sürecinden itibaren askeri güç olarak da örgütlüdür. Hamidiye Alayları örneğinden de anlaşılacağı gibi buradaki askerlik deneyimleri de Osmanlı döneminden beridir oldukça güçlüdür, savaş deneyimi açısından çok daha deneyimli ve birikimlidir. Aynı zamanda kültürel olarak da Kürt kültürünü, aidiyetini ve kültürel örgütlenme yapısını çok daha güçlü olarak barındırmaktadır Lazistan’dan farklı olarak. Lazistan’da aynı zamanda çünkü Rum, Pontus, Türkmen, Gürcü gibi farklı ulusların varlığından da söz edebiliriz. Ama Kürdistan’daki kültürel bütünlük daha farklıdır. Çünkü bir çoğunluk daha fazladır o nedenle kültürel örgütlenme de daha güçlüdür diğer eyaletlere göre. O nedenle Meclis’in örgütlenme işinin bahsettiğimiz nedenlerden ötürü Kürdistan eyaletinde yapılması ve Mustafa Kemal başta olmak üzere bütün kurmayların ve yeni kurulacak olan Cumhuriyet’in sırtını Kürdistan’a dayamasını kaçınılmaz ve gerekli hale getirmiştir. Öyle de yapılmıştır. Sırtını Kürdistan’a dayamıştır. Bir taraftan şu anki Türkiye Kürdistan’ı sınırları, diğer taraftan da arka cephe olarak da Suriye Kürdistan’ı olmak üzere güçlü bir cephe hattı oluşturmuş ve oradan itibaren askeri hat da aşama aşama Batı’ya götürülmüştür.

O kritik eşikte karar verilmesi gerekiyordu: Monarşi mi, Cumhuriyet mi?

Daha öncesinde Birinci Dünya Savaşı döneminde, sadece Kurtuluş savaşı döneminden bahsetmek eksik olabilir. Birinci Dünya Savaşı dönemi var, Çanakkale Harbi süreci var. Çanakkale Harbi çok ciddi gelişmelerden biridir. Orada da tüm Türkiye halklarında olduğu gibi, Kürt halkı da orada çok güçlü bir varlıkla, yenilmez bir varlıkla yer almıştır. Ve sonrasındaki süreçte yine Cumhuriyet’in kaynağını, temellerini oluşturacak bir varlığa dönüştürmüştür. Oradan tam da bu yeni oluşmuş bu süreç içerisinde yeni Cumhuriyet ve yeni Meclisin kurulması sürecinde yasama faaliyetlerinden biri şu olmuştur, 1920’de ilk meclis kurulmadan önce, ilk meclisin hazırlıkları yapılmaktadır. Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye kadroları o süre içerisinde toplumdaki bütün kesimlerle, özellikle Kürt toplumuyla ciddi bir diplomasi, görüşme ve uzlaşma trafiği işletmektedir. Ve bu trafik içerisinde kritik gelişmeler olur. Mustafa Kemal o dönem içerisinde ilk iş olarak Kürt aşiretlerinin ileri gelenlerine mektuplar gönderir ve desteklerini alır. Kürtler de bu mektuplar karşılığında, bu öneriler, kurucu meclisin yapılanmasına yönelik bu çağrılar karşısında inisiyatiflerini, iradelerini demokrasi sistemiyle yönetilmesini arzuladıkları bir cumhuriyetten yana kullanırlar. Yani Kürtler açısından ve Osmanlı açısından yeni bir eşiğe gelinmiştir. Kritik eşiklerden, yol ayrımlarından birisine daha gelinmiştir. O kritik eşikte yine Kürtler vardır. Artık bir karar verilmesi gerekmektedir. Osmanlı bir monarşi ile mi yönetilecek veya monarşi parlamentarizm arası bir meşrutiyet modeli ile mi yönetilecek. Yoksa 20. yüzyılın modeli olarak ön plana çıkan Cumhuriyet modeli ile mi yönetilecek aşamasına gelinmiştir. O süreç içerisinde yönetim modeli en büyük tartışmalardan birisidir. Daha çok Hilafet üzerine kurulu, Hilafet hala hükmünü sürdürmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sembolik olarak varlığını sürdürmüştür. Ama saltanat, sultan, sultanla beraber aynı zamanda hilafet merkezi yönetim yapısı olarak görülmüş ve merkezi yönetim yapısına bağlı olarak da örgütlenmiş aşiretler ve aşiret düzeni bir düzeyde kendisini sürdürmüştür. Ve bu model çok ciddi bir seçenektir.

Mustafa Kemal Kürtlere ‘kendi kaderini tayin hakkını tanıyoruz’ diyor

Aşiret reisleri ve ileri gelenleri bu amaç adına bizim adımıza ve tarafımızdan kazanılmış olması ve meyillerini açıkladıkları zaman kendi kaderlerine talip olduklarını ve büyük millet meclisi altında olmaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’da bütün çalışmanın bu amaca dayanan siyasete yönelmesi El Cezire çetesi komutanlığına aittir. Burada karışık birkaç şey var anlaşılması için özetliyorum. Mustafa Kemal diyor ki: Ey Kürtler, sizden bir şey talep ediyorum. Birliği kabul edeceksiniz ve Büyük Millet Meclisi çatısı altında yaşayacaksınız. Yani kaderinizi Türkiye çatısı altında belirleyeceksiniz. Özet olarak bu. Kendi kaderini tayin hakkını tanıyoruz diyor, ama gönüllü olarak Büyük Millet Meclisi çatısı altında kendi kaderini gör. Bizim kaderimiz ortak diyor. Bunu kabul ettiğin durumda ben de sana biraz önce sözünü ettiğim, alıntısını yaptığım hakları kayıtsız koşulsuz veririm. Tek koşulum Büyük Millet Meclisi’ne bağlı olman. Talimatın özü tastamam bu. 3) Kürdistan’da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çatışma ile değiştirilemeyeceği bir dereceye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleştirilmesine engel olmak, adım adım mahalli idareler kurulması sebeplerinin açıklanması ve böylelikle yürekten bağlanmalarını sağlamak,Kürt reislerini mülki ve askeri makamlarda görevlendirerek bize bağlarını sağlamlaştırmak gibi genel çizgiler kabul olmuştur.

Bugünkü siyasi akıl ciddi bir sorumsuzluk içerisinde

Üç maddesi var. Son maddede ne kadar güncel, bugün yaşadığımız gerçekliği ne kadar tarif ediyor. Bu memlekette artık kötü bir biçimde tarihi tekerrür ettirme zihniyetine saplanmış siyasetçilerden kurtulamazsak bize gerçekten gelecek yok. Tarihin kötü yanlarını tekrar etmekte çok ısrarlılar. Ama tarihin, bugün de hala yaşayan o tarihin bugün de yararlanabileceğimiz o yanlarını, bugünü de aydınlatan aklından yararlanma konusunda inanılmaz bir sorumsuzluk içindeler. Söyledikleri şey çok çarpıcı. 20’inci yüzyılın koşulları bunlar, yüz yıl öncesidir. Geldik 2019’a, 100 yıl önce diyor ki Fransızlar ve İngilizler ciddi bir risktir. Zaten Osmanlı’yı işgal edenler de bunlar. Bu ciddi riskleri aşabilmemiz için, Kürtler bunlarla da çatışıyordu. O zaman da Kürtler aynı zamanda Fransızlar ve İngilizlere karşı savaşıyor. Çok aktif bir biçimde savaş içerisinde. Çatışmalarını, çelişkilerini derinleştirmemiz lazım. Ama sadece bu yetmez. İngiliz ve Fransızlarla çatışıyor ama bize gönüllü olarak bağlanması lazım. Bize gönüllü olarak bağlanması için, onları ikna edebilmemiz için mahalli idareler kurulması, sebeplerinin açıklanması, özyönetim tarifinin buna göre yapılması şarttır. El Cezire bölgesinin bütününde bunu yapacaktır. El Cezire denilen alan, Türkiye Kürdistan’ından tutun, Musul’a Kerkük’e kadar olan kritik alanı kapsar. Ve bu bölgede askeri olarak tek yetkili sensin, mahalli idareleri o bölgenin beyleriyle, ileri gelenleriyle sen kuracaksın, bu süreci koordine edeceksin diyor.

