Devlet Bahçeli'nin 6 Aralık 1999 tarihli TBMM grup konuşması
Muhterem Dava Arkadaşlarım,
Basınımızın Değerli Temsilcileri,
Sözlerime hepinizi sevgi ve saygıyla selamlayarak başlıyorum. Önümüzdeki Perşembe günü başlayacak olan Mübarek Ramazan Ayının, barış, huzur ve dayanışmaya vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyor, Türk-İslam Aleminin Ramazanlarını tebrik ediyorum.
Türkiye olarak, hem iç hem de dış politika alanında kritik bir süreçte, önemli bir dönemeçte bulunuyoruz.
Bilindiği gibi, tamamlamakta olduğumuz 1999 yılı, 1998 yılından, daralma ve durgunluk sürecine giren ve faiz kıskacında sıkışmaya başlayan bir ekonomik miras devralmıştır.
Benzeri durum, Türk siyasetimizin yapısı ve işleyişi açısından da geçerlidir. İnsanımız, huzur, istikrar ile seviyeli siyasetin mumla arandığı, darbe tartışmalarının yapıldığı ve karamsarlık psikolojisinin yaygınlaştığı bir siyasi iklimde yaşamak zorunda kalmıştır.
18 Nisan seçimlerinin ardından şekillenen yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi ve 57. Hükümet, bir taraftan böyle bir politik ve ekonomik mirası dönüştürme, bir taraftan da ülkemizi yeni yüzyıla hazırlama gibi ağır bir yük ve sorumluluk altına girmiştir.
Bugün irili ufaklı birçok sorunumuz vardır ve önemini korumaktadır. Ama birçok sorunumuza da neşter vurulmuş, siyasi ve ekonomik istikrar büyük ölçüde tesis edilmiştir. Bunlar yapılırken, çok yönlü ve büyük sosyal ve ekonomik sıkıntılara yol açan iki büyük deprem felaketinin arkasına sığınma kolaycılığına da kaçılmamıştır.
Türkiye, günümüzde, geçmişte yaşanan tartışmalardan ve sıkıntılardan büyük ölçüde uzaktır. Ülkemizde bugün, demokratikleşme, Avrupa Birliği’ne tam üyelik, enflasyonun % 25’lere inip inmeyeceği, on binlerce konutun bir yıl içinde tamamlanıp tamamlanamayacağı ve 21. Yüzyıl tartışmaları yapılmaktadır.
Bu süreçte, seçim öncesi ve sonrasında ortaya koyduğu ilkeli, tutarlı ve sağduyulu yaklaşımlarıyla Milliyetçi Hareket Partisi şüphesiz büyük bir paya sahiptir.
Fakat bütün bunların yanında, geçmişe saplanıp kalan, sürekli farklı şeyler söylemeyi fazilet örneği olarak takdim etmeye çalışanlar da vardır. Yapılan işleri küçümseyen ya da ve görmemezlikten gelenler de göze çarpmaktadır. Yine siyasi geleceklerini büyük ölçüde partimize yönelik eleştirilere ve manevralara endekslemiş olan ilke ve samimiyet fukaraları da bulunmaktadır.
Bizler, bu tür zihniyete sahip olanlarla gereksiz tartışmalara girerek zamanımızı boşa harcayacak değiliz. Onlar zaten ergeç tarih ve millet önünde gerekli dersleri alacaklardır. Burada kamuoyunun yanıltılmaması için bir noktaya özellikle temas etmek istiyorum.
2-2,5 ay gibi kısa süre içinde 26 binin üzerinde prefabrik konutun, ihalesinin yapılıp inşa edilmiş olması çok önemli bir başarıdır. Kısa zaman dilimi ve konut sayısının çokluğu dikkate alındığında bazı eksikliklerin ve hataların olması kaçınılmazdır. Ama ortaya iyi niyetin ve fedakarca çalışmanın ürünü olan bir hizmet çıkmıştır. Bunu takdir etmesini beceremeyenler en azından susmasını bilmelidirler.
Bazı çevreler tarafından da prefabrik konutların estetik yönlerinin bulunmadığı ya da edebe aykırı oldukları telaffuz edilmeye çalışılmaktadır. Eğer bu düşmanca bir tavır değil ise, bilgisizliğin ve ideolojik körlüğün çarpıcı bir örneğidir. İşin en başından beri çok iyi bilindiği gibi, prefabrik evler depremzede vatandaşlarımızın acil barınma ihtiyacını geçici olarak karşılamak amacıyla inşa edilen bir konut türüdür. Bunun için de estetik endişeler değil, çabukluk esastır. Edebe aykırılığı ise, sadece eleştirmiş olmak için eleştirmekten başka anlamlara da gelmektedir. Gecekondularda, bir göz evlerde yaşayan insanlarımızı da töhmet altında bırakan bu ifadelerin sahiplerini insafa ve edebe davet ediyorum.
