Devlet Bahçeli'nin 27 Temmuz 1999 tarihli TBMM grup konuşması
Muhterem Arkadaşlarım,
Bu eser Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 32. maddesinin şartları altında Vikikaynak'ta yer almaktadır. İlgili madde:
|
||
Basınımızın ve Televizyonlarımızın Sayın Temsilcileri,
Meclis Grubu Toplantımızın açılış konuşmasına başlamadan önce yüksek heyetinizi saygılarımla selamlıyorum.
Bilindiği üzere 57. Hükümetin göreve başladığı tarihten bu yana yaklaşık 2 aylık bir süre geçmiş bulunmaktadır. Devlet yönetimi açısından çok uzun bir süreyi ifade etmemesine rağmen, bu dönem boyunca uzun yılların birikimi olan ya da 2000’li yıllara adım atarken biran önce çözümlenmesi gereken birçok soruna el atılmış, yeni düzenlemeler yapılmıştır.
18 Nisan Seçimleriyle oluşan 21. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi, seçim döneminin yorgunluğunu üzerinden atmamış olmasına rağmen, olağanüstü bir gayret göstererek yasama faaliyetlerine devam etmektedir. Genel Kurul ve komisyon çalışmaları, genellikle uzlaşma ve hoşgörü ortamı içinde cereyan etmekte, halkımızın takdirini kazanmaktadır. Bu kısa dönemde ortaya konan performans ile birlikte parlamentonun itibarının yükselmeye başladığına şüphe yoktur.
Ancak, zaman zaman Meclis oturumlarının halkımızı üzen sert tartışmalara sahne olduğu da görülmektedir. İşte bu tür oturumlardan biri, geçtiğimiz hafta içinde Kur’an kurslarıyla ilgili Kanun tasarısının görüşülmesi sırasında yaşanmıştır. Kur’an kurslarının Kanunla düzenlenerek yeniden açılmasında iyi niyetli bir başlangıç, bir ilk adım olan çaba karşısında adeta bir kaşık suda fırtına kopartılmaya çalışılmıştır. Gerçekten de muhalefet partilerinin bazı sözcülerinin sergiledikleri tavırlar ve yaptıkları konuşmalar, düşündürücü ve üzücü bir boyut kazanmıştır.
Bu tavır ve beyanlar, en hafif tabirle siyasi nezaketle bağdaşmamakta ve kutsal din değerlerinin istismar edilmeye çalışıldığını göstermektedir. Bu mesele üzerinde durmak istememin sebebi, suçlamaların ağırlıklı olarak Milliyetçi Hareket Partisi'ni hedef almış olması değildir. Esas sebebi, 18 Nisan seçimlerinden gerekli dersin çıkarılmadığı içindir, bazı toplumsal farklılık ve gerilim noktalarının siyasi çıkar malzemesi olarak kullanılmaya devam edildiği içindir.
Bazen akıl ve vicdan dışı bir boyut kazanarak kendinden olmayanları din dışı göstermeye kadar varabilen beyanlar ve yayınlar, herşeyden önce milletimizi ve bizleri üzmüştür. Çünkü, çarpık zihniyet ile saldırgan bir uslûbun yansımaları olan açıklamalar, sadece sahiplerine zarar vermekle kalmamaktadır.
Sorunların, uzlaşma ve hoşgörü ortamı içinde çözümlenebilmesinin zemini yok edilmekte; geçmişte yine benzeri tavır ve beyanların yol açtığı tahribatın ve kutuplaşmaların giderilmesi zorlaşmaktadır. Siyasi hayatımızın şiddetle ihtiyaç duyduğu tutarlılık, samimiyet ve ciddiyet gibi değerlerle bezenmesine engel oluşturmaktadır.
En önemli temel ve tarihsel sorunlarımızdan biri olan din-laiklik, ilericilik-gericilik gibi kavgaları artık aşmamız lazımdır. Zaman zaman cepheleşmelere kadar varabilen ve sosyal ilişkileri kopma noktasına getirebilen bu ve benzeri kavgaların artık sona ermesi şarttır. Bunun için de, öncelikle sorunun iki kutbunu oluşturanların zihniyetini ve uslûbunu değiştirmesi; sorunun esas kaynağının kendileri olduğunu kabul etmeleri zorunludur. Çünkü, bunların söylemleri çok farklı olsa bile, izledikleri strateji ile benimsedikleri uslûp çok benzerdir.