Bütün dünya Kürtlere dost olmuş bir tek Türkiye hariç

Aradan geçti 100 yıl, o tehlikeyi bertaraf etmek için bir tedbir geliştirilmiş, bir devlet yöneticiliği aklı kullanılmış. Bu devlet yöneticiliği aklı kullanılıyor o ayrı mesele. Şunu da belirteyim, 100 yıl önce de Türkiye’yi 1920 Anayasası’ndan sonra gerileme sürecine girmesi de esas olarak bu akıldan kurtulamamasıdır. Bu taahhütnamede Mustafa Kemal’in belirlediği bu çerçeveden, 1920 Anayasası’nın bu çerçevesinden ne zaman kopulduysa beladan, musibetten kurtulunamamıştır. Bugün siyasi iktidar yine diyor ki Kürtler her yerde düşman, Suriye’de düşman, Güney Kürdistan’da, İran’da, Türkiye’de düşman. Amerika’ya neden selam veriyorsun, Amerika’dan silah almışsın, Rusya’yla görüşme yapmışsın. Türkiye’deki siyasi iktidarın işi gücü bütün dünya Kürtlerle dost. Kürtler cahil bir toplum değildir. Kendisiyle kimin gerçek dost olup olmadığını elbette biliyor. Emperyal güçlerin gerçek dost olmadığını elbette biliyor Kürtler. Ama bütün dünya Kürtlere dost olmuş bir tek Türkiye düşman. İster içinde olsun ister dışında olsun. Ve bugün Rojava’da, Kuzey Suriye’de yaşanan çok önemli siyasal gelişmeler olmasına rağmen, katı devrimin sınırlarını, bölgedeki dar, milliyetçi kalıpları kıracak çok önemli gelişme olmasına rağmen, Rojava’daki Kürt toplumunun, Rojava’daki sistemin değişmesi böyle tarihsel bir fırsattır.

Yüzyıl önce bu ülke Kürtlerle uzlaşarak kurtuldu, bugün sonra bunu yapmazsak kurtulamayız

Türkiye iktidarı, Rojava’daki siyasi gelişmeyi, Suriye Kürtlerini destekleyeceğine, onlarla dün olduğu gibi dost olup iyiyi üreteceğine bugün düşmanlık üretiyor. Altını çizerek, net ve belgeleriyle birlikte söyleyeyim, 100 yıl önce Osmanlı ve yeni kurulmaya başlanan Türkiye Cumhuriyetinin, Türkiye toplumunun hayatı Kürtlerle birleşerek, uzlaşarak, barışacak kurtulmuş. Kürtlerle bir olduğu, eşit olduğu, kardeş olduğu için, eşit yurttaşlık haklarını verdiği için kurtulmuş. Bir 100 yıl sonra daha bunları yapmadan kurtulacağımızı sanıyorsak yanılıyoruz. Bir devlet aklı da böyle olacağını düşünüyorsa çok büyük bir gaflet içerisindedir. Kendi toplumunla, kendi yurttaşınla kavga ederek sen 21. yüzyılda, bütün dünya karşısında nasıl bir varlık kurabilirsin? Varlığını nasıl yaşatabilirsin? Bu kadar basit düz bir devlet aklıyla yürütülemez.

Dün diyorlardı “Ermenileri sürdük aradan sorun çıktı zaten Ruslar, İngilizler kışkırtıyordu, onları sürdük gönderdik ölen öldü kalan kaldı sorun çözüldü bitti gitti.” Ee? 100 yıldan beri Kürt sorunu çözülememiş. Ne yapacaksınız Kürtleri? Kovsan kovamazsınız, sürsen sürülmez. Hepsini öldürmen mümkün değil. 7 milyon Kürdü öldürmen mümkün değil. Bu sorunu çözmek zorundasın. Ama bu sorunu çözmek istemeyen bir zihniyet var. Savaş sürsün, ben de bundan besleneyim diyor. Türkiye Cumhuriyeti, ne olacak iyi kötü götürür kendisini. Kürtler, Kürtlerin demokratik cumhuriyet talebi, bütün halkların ve inançların demokratik cumhuriyet talebi ne olacak varsın olsun. Ben şu savaş içerisinde ‘kurt bulanık havayı sever’ misali ben götürürüm kendimle. Ama artık devir o devir değil, çağ o çağ değil. Beka sorunu mekan sorunu diyorlar. Hamaset saçma sapan hamaset yapıyorlar. Bu toplumun karnını bunla doyuramazlar, bu toplumun gerçeğe ihtiyacını bununla doyuramazlar. Gerçek budur işte. En kötü yanlarıyla alıp uygulanabileceğini sanıyorsunuz. Ama 100 yıl önce iyisi de var, onu gör, onu uygula.

1921 anayasası egemenlerin kağıt desteği değil, doğaldır, organiktir

Bu zihniyet bu talimatnameyle birlikte 1921 Anayasası’na doğru gidiyor. Kürtleri, sosyal siyasal haklarıyla birlikte kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyarak sistem içine alan kapsayıcı anlayış 18 Kasım 1922 tarihli Büyük Millet Meclisi beyannamesinde geçen Türkiye halkları kavrayışında kendisini bulmuştur. Bu anlayış daha sonra 1922 Anayasası’na da egemen olacaktır. Mustafa Kemal 1 Mart 1921 Teşkilat-ı Esasiye, yani anayasası, görüşmeleri sırasında Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada Türkiye halkları kavramına ilişkin şöyle der: Efendiler, Türkiye halkı mülken ve dinen ve harfen birlik halinde, birbirine karşı saygı ve fedakarlık ruhuyla dolu ve kaderleri ve çıkarları ortak olan sosyal bir topluluktur. Bu toplulukta etnik haklar ve yöresel topluluklara saygı iç siyasetimizin esaslı noktalarıdır. Türkiye halkı kavramına açıklık getirir. Bu yaklaşımlar bu kararlarda Kürt halkı da kendi çıkarlarına, kendi taleplerine Mustafa Kemal’in politikalarını daha yakın bulurlar. Bu temel üzerinde şekillenen 1921 Anayasası’na göre Türkiye’de yapılacaktır. Buradan Türk, Kürt, Çerkes vs etnisite ifade etmeyen ama bu etnisitelerini de reddetmeyen sosyal topluluk gibi sosyoloji bilimi, “Türkiye halkı”, “Türkiye devleti” gibi siyaset bilimi kavramları altında siyasal birliği, yani 1921 Anayasası ve 1920 Meclisi bütün halkların ulusların, inanç kısmını eksik bırakmış da olsa, sınıfsal birliğini, gönüllü siyasal birliğini tarif etmiştir. Bunda 1921 Anayasası’nın milliyetçi ideolojiyi dışlayan, toplumsal realiteye uyumlu ve bu realiteyi kabul eden buna uygun siyasi ifadelere özen gösteren ve toplum sözleşmesine yakın bir kavrayışla ele aldığını göstermiştir. Bu çok önemlidir. Yani Anayasayı normal bir kuru kağıt olmaktan çıkarıp, doğal, organik bir toplumsal sözleşmeye dönüştürmüştür. 1921 Anayasasının en önemli yanı budur. Doğaldır, organiktir, toplumun iç dinamiklerinden, gelişme sürecinden doğmuştur. Egemenlerin kağıt destesi değildir. Bu açıdan da önemlidir, değerlidir. Tarihte de mutlaka hak ettiği önemi görmesi gerekir. Aynı zamanda, Büyük Millet Meclis belirleyicidir vurgularıyla demokratik cumhuriyetin altı çizilir 1921 Anayasasında.