Deprem felaketine maruz kalan geçici iskândan sonraki aşamada bölgelerde kalıcı konutların inşa edilmesi, sosyal ve ekonomik hayatın normale dönmesinin sağlanması gerekmektedir. İnşallah kış ayları atlatıldıktan sonra bu süreç de hızlanacak ve depremzede vatandaşlarımız yaşanabilir çağdaş bir konuta ve kentsel ortama kavuşacaktır.
Kıymetli Milletvekilleri,
Sayın Basın Mensupları,
Hepimiz, iç ve dış politikamızın birbiriyle hiç bu kadar yoğun etkileşim içinde olmadığı bir süreçte bulunuyor, adeta tarihi gelişmelere tanıklık ediyoruz. Ama aynı zamanda da, Türkiye’nin modernleşme ve batılılaşma süreciyle hercümerç olmaya başladığı 19. Yüzyıldan bu yana göze çarpan bazı siyasi hastalıkların tekrar nüksettiği bir konjonktürde bulunuyoruz.
Çünkü kritik dönemler ya da kritik kararlar arefesi bu tür hastalıkların ve komplekslerin ortaya çıkışına vesile olan uygun zeminlerdir.
İçinde bulunduğumuz günlerde, dünyanın birçok bölgesi ve kenti, ülkemizin geleceğini doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren toplantılara ve gelişmelere sahne olmaktadır. Kısacası, Çeçenistan’da yaşanan vahşetin ve yardım çığlıklarının ayyuka çıkmasından Kıbrıs’ın ve dolayısıyla Türkiye’nin kaderinin masaya yatırılmasına kadar birçok hadise cereyan etmektedir. Yine, bölücü ve yıkıcı terör örgütünün başının durumuyla gölgelenen Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinin gündeme geleceği Helsinki Zirvesi 10 Aralık’ta toplanacaktır.
İşte böyle bir konjonktürde, Batı karşısında duyulan kompleks ve hayranlık karışımı duyguların belirlediği müşterek bir lisanın bazı medya mensuplarına ve siyasetçilere hakim olduğu görülmektedir. Dünyada ender rastlanacak olan bu zihniyete göre, taviz vermek gerçekçi ve doğru; haklı davalarımızın arkasında dik durmak ise hayalcilikten ibarettir ve yanlıştır.
Kıbrıs sorununda Türk tarafı, hem tarihsel olarak hem de aktüel duruş olarak haklıdır. Buna rağmen, her zaman taviz vermesi, geri adım atması gereken tarafın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye’nin olması istenmektedir. Bu ve benzeri yaklaşımlar sıkça seslendirildiği için de toplumumuzun zihni bulandırılmaktadır.
Bütün bunlar son zamanlarda “milli çıkar”, “ülkenin alî menfaatleri” gibi gerekçeleri de kullanmaya başlamışlardır. Bu ve benzeri kavram ve değerleri tabii olarak temel referans kabul eden milliyetçiliğe her türlü eleştiriyi yöneltenler, şimdi, görünürde de olsa milliyetçiliği çağrıştıran bir söyleme başvurmaktan çekinmemektedirler. Ülkemizin ana davalarında hangi gerekçeyle olursa olsun karşı tarafın avukatlığına soyunanların değil milli çıkarları koruması, vatansever olması bile tartışmaya açıktır.
Sayın Rauf Denktaş’ın Newyork’ta devam eden dolaylı görüşmelerde savunduğu tez, büyük Türk Milleti’nin de benimsediği tezdir. Sorunun ele alınışında ve çözümünde, Kıbrıs’taki iki toplumlu ve iki devletli gerçeğin gözardı edilmemesi gerekmektedir.
Diğer önemli husus ise, dünyanın bazı bölgelerinde zoraki bir ayrıştırma ve parçalanma politikasının, bazı bölgelerde ise ısrarla birleştirme politikalarının takip ediliyor olmasıdır. Yine, Batı Dünyası tam çeyrek asırdır Kuzey Kıbrıs’ı tanımama politikasında ısrar etmekte ve geri adım atmamaktadır.
