Devlet Bahçeli'nin 3 Ağustos 1999 tarihli TBMM grup konuşması
Değerli Arkadaşlarım,
Saygıdeğer Basın Mensupları,
Bu haftaki grup toplantımızın açılış konuşmasına başlarken hepinizi öncelikle en derin saygılarımla selamlıyorum.
Ülke gündemini değerlendirmeye geçmeden önce, bu yıl yüzbinlerin katılımıyla gerçekleşen Erciyes Zafer Kurultayı’nın yaşattığı mutluluk ve heyecanı sizlerle bir kez daha paylaşmak istiyorum. Muhteşem bir coşku ve dostluk havasının hakim olduğu kurultayımız, bizlerin geleceğe ümitle bakmasına sebep olan önemli bir etkinlik olarak tarihimizdeki güzide yerini almış bulunmaktadır. Bu vesileyle, bu görkemli kurultayı düzenleyenlerle birlikte ülkemizin dört bir tarafından akın akın Erciyes’e gelen bütün dava arkadaşlarıma teşekkürlerimi sunuyorum.
Konuya temas etmek istememin diğer bir sebebi, böyle bir muhteşem topluluğa karşı olan manevi borcumuzu hatırlatmaktır. Bu manevi borcumuzu, ancak meclis ve hükümet bünyesindeki Milliyetçi Hareket grubu olarak çok çalışıp ülkeye hizmet ederek ödeyebileceğimizi unutmamak zorundayız. Bu noktayı huzurlarınızda bir kez daha temas edip dikkatlerinize arzetmek istedim.
Kıymetli Arkadaşlarım,
Hatırlayacağınız gibi, değişik zamanlarda yaptığımız konuşmalarda ülkemizin hem içerde hem de dışarda çok ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunduğunu ifade etmeye çalışmıştım. Ülkemiz, bugün, demokrasi tarihi boyunca gözlenen dördüncü büyük politik ve ekonomik krizi aşmaya çabalamaktadır. 1995 seçimleri sonrası başlayan 20. Yasama döneminde ortaya çıkan ya da bu dönem içinde daha da ağırlaşan pek çok sorunu miras olarak devralan yeni meclis ve hükümet, iki aydır bu zor görevi başarmaya çalışmaktadır.
Bugüne kadar, kanuni boşluk bulunan belli başlı alanlarla ilgili önemli düzenlemeler yapılmıştır. Bunlar, herkesi tatmin eden ideal düzenlemeler olmasa bile, büyük bir boşluğu doldurmuşlardır. Şimdiye kadar yapılanlara, meclisimizin uygun bulması durumunda yenileri eklenecektir. 57. Hükümet, bu zamana değin ortaya koyduğu icraatlarla kendini var eden ilkelerin en başında gelen uzlaşma ve atılım vasfına özen göstermeye gayret etmiştir.
Bunun en bariz göstergelerinden biri, Sosyal Güvenlik Reform Kanunu tasarısının muhtevası ile geçirdiği aşamalardır. Türk Sosyal güvenlik sisteminde radikal bir değişimin ilk ciddi adımı olan bu tasarı, bugünkü noktaya, büyük ölçüde işçi ve işveren temsilcilerinin katkılarıyla gelmiştir. Sosyal tarafların talepleri ile hükümetin öngördükleri arasında yeni işe girenler için uygulanacak emeklilik yaş sınırının kadınlarda 58, erkeklerde 60 olması dışında ciddi bir farklılık söz konusu değildir.
Alınan bu mesafeyi çok olumlu buluyor ve yapılan iyi niyetli çalışmaları ve uyanları takdirle karşılıyoruz. Tasarıya top yekun karşı çıkan ya da gelinen noktayı küçümseyen yaklaşımları ise yadırgadığımızı ifade etmek istiyorum. Bu tür tavırlar, daha çok ideolojik ön yargılardan beslenmekte, ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntıları yeterince dikkate almayanlar tarafından sergilenmektedir.
Çalışanlarımızdan önümüzdeki aylarda yapılacak yeni düzenlemelerle sosyal güvenlik sisteminin iyileştirilmesi açısından yeni adımların atılacağını göz önüne almalarını, meclisimize ve hükümetimize güvenmelerini bekliyoruz. İnsanımıza güven vermek bir yana, daha çok sosyal bir yara haline dönüşen sosyal güvenlik sistemimiz, mutlaka çağdaş bir seviyeye getirilecek ve er geç çalışanlarımıza huzur veren bir yapıya kavuşturulacaktır.
Toplumsal ve ekonomik hayatımızın aksayan yönlerinin tamir edilmesi amacıyla yapılacak yeni düzenlemelerle birlikte karamsarlık ve ümitsizlik havasının yavaş yavaş dağılmaya başlayacağını, ekonomik dinamiklerin harekete geçeceğini ümit ediyoruz. Daha sonra da sosyal barış ve huzurun takviye edilmesi, toplumsal gerilim noktalarının ortadan kaldırılması sürecinin hız kazanacağına inanıyoruz.