Türklük ibaresi ötesinde Türkiye devleti ibaresi kullanılmış

Artık hilafet sistemiyle, saltanat sistemiyle arasına kesin sınırlar çizilir. Cumhuriyet çoğul olarak milletin kendisini dahil etmesi ve idari aygıt olarak Büyük Millet Meclisi vurguları çok belirgindir ve bu anayasanın vurgu noktasını oluşturur. Ama burada önemli bir ayrıma ciddi bir ihtiyaç duyulur, anayasal mantık bakımından katı Türklük ibaresinin ötesinde Türkiye devleti ibaresi kullanılmıştır. Bugün anayasa tartışmaları yapılırken, oturun anayasaya 38 milleti yazıp diye talep etmiyoruz. Bunlar olabilir, anayasanın alt maddelerinde tarif edilebilir, tanımlanabilir. Anayasa’nın alt maddelerinde tüm idari süreçler tarif edilebilir, tanımlanabilir. Ama anayasa adı üstünde anayasadır; kapsayıcıdır ve bir birim oluşturan tanım yapması gerekir. Kavramını böyle kullanması gerekir.

Senin kurucu anayasanda Türkiye kavramı var niye kendini inkar ediyorsun

Türk kavramı Türkiye kavramı arasında örneğin, çok önemli farklar var. Türkiye dediğiniz zaman kocaman Türkiye ülkesi dediğimiz zaman Türkiye ülkesi içerisinde yaşayan bütün etnik yapıları kapsamış olursunuz. Bugün bir ırkçı, siyasi anlayış bütün etnik yapıları kapsayan Türkiye kavramını bile zul görüyor. Niye görüyorsun kardeşim? Senin kurucu anayasanda Türkiye ibaresi var niye inkar ediyorsun kendini? Bu soruya cevap vermek zorundasınız, niye Türkiye yazmayı bu kadar zul görüyorsunuz. 21 Anayasası ondan sonraki süreç içerisinde 22 ve 24 Anayasası’na kadar, 24 Anayasası zaten karşı darbe, karşı devrim sürecidir o da ayrı bir mesele ama sonuçta Türkiye’nin kurucu temellerinde anayasal düzende yer bulmuş bir fikirdir, perspektiftir. Tartışmalar yapmış sosyal değerlendirmelerden çıkardığı siyasal sonuçları anayasada bir ibareye dönüştürmüş o dönemin bu kurucu zihniyet. O kurucu zihniyeti bugün yeniden kurucu bir mantıkla ele almazsan hiçbir şeyi başaramazsın, bir yüzyıl daha tarihten kazanamazsın. Türkiye Cumhuriyeti tarihten sanki adını ödünç almıştır, tarihe borçludur. Kendi yaşam ve varlık alanını sürdürebilmesi bakımından uzatmaları oynuyor. Biz borç aldık tarihten. Aslında tekçilik zihniyeti çoktan bitmiştir, uzatmaları yaşıyoruz biz ve biz tarihten ödünç aldıklarımızla, borcumuzu daha ödemeden bir yüzyıl daha kazanamayız. Bu zihniyeti, bu tekçi zihniyeti sürdüremeyiz. O yüzden önce tarihe borcumuzu ödeyeceğiz, sonra da kurucu zihniyete dönüp yeniden kurucu bir zihniyet oluşturarak demokratik bir temeli biz yaratacağız Türkiye’de. Demokratik Cumhuriyetin yeniden inşasının yolunu açacağız.


Savunmamın bu bölümünde iddianamelerde geçen şeyleri temellendirmek ve karşı tezlerimi ortaya koymak açısından gerekli vurguları yapacağım.

Duruşmanın ilk bölümünde belirttiğim, Meclis’in oluşma süreci ve anayasanın yapılma süreci belirli bir olgunluk aşamasına gelir. Anayasa’nın birinci maddesinde geçen ifade nitekim kendisini çok somut olarak ifade eder. Nedir o birinci maddedeki ifade? “Halkın mukadderatını, bizzat ve bilfiil idare etmesi.” Yani özetle self-determinasyon olarak tanımlanan, kendi kaderini tayin hakkı olarak tanımlanan, uluslararası ölçekte bir hak tanımı, bir yurttaşlık tanımı ve ülke, devlet tanımı Anayasa’nın birinci maddesinde kendisini ifade eder. Ancak bununla sınırlı kalmaz. 1921 Anayasası özellikle toplumsal uzlaşma metnidir. Bir anayasa olarak aynı zamanda gücünü buradan almaktadır. Genel geçer hak tanımlarının dışında, formal, kitabi, köşeli bir takım yasal tanımların dışında çok daha somut bir toplumsal gerçeklik üzerinden var olan çok açık ve somut sonuçları tarif etmiştir. 1921 Anayasası’nın en önemli özelliğidir ve evrensel ölçekte gelişkin anayasa tarifi yapılırken de iki kategoriye ayrılır. Bir; eğer toplumsal düzeniniz oturmuşsa Magna Carta gibi çok genel bir toplumsal sözleşme ile de yüzyıllar boyunca toplumsal idareyi sağlayabilirsiniz. Yerleşik bir düzen vardır, kültürel kodlar çok daha sağlamdır ama bunun bütün dünyada olması mümkün olmamıştır hiçbir zaman. 1921 Anayasası’nın 3. maddesi 11. fıkrasında özerklik, kendi kendisini idare eden, bu güce sahip olan idari güçler olarak tanımlanır.

Alıntı yapmaya devam ediyorum. 1921 Anayasa sistemi çerçevesinde genel anlamda Büyük Millet Meclisi üyelerini seçerek, özel anlamda da yerel yönetimlere tanınan geniş özerklik ilkesi gereğince idare madde 11’de tanımlanan ve madde 16’da tanımlanan şuraları eliyle kendi kendini yönetme olanağına kavuşmuştur. Bu bütün Türkiye için düşünülmüş bir modeldir, yani sadece bir bölgeye tanınmış bir hak olarak tarif edilmemiştir. Devletse 1921 Anayasası’nda yalnızca iç ve dış ilişkileri değil aynı zamanda adliye, maliye, uluslararası ve ekonomik ilişkiler gibi merkezi yetkilerle sınırlı bir düzene sahiptir. Devlet örgütlenmesi makro düzeyde hak, yetki ve sorumluluklarla donatılmış, çerçevesi bu biçimde çizilmiştir. Geriye kalan eğitim, sağlık, vakıflar, medreseler, yerel ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardımlaşma işlerinin düzenlenmesi, yürütülmesi vilayet şuralarının kendisine bırakılmıştır. Şuraların seçiminde ise Büyük Millet Meclisi’nde vekil ve temsilcisi olan vali sınırlı yetkilere sahiptir. Ancak yerel ve yetkililer arasında bir çatışma durumunda hakem olarak devreye girmesini düzenleyen sınırlı bazı parantezler açılmıştır. Daha küçük yönetim birimi olan nahiyelerde ise yerel için merkeze danışılmadan işlerin yürütülmesi tam bir yetki ve inisiyatif söz konusudur. Biraz önce sözünü ettiğim başlıklarda yerele danışma şartı da aranmaksızın doğrudan bu yetkilere sahiptir. Yine nahiyeler toplumsal ve siyasal yapının temel birimleri olarak ele alınır.