Bunun için en son gündeme gelen Kur’an kurslarına kanuni bir dayanak kazandıran teşebbüsü ele alırken ortaya koydukları ön yargılı ve saldırgan beyanlara biraz dikkatlice bakmak yeterlidir. Bir taraf, medyadaki ve parlamentodaki sözcüleriyle Kur’an öğrenmenin yasaklandığı, dinin elden gittiği mânâsına gelen sözler sarfedilebilmektedir. Diğer taraf ise, 8 yıllık temel eğitimin hiçe sayıldığından, laik Cumhuriyete ihanet edildiğini söylemeye kadar varan açıklamalar yapabilmektedir.
Şimdi, birbirinden tamamen farklı ve hatta taban tabana zıt olan bu yaklaşımlardan hangisi doğrudur? Tabii ki her ikisi de doğru değildir. Ne dinimiz ne de Cumhuriyetimiz elden gitmektedir. Aziz milletimiz, ne bağımsızlığımızın ve varlığımızın teminatı olan Türkiye Cumhuriyetine ne de manevi değerlerinin temelini oluşturan dinine zarar verilmesine müsaade eder. Bundan da önemlisi, son hak dini İslam’ın hiçbir partinin ya da kişinin özel korumasına ya da O’nun adına konuşmasına ihtiyacı yoktur. Mübarek dinimizin sahibi olan Yüce Allah, hiç şüphesiz O’nun bütün zamanlarda koruyucu ve kollayıcısıdır.
Değerli Arkadaşlarım,
Konuyla ilgili bu genel değerlendirmeden sonra, doğrudan partimize yöneltilmeye çalışılan ve zaman zaman da koro halinde seslendirilen eleştirilere kısaca da olsa değinmek istiyorum. Muhalefet Partilerinin bazı sözcülerinin hem meclis platformunda hem de basın açıklamalarında partimize dil uzatmak için özel gayret sarfettiklerine şahit olunmaktadır.
Seçim gününe kadar, Milliyetçi Hareket Partisi’nin hiçbir şey söylemediğinden, hiç tavır koymadığından sürekli yakınarak gazetelerinde ve meydanlarda negatif propaganda örneklerini sergileyenler, son günlerde partimizin aslında ne kadar önemli şeyler söylediğini, önemli tespitler yaptığını keşfetmeye başlamışlardır.
Sizlerin huzurlarınızda bir kez daha ifade ediyorum: Bizler, dün parti olarak ne söylediysek bugün de aynı şeyi söylüyoruz, aynı şeylere inanıyoruz. Çünkü, Türk Milliyetçileri hiçbir milli ve manevi değerin istismarını arzu etmezler, sadece gönülden severler ve gerektiğinde de onlar için ölümü bile göze alırlar. Türk Milliyetçileri, siyaseti, oy avcılığı olarak görmezler, siyaseti ciddi ve samimi bir uğraşı alanı, halka hizmetin temel aracı olarak kabul ederler. Türk Milliyetçileri, siyasi hesaplarını sadece, Türk Milleti’ne, tarihe ve kendi vicdanlarına karşı verirler.
Ya sizler, bir düzenden başka bir düzene bir çırpıda geçme maharetini gösterenler, dün neyi savunuyordunuz, bugün neyi savunuyorsunuz, yarın neyi savunacaksınız? Türkiye’de din ve vicdan hürriyetinin tartışılmaya açılmasına, siyasi alanın daralmasına sebep olanların bugün bu konularda ne kadar söz söylemeye, hele başka siyasi partileri karalamaya hakkı vardır? Vaktinizi almamak için bu tür soruların sayısını arttırıp örneklendirmek istemiyorum. Ama bir şeyin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Yakın geçmişte ortaya çıkan sıkıntılarda ve toplumsal gerilimlerde, yaptıkları ve söyledikleriyle en çok pay sahibi olanlar kendilerine ve topluma en büyük iyiliği, ancak ciddi bir vicdan muhasebesi yaparak, geçmişteki hatalarından gerekli dersleri çıkartarak yapabilirler. Hataların sık sık tekrarlanması karşısında birçok sağduyu sahibi insanımız ister istemez kasıt unsuru aramaya başlamıştır. Bunun için yol açtıkları tahribatın tamir edilmesinde köstekleyici ve tahrik edici uslûplarından vazgeçmeleri giderek daha çok önem kazanmış bulunmaktadır.