Sayın Basın Mensupları,
Muhterem Dava Arkadaşlarım,
Ülkemizde, ekonomik hayatta son bir yıldır şiddetlenen hastalıkların teşhisi ve tedavisi konusunda üç aşağı-beş yukarı bir fikir birliği mevcuttur. Problemin temelinde, bu sorunlara el atmakta geç kalınmış olması yatmaktadır.
Gelinen noktada, bir taraftan yapısal önlemler alınırken, diğer taraftan piyasalara güven verilmesi, faiz ve borç açmazından süratle kurtulunması ve nihayetinde yatırımları hızlandırarak üretim artışının sağlanması gerekmektedir.
İstanbul Sanayi Odası’nca geçtiğimiz günlerde açıklanan ülkemizin 500 büyük sanayi kuruluşu raporunda yer alan bilgiler, ekonomik sıkıntılarımızın boyutlarını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Rapora göre, 1998 yılında ilk 500’e giren firmaların faiz ve repo gibi faaliyet dışı gelirlerinin oranı bir önceki yıla oranla % 30 nispetinde artarak % 87.7’ye ulaşmıştır. Bu rakamlar, paranın yatırım ve üretim yerine, faiz ve repoya aktığını göstermektedir.
Bu çarpık tabloyu tersine çevirmediğimiz sürece ekonomik atılım yaparak toplumumuzu rahatlatmak mümkün değildir. Devletimiz, özel sektörümüz ve çalışanlarımız el birliğiyle bu kısır döngüyü kırmak zorundadır. Ekonomimizin süratle, yatırım yapan, üreten ve ihraç eden bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir.
Böyle bir süreç için ihtiyaç duyulan temel faktörler arasında, sermaye birikimi, teknoloji, güven ortamı ve manevi motivasyon çok önemlidir. Türk ekonomisi, son yıllarda bu dört faktöre şiddetle ihtiyaç duymaya başlamıştır. Yatırıma yönelmekte nazlanan ve zaten yetersiz olan sermaye birikimimiz, kalkınma sürecini yavaşlatmaktadır. Hem siyasi hem de ekonomik istikrar tesis edilemediği için yabancı sermaye ve teknoloji girişi de çok sınırlı kalmaktadır.
Bütün bunların sonucunda ülkemizin potansiyel zenginliklerinin harekete geçirilmesi pek mümkün olamamakta, enflasyon önlenememektedir. Buna ek olarak, işsizlik çığ gibi büyümekte, dünyada eşine rastlanmayan yüksek reel faiz gibi ekonomik mantığın kabul etmekte zorlanacağı sorunlarla karşılaşılmaktadır.
Türkiye, bir an önce düşük maliyetli kaynak bulup yatırımlara hız vermek ve ihracatını arttırmak zorundadır. En önemlisi sosyal sorun haline gelen işsizlikle ciddi biçimde mücadele etmelidir. Bu konuda kayda değer bir gelişme sağlanamadığı takdirde, yakın bir gelecekte toplum olarak başımız daha çok ağrıyacaktır.
İşte değerli arkadaşlarım, uluslararası tahkim böyle bir aşamada kullanılacak yöntemlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizin gündeminde ağırlıklı bir yer işgal eden bu meseleye, öncelikle böyle bir çerçeve içinde yaklaşmak gerekmektedir. Bunun dışında bir niyet aramak ya da konuyu çok farklı mecralara çekmek yanlıştır ve yanıltıcıdır.
Uluslararası tahkim meselesiyle ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir başka nokta, son yıllarda baş döndürücü bir gelişme trendi içinde olan ve belirleyici hale gelen küresel ekonomik süreçtir. Ortada, bizce de milli değerler ve ahlak açısından sorgulanması gereken birçok yönü bulunan, ama ulaştığı boyutlar ve akışkanlığı açısından küresel bir olgu haline gelen, uluslar arası sermaye ve ekonomik ilişkiler gerçeği bulunmaktadır. Ülke olarak, kalkınma ve gelişme sürecimizi hızlandırıp, dünya pazarlarındaki varlığımızı arttırabilmemiz için, bu sermayeden ve yeni teknolojilerden en iyi şekilde yararlanmanın yollarını bulmak zorundayız.
Uluslararası tahkim, küresel ekonomi ile ilişki içine girmenin araçlarından biridir. Özünde, yatırım yapan ile yatırım talebinde bulunanlar arasında imzalanan özel bir anlaşma sonrasında iki taraf arasında ortaya çıkabilecek uyuşmazlıkların giderilmesi maksadıyla oluşturulacak bir uluslararası hakemlik müessesesini ifade etmektedir.
Uluslararası sermaye yatırımlarını hızlandırmak için bu tür araçlara ihtiyacımız vardır. Türk ekonomisinin tıkandığı bir dönemde, tekrar istikrar içinde hızlı büyüme sürecine girmesi açısından tahkim bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Uluslararası tahkim ile ilgili tartışmaların siyasi bir boyutu da bulunmaktadır. Meselenin kapitülasyonlarla ilişkilendirilmesi ve bağımsızlığımızın elden gitmesiyle tahkimin kabulü arasında bağ kurulmaya çalışılması büyük bir haksızlıktır. Konuya bu açıdan bakıldığında, her türlü uluslar arası siyasi ve ekonomik anlaşmanın ya da uluslararası bir örgüte üye olmanın milli egemenliğimizi ve hatta bağımsızlığımızı tehdit eden bir yönü bulunduğu rahatlıkla söylenebilir.