Yerinden yönetim asli ve geneldir. Anayasanın siyasi ve hukuki alanında parlamentonun yetkinliği ilkesinde sonra gelen üçüncü temel anayasal ilkedir. Yani bugünün anayasasında çok genel tanımlarla geçen “kayıtsız şartsız egemenliğin millete ait olduğu” düsturu çok daha ayrıntılı ve katmanlı bir şekilde tarif edilmiş, yerel özerklik de anayasanın 3’üncü maddesi olarak anayasal güvence altına alınmıştır. 24 maddelik anayasanın 14 maddesini, yani yarıdan fazlasını özyönetim, yerinden yönetim, yerel özerklik ilkeleri kaplamıştır. Yerel katılım, yerel demokrasi anlayışını burdan yola çıkarak yazılmıştır. Bu düşünce kendisini tarih sahnesinde çok somut olarak göstermiştir. Yerel demokrasiyi, yerinden yönetim ilkesini nahiye şuralarına kadar yürüten, nahiye görevlilerini seçimle göreve gelmelerini, gerektiğinde azledilmesini öneren, nahiyelere kadar idareyi belirleyen Anayasa, Kurtuluş Savaşı sürecinin başlangıcıyla oluşan 1918-20 arasında Anadolu, Trakya, Erzurum, Sivas başta olmak üzere birçok yerel kongre iktidarlaşmanın da anayasallaşması anlamına gelmektedir. Yani benim birinci olarak ifade ettiğim yerellerdeki halk kongreleri Trakya, Lazistan, Karadeniz, Anadolu, Erzurum, Sivas, Kurtuluş Savaşı’nın kurucu sürecininin kongreleri 1924 Anayasası’na kadar bir ülkenin kuruluş temeli olarak görülmüştür.

Bir toplumun tarihsel sürecinden, gelişiminden, insani, demokratik dinamiklerinden kopan biz değiliz

Bakın, o kadar çok benzeşen nokta göreceksiniz ki. Biz parti programımızla, toplumsal yapı üzerinden kurulmuş yerelin, halkın öz değerleri ile siyasete doğrudan katılımı üzerinden kurmayı öngören ve bugünkü çalışma sistematiğini de buna göre düzenleyen bir siyasi partiyiz. Ama bize uzaydan gelmişiz gibi bakıyorlar. Özellikle iktidar sahipleri neredeyse bu sistem içerisinde biz mücadele etmezsek halkın oyları, halkın mücadelesi olmasa bizi sistem dışı bırakmak için elinden geleni yapıyor. Bizi marjinalize etmek için elinden geleni yapıyor ama vurgulanması gereken çok tarihsel ve güncel gerçeklik şudur ki marjinal olan biz değiliz. Bir toplumun tarihsel sürecinden, gelişiminden, insani, demokratik dinamiklerinden kopan biz değiliz. Bugünün siyasi iktidarıdır marjinal olan, toplumun oluşturduğu demokratik, insani birikimden kopan da bugünün siyasi iktidar anlayışı ve egemen siyasi katmanlarıdır.

10 Şubat 1922’de Kürt Özerklik Kanunu çıkarılmıştır

Devam ediyorum. Kürt meselesinde, özellikle özerklikle ile ilgili kısımlar. Bu Anayasa’nın yasal ifadesidir. 1921 Anayasası’nı çıkarmakla sınırlı kalmıyor. Kürt sorunun çözümü için o dönemin liderleri, idari kurucuları biz bu Anayasa’nın alt metinlerini oluşturmamız ve aynı zamanda daha somut daha detaylı daha sarih hale getirmeliyiz. Onun arkasından 10 Şubat 1922’de Kürt Özerklik Kanunu diye bir kanun çıkarıyor. 18 maddeden oluşan bu kanun Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilir. Yasa, Kürt milleti için özerk bir yönetim kurmak tahahhüdüyle başlar. Başlangıç cümlesi, başlangıç maddesi böyledir ve bir Kürt Milli Meclisi’nin seçimle oluşacağı ve genel valinin Kürt Milli Meclisi tarafından seçileceği, özerk bölge sınırlarının karma bir komisyon tarafından belirleneceği ifade ediliyor.

Kürdistan’ın yönetimine ilişkin olarak bazı yerlerde genel duruma uygun olarak bir yargı örgütü oluşturulacağı, Kürt Meclisi’nin düzeni korumak amacıyla oluşturulacak jandarma kurulmasına ilişkin yasayı inceleyebileceği, Kürt dilinin sadece Kürt meclisinde idari işlerde ve hükümet idaresinde kullanılacağı, bununla birlikte Kürt dilinin okullarda öğretilebileceği, Kürt Milli Meclisi’nin Büyük Millet Meclisi’ni bilgilendirilmesi şartıyla vergi uygulaması yapılabileceği, üniversite kurabileceği gibi maddeler var. Bunlar sırayla çok açık ve net biçimde sayılmış, 1921’de resmen, alenen. 1921 Anayasası’yla anayasal güvence altına alınmış, 1922’de de Kürt Özerklik Kanunu’yla daha somut hale getirilmiş bir hak tanımıdır. Ve o dönemde Kürt ulusal sorunu çağının gerektirdiği biçimde hatta birçok dünya ülkesiyle kıyaslandığında çağının ilerisinde bir şekilde çözülmüştür.

Bu ölümlerin neden sürdüğüne dair siyasi iktidarın bir cevabı yok ama tarihin var

Birçok bilgi var mesela, merkeze bağlı olacak olmayacak vesaire, şunlar şunlar olacak diye sayıyor. Mesela ordu kısmen merkeze bağlı, jandarma “Kürdistan Jandarma Kolordusu’nu oluşturacağım, ben oluşturacağım ama sana danışmadan oluşturmayacağım bunu” diyor. “Kürt Meclisi ile görüşüp oluşturacağım. İç güvenliğini sen alabilirsin. Kürt dilinin kullanılması konusunda, içişlerinde, eğitimde Kürt dilini serbestçe kullanabilirsin ama idari işlerinde hükûmet ile ilişkilerinde Türk dilini, Türkçeyi resmi dil olarak kullanabilirsin” diyor. Bugün bu kavga bu kıyamet neden çıkıyor? Bu çatışma, bu savaş, bu yıkım, bu bitmeyen ölümler silsilesi neden sürüyor? Siyasi iktidarın buna verdiği, vereceği bir cevap yok ama tarihin verdiği bir cevap var ve bugünün vereceği, bugünün demokratik siyaset aklının vereceği, vermesi gereken bir cevap var. Tarih çok net bir biçimde insanlığa bir şey sunmuştur: yaparsan olur. Toplumun iyiliği için eylemi, fiili yaşama geçirirsen tarihi yöneten, yönlendiren olursun. Ama düşündüğünü toplumun yararı için yapma yolundan saparsan tarihin gelişimi önünde yok olursun. Bugünün siyasi iktidar zihniyeti de tastamam bu durumu yaşamaktadır.

O koşullar içerisinde bir özerklik formülü tarif edilmiştir, tanımlanmıştır. Sonra yine Mustafa Kemal’in bir röportajında çok uzatmamak için onu almıyorum ama özetle şunu söylemeye çalışıyor. Diyor ki Musul sorununu çözemediniz ama diyor sadece ülkeyi bölerek şurası Kürd’ün olsun, şurası Laz’ın olsun şurası Çerkes’in olsun diyerek çözemeyiz biz bu problemi ve o dönem çok büyük bir vurgu yapıyor. Diyor ki iç içe geçmişlikler var, bu iç içe geçmişliği çözmek için en önemli şey her ulusun, ulusal aidiyet veya inanç aidiyeti olsun veya olmasın yönetime katılmasının formülü oluşturulmalıdır. Biraz önce anayasa maddelerinde de anlatmaya çalıştım. Nahiye şuralarından, vilayet şuralarından başlayarak toplumun, halkın yönetime katılmasının önünü açıyor. Musul sorununu çözmek için de Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı illerde aynı zamanda özerklik formülünü kullanın diyor. Ulusal haklar da verilmelidir ama Türkiye’nin her tarafında bunu yapamayız yapmamıza da gerek yok çünkü iç içe geçmişlikler var. Burada da böyle bir mantık yürütülüyor. Toplantıda söylediğinden bu sonuç çıkıyor. O dönem tartışma ve sorunu çözme çabası var. Bugün biz bu meseleleri tartışamıyoruz bile. Bakın, ben bu konuları tartıştığım için şu an hapisteyim. Yani bugün bu konuları, birebir bu mevzuları güncel siyasal konjonktürde ele aldığımız için, açıkladığımız bildirgelerden dolayı, DTK kongresinden yargılanıyoruz, DTK kongresinde yayınladığımız bildirgeden dolayı, yaptığımız konuşmalardaki özyönetim vurgularından dolayı yargılanıyor, mahkum ediliyoruz, mahkum edilmeye çalışılıyoruz. Ama bizim asıl derdimiz tarih tarafından mahkum edilmemekse, -ki öyledir- bizler tarihe ve hakikate göre düne ve bugüne sadakatimizi koruyacağız ve korumaya devam edeceğiz.