Bütün bu gerçekler ortada dururken, Türkiye’nin tutumunun sürekli bir şekilde eleştirilmesi ve ülkemizin dışlanmaya çalışılması, bizler açısından kabul edilemez bir durumdur. Türk milleti ve devleti, adil ve kalıcı bir barıştan ve dostluktan yanadır. Uluslararası meseleler de, tavizlerin ülkemizden beklenmesi yerine, konunun diğer taraflarından da beklenmesinin asgari bir hakkaniyet kuralı olduğuna inanmaktadır. Bunun için, Sayın Rauf Denktaş’ın Newyork görüşmeleri sırasında ve öncesinde sergilediği tavır, hem onurlu hem de doğru bir tavırdır.
Sonuç olarak, uluslararası işbirliği, barış ve dayanışma gerçek manada inşa edilemediği sürece, küreselleşmenin bir ayağının her zaman eksik kalacağı unutulmamalıdır.
Muhterem Arkadaşlarım,
Değerli Basın Mensupları,
Terör örgütünün Batı Avrupa’daki destekçileri ile onların ülkemizdeki gönüllü yandaşlarının terör örgütü ve başı karşısındaki yaklaşımları da Kıbrıs sorununa bakış açılarıyla büyük bir benzerlik arzetmektedir. Ve hatta, ülkemizdeki bazı çevreler, düne kadar Türkiye aleyhine karar almakla ünlü olan Avrupa Parlamentosu’ndan daha geriye düşmüşlerdir. Avrupa Parlamentosu bile, terör örgütünün başıyla Türkiye’nin tam üyeliği meselesini birbirine karıştırmaktan kaçınmıştır.
Geçen hafta yapılan grup toplantımızda da ifade ettiğimiz gibi, bizler Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizde karşılıklı anlayış, saygı ve işbirliğinin belirleyici olmasını savunuyoruz. Avrupa Birliği ve üye devletler, toprak bütünlüğümüze ve insanlarımızın yaşama hakkına kasteden bir terör örgütü karşısında ülkemizden yana açıkça tavır almak mecburiyetindedir.
İnsan hakları ile terörizm arasındaki çizgiyi net olarak çizemeyen bir Avrupa, herşeyden önce kendi savundukları değerlere ve tarihlerine ters düşecek; uluslararası saygınlığı büyük bir yara alacaktır.
Unutulmamalı ki, herhangi bir ülke, vatandaşlarının can güvenliğini ve geleceğini hiçbir gerekçeyle feda etmeyi göze alamaz.
Aynı şekilde, vatandaşının devlete olan güvenini sarsacak, terörizmi cesaretlendirip ödüllendirecek bir yaklaşımı benimseyemez. Böyle bir tarihi yanlışa sebep olmasını da hiç kimse Türkiye’den bekleyemez.
Bizim, Milliyetçi Hareket Partisi olarak konuya bakışımız ve tavrımız açıktır. Türk adaleti, caniye gerekli olan cezayı vermiştir ve bundan sonra da yasalar neyi emrediyorsa onların yapılması gerekmektedir.
Bizleri kendileriyle karıştıranlar, “MHP’de idam sancısı var” diyenler yanılıyorlar. Her temel ve milli mesele de olduğu gibi, terör örgütü ve onun başı konusunda da dün ne düşünüyorsak bugün de aynı şeyi düşünüyoruz. Bizler aynı zamanda, terörizmi yenen ve cezalandıran bir Türkiye’nin bu kararlı tavrıyla sadece kendi vatandaşı nezdinde değil, uluslararası arenada da saygınlığını ve gücünü arttıracağına inanıyoruz.
Avrupa Birliği’nin de yanlışta ısrar ederek terörist başının cezalandırılmasıyla adaylık sürecini birbirine karıştıracağını zannetmiyoruz. Birlik yöneticilerinin, Helsinki Zirvesi’nde terörizm ile insan haklarının hiçbir şekilde bağdaşmadığını ortaya koyacak, Türkiye’nin kararlılığına destek olacak bir tavır sergileyeceklerine inanmak istiyoruz.
Kıymetli Dava Arkadaşlarım,
Saygıdeğer Basın Mensupları,
Son olarak, Türkiye’nin kilit sorunlarından biri olan Yüksek Öğretim ve YÖK konusunda gelinen noktayla ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yüksek öğretim sistemimizde uzun süredir yaşanan sıkıntıların, aksayan yönlerin varlığı hemen hemen herkes tarafından bilinmektedir. Özellikle son yıllarda üniversitelerimiz ciddi bir tartışma ve eleştiri odağı haline getirilmiştir.