Uluslararası ilişkilerin doğasında yer alan bu tür işbirliği ve temas çabaları, son tahlilde bağımsızlığımızın devri ya da elden gitmesi anlamına gelmez. Aynı şeyler tahkim müessesi içinde geçerlidir. Ayrıca tahkimin kabulüyle iç hukukumuzun tamamen dışlanacağı yönündeki görüş yanlıştır. Uluslararası tahkim bugün, birkaç istisna hariç, Birleşmiş Milletlere üye bütün ülkelerde bir yöntem olarak kabul edilmiştir.
Konunun gündeme getirilmesinde ve yorumlanmasında, ülkemizde hakim olan tartışma kültürünün etkisi gözlenmektedir. Tahkim meselesini, ön yargılı ve kategorik bir bakış açısından ele almamak, akla kara ikilemi içine hapsetmemek gerekir. Tabii ki, esas olan, kalkınma ve gelişme sürecimizi kendi öz kaynaklarımızla hızlandırıp tamamlamaktır. Buna gücümüzün yetmediği alanlarda ve zamanlarda başka kaynaklara müracaat etmek dünyanın her tarafında gözlenen bir uygulamadır.
Meseleyi abartarak bağımsızlığın ve cumhuriyetin elden gitmesi olarak tanıtılması doğru değildir. Milliyetçi Hareket Partisi, milli onurumuza ve bağımsızlığımıza herkesten fazla özen gösterir. Ama biz, aynı zamanda ekonomimizin can çekişmesini de, en büyük sosyal felaketlerden biri olan işsizlik sorununun giderek büyümesini de, milli onurumuzu zedeleyen bir husus olarak kabul ederiz.
Türkiye bugün, ekonomik alanda uluslar arası rekabet gücünü arttırmak için küresel ekonomik düzenin önemini ve araçlarını göz önüne alıp almamak tercihiyle karşı karşıyadır. Her ikisi de sonuç itibariyle siyasi bir tercihtir, ikisinin de sosyal ve ekonomik maliyeti vardır. İşte bu aşamada maliyet hesabını çok iyi yapmak, ekonomik ihtiyaçlarımızı ve önceliklerimizi çok iyi analiz etmek önem taşımaktadır.
Değerli Arkadaşlarım,
Sayın Basın Mensupları,
Konuşmamı tamamlamadan önce, Üniversite Seçme Sınavıyla birlikte tekrar gündeme gelen yüksek öğretim sistemimiz üzerinde kısaca da olsa durmak istiyorum.
Geleceğimizin garantisi olan gençlerimizin eğitim sürecinde en önemli aşamalardan biri olan üniversitelerimiz uzun süredir sıkıntı içinde bulunmakta, kan kaybetmeye devam etmektedir.
Üniversiter sistem, bilindiği gibi, üç ana sacayağı üzerine oturur. Birincisini eğitim kadroları, ikincisini öğrenciler, üçüncüsünü ise eğitim-öğretim kuralları ve araçları oluşturur. Ülkemizdeki üniversiter sistemin bu üç temel boyutunda da maalesef ciddi sorunlar yaşanmakta, aksaklıklar ortaya çıkmaktadır.
Öğrencilerimizin kılık ve kıyafetleriyle ilgili olarak yaşanan tartışma ve sıkıntılara, birçok üniversite yöneticisinin istifa etmesine yol açan huzursuzluk ve yolsuzluk iddiaları eklenmiştir. En son olarak da, öğrencilerimizi ve onların ailelerini çok yakından ilgilendiren üniversite seçme sınavı sonrasında yaşanan tercih kargaşası patlak vermiştir. Yüksek Öğretim Kurulu, anlaşılmaz bir vurdum duymazlık örneği sergileyerek öğrencilerimizin yaşadığı mağduriyete seyirci kalmış, gereksiz bir inatlaşma içine girmiştir.
İyi bilinmelidir ki, toplum yönetiminde gereksiz inatlaşma ve duyarsızlık başarısızlığı ve kargaşayı beraberinde getirir. Yüksek Öğretim Kurulu’nun bu konudaki yaklaşımı, en azından sınavların ertelenmesinden itibaren ortaya çıkan kendi hatalarını tamir etmek şeklinde olabilirdi. Ancak bu bile yapılmamış, tercih kargaşasının yarattığı belirsizlik ortamına son verilememiştir.
Bütün bu sorunlar, ülkemizin en güzide kurumları olan üniversitelerimizin karşı karşıya kaldığı sıkıntılardan kurtarılması için yeni düzenlemelere ihtiyaç bulunduğunu bir kez daha göstermiştir. Meclisimiz ve hükümetimiz, inşallah bu konuya da en kısa zamanda el atacaktır.
Konuşmama son verirken, hepinizi bir kez daha saygılarımla selamlıyorum.