Hamasetini yaptıkları Misak-ı Milli kavramının özünde Kürt-Türk ittifakı vardır

Türkiye’nin şu anki resmi sınırları içinde değil Misak-ı Milli diye tarif edilen çok daha geniş sınırları içinde birlikte yaşama hukukunun oluşturulmasına karar veriyorlar. Bir parantez oluşturmak için söyleyeyim, Misak-ı Milli kavramının kökeninde de hep kullanırlar, Misak-ı Milli hamaseti yapıyorlar. Bir tanesi çıkıp tarihe karşılık dümdüz insan gibi anlayan ve yorumlayan bir yaklaşım getirmemiş. Söylerlerse çünkü gerçekler ortaya çıkacak, o gerçekler karşısında da yüzleri kızarır. Bu çok arkasından hamasetini yaptıkları Misak-ı Milli kavramının özünde Kürt-Türk ittifakı vardır. Misak-ı Milli, milli sözleşme, ant demektir, verilen söz demektir. Ve Misak-ı Milli kavramının ilk doğduğu sürecin temelinde, Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına doğru olan dönemde yani İngiliz işgalinin başladığı gittikçe ağırlaşmaya yüz tuttuğu dönemde Kürtlerle belli bir aura tutmak üzere yapılmış antlaşmanın adıdır. Sözleşme adını buradan almıştır. Misak adını da buradan almıştır. Yapılan millet tanımı da tek başına Türklük üzerinden kurulmuş bir millilik tanımı değildir. Yani o dönemde Kürt siyasal önderliği ile Türk siyasal önderliği karşılıklı sözleşmiştir, kavimleşmiştir, bir antlaşma yapmıştır ve Misak-ı Milli alanı sonradan kuruldu. Kürtler sözlerine sadık kalmışlar o da ayrı mesele. Misak-ı Milli’yi savunma konusunda o sözleşmeye sadık kalmıştır, o sözleşmeye sadık kalmayan Türk önderliğidir.

Bu iddianamelerle tarihi yan yana koyduğumuzda ortaya çıkacak trajediyi görmek çok çarpıcı olacaktır

Yani ulusal liderlikler de önderlik üzerinden tartışıyorsak, ki öyledir, geçen duruşmamda da söylemiştim, Lozan’a kadar giden ve Lozan’da bağlanan bir süreçten bahsediyoruz. Misak-ı Milli, 782 kilometre karelik bir alanda Anadolu’nun bir kısmında varlığı kabul edilen bir Türkiye Cumhuriyeti sınırları noktasına gelinmiştir. Özel olarak İngiltere’nin dayatması ile ve daha başkaca ülkelerin dayatması ile o noktaya gelinmiştir. Yani karşılıklı tarihsel sözleşmelerin yapıldığı bir süreçten bahsediyoruz ve özyönetim kavramı 1921 Anayasası’na da yansıyan 1922 Özerklik Kanunu’na yansıyan bu olgular, bu maddeler bugün tartışamadığımız, adını bile ağzımıza alamadığımız bu kavramlar işte o günkü tarihin üzerinden kurulduğu için bu kadar ileri düzeyde tanımlanmıştır. Bir anayasal güvenceye kavuşturulmasına kadar gelmiştir. Çok ayrıntıya girmiyorum ama mahkemeye belgeleri sunabilirim, sunmamda fayda olabilir. Mahkeme kayıtlarına, tarihin resmi kayıtlarına girmesi bakımından bir anlamı olacağını düşünüyorum. Bu iddianamelerle tarihi yan yana koyduğumuzda ortaya çıkacak trajediyi görmek çok çarpıcı olacaktır elbette ki.

Ama bu trajedi bizim trajedimiz değil, HDP’nin değil, demokrasi güçlerinin değil, Kürtlerin değil; bugünkü resmi ideolojinin ve her şeyden önce bu ülkedeki egemen iktidar anlayışının trajedisidir. Mahkemedeki iddianamelere bakın bir şey söylüyor, sonra da tarihe bakın, tarih çok çok başka bir şey söylüyor. Bunlara bir yerde yan yana koymamız gerekiyordu demek ki mahkemelerde koyacakmışız. O da olur. O da olur onu da yapın.

Devam ediyorum. Lozan’da bu birlik çok güçlü bir düzeyde kurulmuştur ve ulusal egemenliğin sağlanması, işgal edilen toprakların tamamen temizlenmesi, Kürt halkı ve bütün uluslardan Türkiye halklarının katılımıyla o politik dağılma dönemi aşılmıştır. Türkiye halkları varlık hakkını yeniden kazanmıştır ve Türkiye halklarının katılımıyla, Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Kürdistan’ı ve Lazistan’ıyla birlikte yerel yönetim anlayışını, yerinden yönetim anlayışının yaşayan ve hisseden bütün mazlum halklarıyla birlikte yeniden varlık hakkını kazanmıştır ve bunu bütün dünyaya ilan etmiştir. O dönemde çarpıcı olan bir konunun daha altını çizmek istiyorum.

Avrupalı devletler, bu katı devlet modellerini yeni sömürge ülkeleri için kullanmışlardır. Yönetimi kolaylaştırmak için, demokrasinin o topraklara uğramaması için katı sınırlar dayatmışlardır. Özellikle 2’inci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem artık katı, dar ulus devletin aşıldığı, terk edildiği, başka bir idari yönetime geçildiği dönemdir. Kantonlar, federasyonlar, yerel yönetimler, özerklikler modeline geçilmiştir. Kendi iç istikrarlarını sağlamışlardır ama geri kalmış, geri bırakılmış ulus ve devletlere geri bırakılmış idari yönetim anlayışlarını dayatmayı sürdürmüşlerdir. İşte o dönemde 1924’e gitmeden önce 1922 Anayasa süreci bu nedenle geç başlamıştır. 1’inci meclisin oluşturduğu Lozan heyeti, Türk-Kürt ortak heyeti olarak oluşturulmuştur. Kayıtlara da böyle geçmiştir. Lozan’ın kayıtlarında açık, net ve saik biçimde bunu görebilirsiniz. 1921 Anayasası ve Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu ile bu masaya gelmiştir çok doğal olarak. Orada yapılan değerlendirmelerde çok net biçimde şu söylenmiştir, eğer bu anayasa ile belirlenen Misak-ı Milli kurulacaksa İngiliz Hükümeti Musul ve Kerkük’ü Türk ve Kürt ittifakına devretmek zorunda kalacak, o nedenle bu uzlaşmanın, Türk-Kürt ittifakının bozularak Musul ve Kerkük’ün karşılıksız kendisine verilmesini istemiştir. Kendince karşılığını vermiştir o da ayrı bir mesele. Ama sonuçta siz Misak-ı Milli’yi ayırt edeceksiniz, bunun için de Türk-Kürt sözleşmesini dağıtacaksınız, Musul-Kerkük’ü bana teslim edeceksiniz, ben de bunun karşılığında geri kalan bölgeyi -şu anki resmi sınırlarımızdan bahsediyorum-. Oradaki varlık hakkınızı tanıyacağım, resmi olarak hukuk düzleminde de uluslararası düzlemde kabul edeceğim demiş.