Üniversite giriş sınav sisteminden eğitimin kalitesine, başörtüsü dramından yönetim karmaşasına kadar birçok alanda önemli sıkıntılar ortaya çıkmıştır. Yüksek Öğretim dünyasının genel yönetiminden ve koordinasyonundan birinci derecede sorumlu olan YÖK’ün bizatihi kendisi sorunların kaynağı haline gelmiştir. Bütün bunlara ilave olarak, ciddi yolsuzluk iddiaları gündemde yer etmeye başlamıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, kamuoyunda oluşan duyarlılığı ve üniversitelerin içinden yükselen feryatları gözönüne alarak, meselenin enine boyuna tartışılıp araştırılmasını sağlamak amacıyla araştırma önergelerini kabul etmiş ve bir komisyon kurulmasına karar vermiştir.
Bunun karşısında, Sayın Cumhurbaşkanımız, tartışmaların ve sorunların odağında yer alan zatı tekrar YÖK Başkanı olarak atamakta bir beis görmemiştir. Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasamızın kendisine verdiği yetkiyi kullanmış, ancak kamuoyunun ve meclisin duyarlılıklarını gözardı etmiştir. Huzurlarınızda Sayın Cumhurbaşkanının öğrencilerden öğretim üyelerine kadar bütün üniversite camiasının önemli bir çoğunluğunun ve kamuoyunun beklentilerine ters düşen bu tasarrufunu yadırgadığımızı ifade etmek istiyorum.
Türk üniversite sistemini yozlaştıran, çağdaş üniversite kavramının gerisine götüren, ancak otoriter baskıcı rejimlerde görülebilecek şaibeli ve karanlık bir yönetim yapısı oluşturan bir zihniyetin yol açtığı temel hak ve özgürlük ihlallerine karşı sessiz kalmamızı hiç kimse bizden beklememelidir. Eğitim ve öğrenim hakkı gibi bu hak ve özgürlüklerin ihlallerine karşı tavırsız kalanlar veya geri ve köhnemiş baskıcı yönetime dolaylı destek sunanların başka konularda insan hakları üzerine sergiledikleri tavırların samimiyeti de inandırıcı olmaktan uzaktır.
Türkiye’nin geleceğini karartmak isteyenlere, Türk Milleti’nin değerlerine ve Türkçe’ye dostça bakmayanlara, gerekçeleri ne olursa olsun düşünce ve bilimin özgürce gelişmesine engel olmak isteyenlere karşı, milletimizin haklarını ve çocuklarımızın geleceğini savunmak zorundayız. Unutmamalıyız ki, 21. Yüzyıla girerken Türkiye’yi geleceğe taşıyacak dinamizm ancak çağdaş bilim zihniyetine sahip üniversiteler tarafından yaratılabilir.
Milliyetçi Hareket Partisi, bu mesele karşısındaki duyarlılığını devam ettirecek, kamuoyunun ve üniversite camiasının huzura kavuşması için elinden gelen bütün gayreti sarfedecektir
Meselenin bir başka ilginç ve üzücü yanı, sözde insan hakları ve demokrasi sevgilerini terörist başını koruyup kollamaya kadar vardıranların, üniversite camiasının sorunları ve çözümü konusunu görmezlikten gelmeleridir. Öğretim üye ve elemanları İle öğrencilerimizin yaşadığı sorunlara sağlıklı, tutarlı ve demokratik bir bakış açısıyla yaklaşmaktan şiddetle kaçındıkları dikkat çekmektedir. İnsan hakları ve demokrasiye ilişkin tavırların giderek kategorik ve marazi bir yaklaşıma dönüştüğünü görmek, bizler açısından ibret vericidir.
Evet maalesef, Türkiye’de bir grup entellektüelin ve gazetecinin zihniyet dünyası böyledir. Sadece partimize değil, ülkemize, milletimize ve demokrasiye bakışları da çifte standartlarla yoğrulmuştur.
İşte bu ve benzeri sebeplerle işimiz zor, görevimiz ağırdır. Ama ne olursa olsun, Türkiye bütün bunları aşacak, demokrasisini, milli birliğini ve hukuk devletini birlikte geliştirme başarısını göstererek yoluna devam edecektir. Allah’ın izniyle ülkemiz gelecek çeyrek asır içinde lider ülke olarak dünya sahnesindeki güzide yerini alacak; tarihine ve milletine yakışır bir şekilde varlığını sürdürecektir. Bütün ön yargılara ve husumetlere rağmen bu atılımın ve dirilişin lokomotifi de Türk Milliyetçileri ve Milliyetçi Hareket Partisi olacaktır.
Bu duygu ve düşüncelerle konuşmamı tamamlarken, hepinizi bir kez daha saygı ve sevgiyle selâmlıyorum.