Milli ve manevi değerlerimizi ayrışma ve çatışma alanı, siyasi prim elde etme aracı olarak görmekten şiddetle kaçınmak gerekmektedir. İşte o zaman toplumsal kesimler ve kurumlar arasındaki güven bunalımını aşmanın, din ve vicdan hürriyetinin uygulanmasında ortaya çıkan bazı sıkıntıları yenmenin mümkün olduğu görülecektir. Ama onlar bunu görse de görmese de, gerilim stratejilerinden vazgeçse de geçmese de, bizler sorunlara ve taleplere kararlı ve samimi bir şekilde yaklaşmaya devam edecek; toplumsal barış ve huzuru esas alan politikalarımızdan vazgeçmeyeceğiz.
Kıymetli Arkadaşlarım,
Sayın Basın Mensupları,
Türkiye’de, sosyo-ekonomik dengeleri alt üst eden, gelir dağılımını bozan, faiz ve borç kıskacında sıkışıp kalan ve son bir yıldır da daralma ve durgunluk trendi içine girmiş olan çok ciddi bir ekonomik krizin yaşandığını hepimiz biliyoruz. Ülkemiz, gerçekten de toplumun her kesiminin şiddetle hissettiği ekonomik bir darboğaz içinde yol almaya çalışmaktadır. İşte hem hükümetimiz hem de Meclisimiz böyle bir dönemde en zor olan kararların verilmesi gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktadır. Birçok ciddi sorunun ve toplumsal talebin eş zamanlı olarak gündeme gelmesi ve çözüm beklemesi, görevimizi hem zorlaştıran hem de bir o kadar önemli kılan nitelik arzetmektedir.
Türkiye bugün, it yerine laf üreten siyasetçiler yüzünden yıllardır ihmal edilen birçok sorunu çözmeye çalışmaktadır. 57. Hükümet, bir taraftan halkımızı kısa vadede mutlu etmesi mümkün olmayan yapısal reformları yapmak, faiz ve borç sarmalını kırıp kaynak temin etmek, diğer taraftan ekonomiyi durgunluk ve daralma sürecinden çıkarıp toplumu rahatlatmak mecburiyeti ile karşı karşıyadır. Sadece ülkemizde değil, dünyanın her tarafında toplum yönetimi açısından en zor olan görevlerden biri budur. İşte Hükümetimiz iki aydır bu zor olanı başarmaya gayret etmektedir. Takdir edersiniz ki, farklı dünya görüşlerine ve politikalara sahip olan üç ayrı partinin oluşturduğu bir hükümetin bunları yapması kolay değildir. Buna rağmen bu zaman zarfında alınan mesafe, hiç şüphesiz küçümsenecek bir mesafe değildir. Bunda, halkımızın açtığı siyasi kredi ile siz değerli arkadaşlarımızın büyük fedakarlık göstererek yaptığı çalışmalar, en büyük paya sahiptir.
İşte yıllardır ertelenen Sosyal Güvenlik Reformu meselesi, bugün önümüzde durmaktadır. Daha önce çeşitli vesilerle yapılan açıklamalarda ifade edildiği gibi, partimizin ve hükümetimizin sosyal güvenlik sistemi hakkındaki düşünceleri bellidir. Her insanımızın hem bugününü hem de yarınını doğrudan etkilediği için toplumun bütün kesimlerini ve devlet yönetimini yakından ilgilendirmektedir. Bu sebeple, reformun mümkün olabildiğince büyük bir uzlaşma ile hayata geçirilmesi çok önem arzetmektedir.
Meselenin temel taraflarından birini oluşturan çalışanlarımızın kendi sıkıntılarını ve beklentilerini ortaya koymalarını saygıyla karşılıyoruz. Bu çerçevede geçtiğimiz Cumartesi günü Ankara’da düzenlenen miting boyunca işçi ve memur sendikalarımızın gösterdikleri dikkat ve özen takdire şayandır. Mitingin olaysız geçmesini, sorunların ve taleplerin medeni bir şekilde ortaya konmasını, sadece çalışanlarımızın haklarına sahip çıkması açısından değil, demokrasi kültürümüzün gelişmesi bakımından da kayda değer bulmaktayız.