Bugünün yaşananları yarına yön verir

Dayatılan ikinci bir madde daha vardır, Türkiye’nin burada kapitalist sisteme entegre olması, yani ekonomik yaptırımların sorgusuz sualsiz uygulanmasıdır. O dönem içerisinde Misak-ı Milli’den vazgeçilmiştir. Mesele şudur; halklar arasında kurulan, toplumlar arasında kurulan ve yeni toplumsal sözleşmeyi, demokratik bir cumhuriyeti oluşturacak bir ittifak, ciddi bir kırılmaya uğramıştır. Ondan sonraki süreci ayrıntılarıyla anlatmayacağım. Ama 1920-22 sözleşmesinin bozulmasının, Kürtlere verilen hakların alınmasının, çok büyük bedelleri olmuştur, çok ağır sonuçları vardır. Türkiye’ye bedeli çok fazla olmuştur ve bizler hala o bedelleri ödüyoruz. Bununla yüzleşme dürüstlüğü ve cesareti olmayan siyasiler kaçıyorlar. Kaçmak için saldırı yöntemleri kullanıyorlar ama bizim değişmemiz lazım. Dediğim gibi, geçmiş geçmiş değildir. Bugünün yaşananları yarına yön verir. Birinci Meclis 22’de darbeye uğramıştır. Doğal olarak özerklik saikiyle kurulan Lazistan, Kürdistan, sorgusuz sualsiz dağıtılmışlardır, onun yerine katı milliyetçi İngiltere’nin dayattığı dar ulusçu ve tek ulusçu kadrolardan oluşturulmuş bir ikinci meclis yapısı oluşturulmuştur.

Kürt isyanlarının nedeni yapılan sözleşmelerin hakkının aranmasıdır

1922’den sonra 1923‘te Lozan Anlaşması’ndan sonra ve oluşturulan 1922 Meclisi’nin dağıtılması ve 23’te yeni meclisin kurulmasından sonra artık Kürt isyanları gerçekleşmiştir. 1924 Şeyh Said İsyanı Türkiye’deki cumhuriyet tarihi açısından ilk etnik isyan olarak kabul edilir. 1923-24 isyanlarının nedeni Kürtlerin yapılan sözleşmelerin hakkını aramasıdır. Şeyh Said İsyanı hakkında ders kitaplarında, okul kitaplarında bir sürü şey söyleniyor ama gerçek hiç anlatılmaz. Kimisi dar ulusçu, dar milliyetçi ayaklanma der veya gerici, irticacı bir ayaklanmadır der. Bunların hiçbirinin tarihsel bir dayanağı yoktur, tam tersine o dönem İngiltere Güney Kürdistan’da Musul-Kerkük ve Güney Kürdistan hattında Kürtler üzerinde kontrolü sağlayabilmek için soykırımın altına imza atmaktadır. Ve Kürtlerin arkasında kayda değer hiçbir desteğin olmadığı gibi saldırı noktasında anlaşılmıştır. Şeyh Said İsyanı da bu anlaşmanın bozulmasından sonra Kürtlere verilen hakların, özerklik gibi, özyönetim gibi ve Kürtlerin çok büyük bedeller karşılığında elde ettikleri haklarının alınması, gasp edilmesi ve yok edilmesi karşısındaki ayağa kalkışı bir ulusal hak aramasıdır. 1924 isyanıyla birlikte artık insanlar 20. Yüzyıl isyanları başlar en sert katliamlar yaşanır. Osmanlı döneminde yer yer isyanlar, çatışmalar var ama 20. yüzyıl, yani Cumhuriyet’ten sonra sonraki süreç isyanların çok daha ciddi kayıplara neden olduğu ve soykırımcı yaklaşımlarla sorunu ezerek çözme politikasının çok yaşandığı süreçtir. 1924 ile beraber çok ciddi bir baskı dönemi başlamıştır. 1924 Anayasası da bu baskı sürecinin, red ve inkar sürecinin anayasası olarak tarihte derin izler bırakan hala bugün toplumda birçok kesimin acısını hissettiği, hesabını sorduğu bir süreç başlamıştır 1924 Anayasasıyla beraber. Kürtlere cok ciddi yönelinmiştir. Daha farklı uluslara, ulusal azınlıklara, filizlenmeye başlayan demokratik muhalefete- o dönemde sosyalist bir dönüşüm savaşı da vardır- ama 1924 Anayasası ve ondan sonraki süreçte başlayan saldırılar bunların hepsinin önünü kestiği gibi ezerek sorunları yok farzetme dönemi başlamıştır. Bunlar sadece Kürtlere uygulanmamıştır. Kürtlerin dışında Aleviler bu süreç içerisinde çok ciddi ezme ve yok etme politikalarının hedefi haline gelmiştir. Hala yakın tarihte çözülemeyen, hakikati dahi açığa çıkarılamayan bir Dersim sorunu vardır. Yakın tarihte Maraş ve Sivas ile başlayan bir süreç vardır. İşte tarihin bu kötü kokuları, bu kötü uzantıları bugüne kadar hala peşimizi bırakmıyor. Bizler bu tarihle bugüne kadar doğru bir şekilde yüzleşmeyi başaramadık. Türkiye’deki siyasi yapılar, siyasi devlet anlayışı başaramadı.

Özerkliği tartışmak toplumsal bir görevdir

Devam ediyorum. Sanırım buraya kadar şunu çok net biçimde anlattık; Türkiye’de özyönetim ve özerklik denilen kavram, kritik bir döneme damgasını vuran, Türkiye’nin siyasi tarihinde yer bulan, aynı zamanda siyasi mücadeleler ile ilerlemiş bir düşünce olarak varlığını ortaya koymuştur. Buradan devam edelim. Özerklik kavramını savunduk. Daha iyisine ulaşmanın mücadelesini verdik. Her şeyden önce toplumu daha ileriye taşıyan bir siyasi zemine, devrimci bir siyasete ihtiyaç duyulduğu için biz bunu savunduk. Devrimci tutum ve arayışların zamanı gelmiştir. Böyle arayışlar, bu zamanlarda çok daha aktif bir biçimde kendisini gösterir. Ve böyle bir süreçte, öz yönetimi tartışmak, özerkliği tartışmak toplumsal bir görevdir sadece siyasetin görevi değildir. Bu kavram tarihsel bir kavram olmasının yanı sıra aynı zamanda güncel bir kavramdır. Bugün dünyada en az 7 devlette ve 60 bölgede yürürlüktedir özerklik ve özyönetim modeli. O dönemde Fransız ulusçuluğunu yücelten -milliyetçi tavır kavramını Fransa’dan almış bizim Türkçülerimiz de. Bu kadar da kötü bir şey yani milliyet kavramını da Fransa’dan almışlar. Türklerde milliyetçilik algısı, tarihsel köken olarak, kültürel yapı olarak yoktur. Bu toplumsal yapıyı bilen ve yaşayan birisi olarak söylüyorum. Bizim milliyetçiler, milliyetçiliklerini de Fransız jakobenlerinden almış. Bu sistem ikinci dünya savaşa kadar sürdürmüş. İkinci dünya savaşı ulus devlet yapısı bakımından son kırılma noktasıdır. Son kale 2’inci dünya savaşında düşmüştür. ... Ondan sonraki süreç öz yönetim modelleri sürecidir. Yerinden yönetim yani ademi merkeziyetçiliğin… sosyalist demokrasinin özü de budur. Bütün kararlarını kendisinin alabileceği bir yerinden yönetim… İspanya’da 17 tane özerk bölge vardır. İtalya da (7 mi diyor 20 mi diyor) bölge vardır. Bunun dışında kalmış özerk bölgeler vardır….

Türkiye’de bunlar olmuyor. Bu nasıl bir milliyetçilik, bunu sadece bir milliyetçilik, vatan millet algısı olarak tanımlamak, kaydetmek imkansızdır. Böyle bir vatanseverlik olamaz. Milyonlarca insan bu ülkenin vatandaşı o vatanın sahibi, sen onun elçisisin, o senin asilin. Diyor ki “ben bu sistemi istemiyorum, benim kafama böyle bir şeyi çakmayın, ben kendi fikrimi, kendi zihnimi kendi hayatımı yaşamak istiyorum.” Kendimle bunu yaşamak istiyorum. Hiçbir şey olmaz böyle bir yaklaşımdan da. Bu siyasi iktidar buna rağmen asil bu hakkın sahiplerinin beklentilerine, taleplerine yanıt vermiyor. Bu halkın kafasına katı milliyetçiliğin çivisini, katı ulusçuluğu, ırkçılığa varan milliyetçiliğin çivisini çakmaya devam ediyor. Ama belki kendi çivisini de çakacak. Her siyasi iktidarın bir ömrü vardır demiştim ya. Bu siyasi iktidar bu siyasi yapı hep böyle devam edecek sanıyorlar. Ama bugünkü politikalar siyasi iktidarların da sonunu getirecek. Dünya ve evrensel hukukta karşılığı ve gerçekliği olan çok açık net bir biçimde geçerliliği olan bir sistem ve idari model önerisinden bahsettik. Bugün de bu tartışmanın daha özgürce yapılması gerekiyor. Size bazı küçük küçük örnekler vermek istiyorum.

Faşistleşme ve sağcılaşma bu ülkeyi bölmeye başlamıştır. Ama tarihte böyle dönemler vardır. O nedenle Sovyetlerin, Türkiye’deki anayasa tartışmalarında çok önemli etkilenişleri vardır. 24 Anayasası’nda o ikilemleri görürsünüz. Aşağıdan yukarıya örgütlenme modelidir sovyetik model. Yani sosyalist modelin etkileridir. O dönemde sosyalist Rus etkisine karşı bir mücadele eğilimi vardır. İkincisi özerklik tanımları, federasyon ve otonom modelleri eklenmiş ve kendi kaderini tayin hakkı tanıyarak sovyetler birliğini anlamıştır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anayasasında bir biçimde etkisini göstermiştir. Çünkü o dönem Amerika’yı dışta tutarsak eğer, bütün batıda ve dünyada Sovyetler Birliği’nden daha iyi bir model yok. Amerika’da da eyalet sistemi vardır ama daha katı bulunmuştur. Statüsüz tek bir ulus ve halk bırakılmamıştır Sovyetler Birliği’nde. Kısmen Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşunda bundan etkilenmiştir. Özellikle Türkiye’de komünistlerin katledilmesi, Mustafa Suphilerin katledilmesi olayından sonra, demokratik, halkçı, sosyalizan, komünal etkilenmeler gittikçe Türkiye siyasetinde dışlanmaya ve yok edilmeye başlanmıştır. Ondan sonra kırılıp nefes almamıştır. Kırılıp nefes alamadıktan sonra özellikle özyönetim anlayışından sadece Türkiye nasipsiz kalmıştır. Kafkaslarda o gördüğümüz yeşile boyanmış harita kalmıştır. Bu soruya yanıt verecek bir düşünce yapısı yoktur. Maalesef genel kamusal anlayış gelişmemiştir. Ama Türkiye artık yapsam mı yapmasam mı olsam mı olmasam mı anlayışından kurtulmak zorundadır. “Demokratik Cumhuriyet olayım mı olmayayım mı” çelişkisinden artık kurtulmak zorundadır.

Özyönetim anlayışını, farklılıkları kendi sınırları içerisinde tanımlaması ve hergün ayrı ayrı … Siz gördüğünüz şeyin gerçekliğini inkar edebilirsiniz ama ama ulus hakikatinin gerçeği vardır, çizgisi vardır, etkisi vardır. Bir siyasi anlayış herşeyden önce birlikte olduğu halkı tanımladığı ölçüde kendi gerçekliğine hakim olur. Bugün sadece Türkiye Kürt halkının değil bütün Türkiye halklarının kendi kaderini tayin etmesi gereken bir dönemdir. Sadece Kürt halkının değil bütün Türkiye halklarının kaderini tayin sorunu vardır.

Demokratik özerklik kavramı Kürtlerin icat ettiği bir kavram da değildir. Özerklik ve özyönetim kavramı tartışmaları Kürt sorunun çözümü tartışmalarıyla birlikte Türkiye’de gündeme gelmiştir. Merkezi siyasetin konusu haline dönüşmüştür. Ama özerklik ve özyönetim kavramları bütün Türkiye tarihi bakımından çok tartışmasız bir yere sahiptir. Mesela Türk tarihinde özerklik ve özyönetim modellerini konuşmak lazım. Konuşmazlar, tartışmazlar, yazmazlar, yazmışlarsa da üzerini çizerler. Mesela ben bir konuşma yaptım, Kürtlerin özyönetim talebine sahip çıkmalısınız. Çünkü özyönetim denilen şey sizlere de lazım. Üstelik bütün Türkiye’nin İzmir’den Trabzon’dan bunu sağlaması lazımdır. Bir şey derler mi? Her durumda bir yakıştırma ve müdahale yaklaşımı ile karşı karşıya kalıyor. Bunun yerine bir ötekileştirme mücadelesiyle karşı karşıyayız. Bu sadece Kürtlerin tarihiyle değil sizin tarihinizle de doğru orantılıdır. Oradan tartışma devam etti, kıyametler koptu. Buradaki şey nasıl bir tahammülsüzlük nasıl bir yönelme. Türklerin tarihinde özyönetim talebi var demiş olmak.

Hepsinin meclisleri olmuştur. Kent merkezlerinde, sancaklarda bu sistem gelişmiştir. Bunları atlayarak gidiyorum. Sosyal dönüşüm aynı zamanda idari dönüşüme, kültürel dönüşüme vesile olmuştur. Ancak halkın kendini yönetmesi merkezi yönetimle karşı karşıya gelmesinin, çatışmasının zemini olmuştur. Manisa, Denizli, Aydın iç Ege kısmında çok ciddi bir biçimde bölgesel bir harekete dönüşmüştür. Hatta bir dönem komünal yaşam olmaktan çıkıp büyük bir eyalete, sancak eyalete dönüşmüştür. Osmanlı açısından en büyük tehlike o dönemde Bursa’daki Şeyhzade sancağına yakın bir yerde bu sistemi kurmuş olmasıdır. O nedenle saldırılar çok yoğun olmuştur ve acımasız bir biçimde gelişmiştir. Bugün hala Ege'nin Türkmen ilinde 1400’lü yıllarda yaşanan yönetim deneyimi yeni yaşam deneyimi ile neredeyse bütün Ege’de çok belirgin izler bırakmıştır. Resmi ideolojide bunların ismi cismi yok denilmiştir. Kent ismine başka isimler konulmuştur. İsimler yok edilmiştir. Ama Aydın'da Ortaklar ismi yaşar.

Toprağı ve suyu yönetmesi gerekenler kullananlardır

Egemen zihniyet bunu unutmuş olmasından kaynaklanmıyor, kültürel olarak toplumun o fikri ve geleneği sahiplenmesinden kaynaklandığını düşünmüşümdür hep. O gün de aynı şeyleri ifade ediyordum. Biraz önce belirttiğim gibi Börklüce, Ortaklar'ın o dönemin, sosyalizmin bir biçimi diyebileceğimiz bir yönetim modelidir. Ayrıntılarına girmeyeceğim. Ayrıntılarında çok şey var ama esası şudur. Toprağa sahip olması gerekenler kökenlerdir, suya sahip olması gerekenler kullananlardır ve toplumun hayatını yönetmesi gerekenler yaşayanlardır, insanlardır. Bu sistemde vergi ve haraç sistemi reddedilmiştir. Egemen sistemle aralarına çok ciddi çelişkiler girmiştir ve o dönemde başarılamaz denilen bir teknik gelişme de kaydetmiştir Ortaklar komünü çok değişik bir alanda. Tarımsal araçlarını, makinalarını, tarım araçlarını geliştirmiştir.