Bundan sonra da aynı titizliği göstermelerini bekliyor, her türlü hak arama eyleminin meşruluk sınırları içinde kalmasının gerekliliğine inanıyoruz. Yine, hem Meclisimizin hem de Hükümetimizin haklı olan talepleri dikkate alacağından kuşku duyulmamasını istiyoruz. Çalışanlarımızdan da ülkemizin her açıdan sıkıntı içinde bulunduğu bir dönemde Hükümetimize ve Meclisimize yardımcı olmalarını bekliyoruz.
Muhterem Arkadaşlarım,
Değerli Basın Mensupları,
Bilindiği gibi, son günlere damgasını vuran bir başka gelişme de, ekonominin içinde bulunduğu durgunluk ve daralma sürecinin, yeniden düzenlenmeye çalışılan makro-ekonomik dengelerin göz ardı edilmeden durdurulması ve ekonomik canlanmanın teşvik edilmesi çabasıdır. 22 Temmuz Perşembe günü düzenlenen müşterek basın toplantısında Sayın Başbakanın kamuoyuna açıkladığı yeni ekonomik önlemler paketini bu çerçevede ele almak gerekir.
Bu ekonomik paket ile, bazı çevrelerin açıklamalarında yer verilen belirli bir kesimin kayrılacağı iddiası, kesinlikle doğru değildir. Paket ile, Sanayi ve ticaret hayatının canlanması, piyasalara güven verilmesi ve ihracatın arttırılması amaçlanmıştır. Enflasyon canavarını azdırmadan bu hedeflere ulaşılmasıyla hiç şüphesiz bütün Türkiye kârlı çıkacaktır.
Vergi sisteminin aksayan, sıkıntı yaratan bazı hükümlerinin değiştirilmesinden ya da ertelenmesinden ihracatın ve ihraçatçının desteklenmesine kadar bir dizi kararı içeren paketin önümüzdeki aylar içinde olumlu etkilerinin hissedileceğini ümit ediyoruz.
Bu çerçevede özellikle bir noktanın unutulmaması çok önem taşımaktadır. Açıklanan ekonomik paket, mucizevi bir ilaç değildir. Ancak, mevcut şartlar ve zorluklar dahilinde ve kısa vadede alınması gereken önlemlerin alınmasına özen gösterilmiştir. Yapısal reformlar yapılmadan, yolsuzlukların önüne geçilmeden, kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almadan, yüksek reel faiz gerçeğini tersine çevirmeden ve son olarak özel sektörümüz rekabet gücü yüksek bir nitelik kazanmadan, ekonomide kalıcı başarı elde etmek mümkün değildir.
Bunun için, 21. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi ile 57. Hükümetin yakaladığı şansı iyi kullanması gerekmektedir. Bizler, hem toplumsal kesimler hem de siyasetçiler arasında karşılıklı güven ve diyalog anlayışı devam ettiği sürece, bu şansın iyi kullanılacağına inanıyoruz. Türkiye, yeni yüzyıla, dar gelirli vatandaşlarımızı kısa vadede memnun etmesi pek mümkün olmayan yapısal reformları, uzlaşma anlayışını ihmal etmeden hayata geçirerek girmelidir. Ekonomik yapısında taşları yerli yerine oturtmuş bir Türkiye’nin gelir dağılımı adaletsizliği başta olmak üzere toplumsal rahatsızlıklarını tedavi etmesi de kolaylaşacaktır.
2000 yılında hem siyasi hem de ekonomik ve sosyal istikrarını sağlam temeller üzerine oturtmaya başlamış bir ülke geleceğe ümitle bakabilir. Türkiye, işte o zaman, dünya ve bölge barışına ve ekonomisine daha çok katkı sağlayabilen, stratejik hedefler belirleyip hesaplar yapabilen, güçlü bir ülke olmaya başlamış demektir.
21. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Türk Milleti’ne böyle bir 21. Yüzyıl hediye edeceğine olan inancımı koruyor, hepinizi bir kez daha en derin saygılarımla selamlıyorum.