Aydın’daki Ortaklar Komün deneyimi Türkmen özyönetim deneyimidir

Bir kısmı Osmanlı’ya bağlı olmak üzere ama büyük çoğunluğu da diye ifade edilen tastamam halkın izdüşümünden geçmiştir. Bir eşitlik komünü gerçekleşmiştir. Bu kadar eski dönemde, taassubun ve İslami etkinin çok güçlü bir olduğu bir dönemde Ortak komün anlayışı kadın ve erkek arasında bir eşitliği kurmayı başarabilmiştir. Çok özgün bir başarıdır, çağının koşulları düşünüldüğünde. Bu tarihteki somut Türkmen özyönetim deneyimlerinden birisidir. Ama sadece bununla sınırlı değildir. Komünal yaşam ve kültür, Türk kültürünün - hani demiştim ya Türk Kültürüne batının milliyetçilik algısı enjekte edildi diye- içine girmiştir. Bugün ve son yıllarda dayatılan kaba milliyetçiliğin, ırkçılığın, Türklüğün tarihsel kültürüne de büyük hakarettir.

Şeyh Bedrettin’de de Yunus Emre’de de özerklik anlayışı güçlü biçimde vardır

O dönemde sadece Şeyh Bedrettin değil aşağı yukarı çağdaşları diyebileceğimiz, Türkmenlerin ileri gelenlerinde, düşünce insanlarında o dönemin aydınlarında bu düşünce çok güçlü bir biçimde vardır. Yunus Emre bunlardan birisidir. Sadece bir şiirinden alıntı yapacağım size Yunus Emre zihniyetinin ne olduğunu anlatmak için.

Hak'tan gelen şerbeti içtik elhamdülillah,

Şu kudret denizini geçtik elhamdülillah.

Şu karşıki dağları, meşeleri, bağları,

Sağlık safalık ile aştık elhamdülillah.

Kuru idik yaş olduk, ayak idik baş olduk,

Kanatlandık kuş olduk uçtuk elhamdülillah.

Vardığımız illere, şu safa gönüllere,

Baba Tapduk manasın saçtık elhamdülillah.

Beri gel barışalım, yad isen bilişelim,

Atımız eğerlendi eştik elhamdülillah.

İndik Rum'u kışladık, çok hayır şer işledik,

Uş bahar geldi geri göçtük elhamdülillah.

Dirildik pınar olduk, irkildik ırmak olduk,

Aktık denize dolduk, taştık elhamdülillah.

Taptuk'un tapusunda, kul olduk kapısında,

Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah.

Burada o dönemin halkının ve halkın kültürünün, şiirde de çok net ifade edildiği gibi egemene karşı çıkma bilincinin, bir toplumu ne kadar büyüttüğü, yücelttiğini gösteren bir övgü var. Yunus Emre’nin övgü şiirlerinden birisidir bu ve o nedenledir ki toplumun öz değerlerine, zalime karşı çıkma ve bunun için mücadele etme değerlerine yapılan çok güçlü vurgu vardır. Ezilenlerin, çoğunluğa rağmen Osmanlı'nın karşısında, "ayak iken baş olma" bilinci vardır bu sözlerde. Tam o günlerden bugüne ayakların baş olma mücadelesi sürmüş ve sürüyor. Bir alıntı daha yapıp işin Kültür ve Edebiyat kısmını en azından Türk tarihine, işin kültür ve edebiyat kısmıyla ara veriyorum.

(SEGBİS bağlantısı koptu, bağlantı sağlandıktan sonra) Benim şiir okumama SEGBİS dayanmadı. (Mahkeme başkanı çok çok ısınıyor motor çok ısınıyor diyerek karşılık verdi)

Ortaklar komünüyle ilgili düşüncelerimi aktarıyordum şiir okuyacaktım.

(Şeyh Bedrettin Destanı'ndan)

Akdeniz yakası

Aydın elleri

Kuşlar gider bizim Dede Sultan'a

Cemalin görünce yürüdü dağlar

Taşlar gider bizim Dede Sultan'a

Katardan ayrılan turna sürüler

her andıkça ümüklerim sızılar

irili ufaklı emlik kuzular

Koçlar gider bizim Dede Sultan’a

Sadece Kürtler özyönetim için mücadele vermedi

Ortaklar'da yenilgi sonrası yakılmış ağıttır. Yaşanan acının ağıdıdır bu. Tarihin neresine bakarsak bakalım, birçok noktasında başka bir yaşam isteyenler, başka bir alternatif yaşam modeli kuranlar ve bunun için direnenleri görüyoruz. Sadece Kürt halkı bugün özyönetim kendi kendini yönetmesi, yeni bir yaşamı kurma aşamasına gelmedi. Aynı zaman Türk halkı da kendi özüne uygun insanca bir yaşamı hak ettiği için mücadeleyi verdi. Bu bütün Türkiye halklarının, devrimci demokratik mücadelesinin tarihi olarak geçmiştir. Adana, Akdeniz bölgesinde, aynı zamanda merkezi yönetime karşı çıkan isyan kenti olarak anılır. Bilinen halk ozanları Karacaoğlan, Dadaloğlu şiirlerinde, türküye dönüştürülmüş eserlerinde görürsünüz. Özellikle Dadaloğlu'nun eserlerinde bunu çok görürsünüz.

Çukurova’da Dadaloğlu, Kozanoğlu isyanları da özerk yaşam isyanlarıdır

1864'te başlayıp yaklaşık 80 yıl devam eden Cumhuriyet’in kuruluş dönemini aşıp 1950'lilere kadar süren bir Türkmen-Avşar isyan hareketi vardır. Bu sadece isyan hareketi olarak tarif edilemez. Çünkü Türkmen toplumuna, Avşar toplumuna dayatılan, yerleşik yaşama geçme, zorunlu iskan ve ekonomik sömürü alanlarının açılması için çalışan kölelere dönüştürme politikasına karşı gelişmiştir. Örneğin Kozanoğlu isyanı, resmi tarihte de bilebileceğimiz bir isyandır. Kendi kendisini yöneten bir yapıdır. Klasik bir Osmanlı isyan hareketi olarak görülür değerlendirilir. Ama Dadaloğlu isyanı, Dadaloğlu özyönetimi alanının arkasında çok güçlü bir Türkmen Avşar toplumunun tepkisi ve direnişi vardır. Çünkü aynı zamanda Dadaloğlu isyanına denk gelen koşullarda Türkmenlerin aşağılanması, Çukurova'nın tarıma açılması geçiş sürecinde geçiştir. Kozanoğlu hareketi doğmuştur. Onbinlerce Türkmen'in içinde yer aldığı isyan hareketi doğmuştur. Bunu aynı zamanda Türkiye’deki Babıali İsyan Hareketleriyle sürdürebilir, devam ettirebiliriz. O da Adıyaman ve Malatya’dan tutalım Kırşehir ve Çorum’a kadar geniş bir alana yayılmıştır. O da ta Selçuklu döneminde yaşanan çatışmanın Kürt-Alevi toplumunun kendi kaderini tayin etme mücadelesinin bir sonucu olarak yaşanmış ve hayata geçmiştir.

Bir toplumun Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla Çerkesiyle, bütün inançları ve farklılıkları ile ortak vatanda bir arada, birlikte yaşayacak bir güçtür. Bugün de bu gücün hala geleceği kazanma potansiyeli vardır. Önemli olan bizim bu Demokratik Cumhuriyet gücüne inanarak, dayanarak yürümeyi başarmamızdır. Sayın heyet, Sayın Başkan şu ana kadar söyleyeceklerim bu kadar. Avukatlarıma da zaman bırakmak istiyorum.

10’uncu Ağır Ceza ve Yargıtay sonuç verirse 9’uncu Asliye Ceza ve 10 Ağır Ceza hakkındaki savunmamı sonraki celsede yapmayı planladım. Önümüzdeki duruşmaya da yüz yüze katılma talebim olacak.

Kaynak:

Telif durumu: