Devlet Bahçeli'nin 23 Kasım 2010 tarihli TBMM grup toplantısında yaptığı konuşma


Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Değerli Basın Mensupları,

Bu haftaki grup konuşmama başlarken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Bir Kurban Bayramını daha geride bırakmış bulunmaktayız.

Bayramlar; sevinçlerimizin paylaşılmasında, kederlerimizin azalmasında, özlemlerimizin dinmesinde bizlere çok değerli fırsatlar sunmaktadır.

Ne var ki, her bayram öncesi ve sonrasında olduğu gibi, bu bayramda da trafik terörünün neden olduğu ağır bilanço milletimizi derinden üzmüştür.

Yurdumuzun değişik yörelerinde meydana gelen kazalarda, çok sayıda vatandaşımız hayatını kaybetmiş ve yaralanmıştır.

Artık vahim bir boyut kazanan ve çok büyük acılara sebep olan trafik facialarının önlenmesi ve gerekli tedbirlerin alınması bir zorunluluk haline gelmiştir.

Bayramda gülmesi gereken yüzlerin ağlamasına, kavuşması gereken yüreklerin dağlanmasına ve umutların yollarda kaybolup gitmesine bir son verilmesi önümüzdeki en acil konular arasındadır.

İnsan hayatının değersiz olmadığını göstermek için, iktidar partisinin sorumluluk alması kaçınılmaz bir hal almıştır.

Duble yol yapmakla övünen AKP iktidarını, kazaların nedenleri ve önleyici tedbirlerin bir an önce alınması üstüne düşünmeye, özellikle şehir içi trafiğindeki artan yoğunluğun hafifletilmesi amacıyla lazım gelen girişimleri başlatması için gecikmeksizin harekete geçmeye davet ediyorum.

Bu vesileyle, bayram tatili süresince meydana gelen kazalarda Hakk’ın rahmetine kavuşan vatandaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı ve yaralılara ise acil şifalar diliyorum.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi yarın, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutlayacağız ve muhterem öğretmenlerimizin üzerlerimizdeki emeklerini bir kez daha hayırla ve hürmetle yâd edeceğiz.

Böylelikle, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, Başöğretmenlik unvanının verilişinin 82. ve bu anlamlı günün ‘Öğretmenler Günü’ olarak kutlanmaya başlanmasının da 29. yıl dönümünü idrak etmiş olacağız.

Elbette öğretmenlerimizin değerini ve önemini yalnızca bir günle sınırlamak mümkün değildir, doğru da olmayacaktır.

Onların fedakâr ve özverili çalışmalarını, milletimizin gelişmesi ve aydınlanması amacıyla gösterdikleri eşsiz çabayı her fırsatta takdir etmek ve haklarını teslim etmek hepimize düşen en temel sorumluluklardan birisi olmalıdır.

Geleceğimizin güvenceleri olan çocuklarımızı hayata hazırlayan, bilgiyle tanıştıran ve onlara irfan kazandıran öğretmenlerimizin bizim için önemi çok büyüktür.

Sahip oldukları bilgi, kültür ve tecrübeyi; anlatarak, göstererek, benimseterek çocuklarımıza kazandıran, böylece kuşaklar arası sürekliliğin sağlanmasına da büyük bir katkı sağlayan öğretmenlerimiz, bu özelliklerinden dolayı yaşadıkları çevrenin öncüsüdürler.

Bilgiyle doldurulmuş zihinlerin yanında, zekâyla duyguları birleştirerek evlatlarımızın kendilerini tanımalarına ortam hazırlayan, beyin ve kalbin terkibinden filizlenmiş bir eğitim sürecini de hayata geçirmek için uğraşan değerli öğretmenlerimizin bu gayretleri bizim açımızdan takdire şayandır.

Adı üstünde, milli eğitim sistemimizin işleyişi, gelişmesi ve geniş toplum kesimlerine bir bütünlük ve kural dâhilinde ulaşması en başta öğretmenlerimiz vasıtasıyla olacaktır.

Vatandaşlarımızın millet ve devlet hayatındaki hak ve yükümlülüklerinin farkına varmaları tabiidir ki ilk önce öğretmenlerimiz sayesinde gerçekleşmektedir.

Açıktır ki, milli kimliğin oluşmasında, tarih şuurunun özümsenmesinde, millet bilincinin anlaşılmasında ve yerleşmesinde öğretmenlerin önemli bir işlevi vardır.

Ne var ki, kısıtlı imkânlar çerçevesinde ve hayatın getirdiği birçok zorluklara takılmadan gelecek nesillerin hazırlanmasını ve yetişmesini sağlayan öğretmenlerimizin gereken ilgiye mazhar olduklarını söylemekten çok uzakta olduğumuz da bir gerçektir.

Maddi sorunların baskısı altında ezilen, itibar ve saygınlığı her geçen gün zayıflayan bir mesleğin Türkiye’nin güçlenmesi, milletimizin ilerlemesi yolunda ne denli katkı sağlayacağı tartışmalı bir konu olarak karşımızdadır.

Her şeyin en iyisine layık olan öğretmenlerimizin hala en temel ihtiyaçlarını gidermekte zorluk çekmeleri, ekonomik problemler karşısında çaresiz kalmaları en başta iktidar partisinin bir ayıbıdır ve boynuna asılmış utanç vesikasıdır.

Ülkemizde dört kişilik bir ailenin ortalama gıda ve barınma harcamalarının bin ikiyüz lirayı geçtiği düşünüldüğünde, öğretmenlerimizin nasıl bir ekonomik açmaz ve çelişkilerle görevlerini yapmaya çalıştıklarını daha iyi anlamamız mümkün olacaktır.

Hepimizin üzerinde eşsiz hakları olan öğretmenlerin, katlanan ve derinleşen sorunlarına çözüm ve çare bulunmazsa, geleceğin mutlu ve müreffeh ülke idealine ulaşmamamız imkânsız olacaktır.

Meselenin yalnızca parasal boyutunun olmadığı, eğitim sisteminin ve öğretmenlerimizin çok yönlü bir reforma ve iyileştirmeye tabi tutulmalarının gerektiği de ortadadır.

Eğer millet olarak, bugün karşımıza dikilen sorunlar yumağını etkili ve temelli bir şekilde çözemiyorsak, bunda çatırdayan eğitim yapısının ve kendi kaderine terk edilen ve bir kenara itilen öğretmenlerimize hak ettikleri şartların hazırlanmamasının büyük bir payı olduğu kuşkusuzdur.

Bir toplumun muhatap olduğu problemlerin ortadan kaldırılması, değilse bile azaltılması için, entelektüel düzeyde tartışmanın ve ulaşılacak sonuçların kavramsallaştırılmasının çok büyük bir katkısı olacağını unutmamız gerekmektedir.

Bu konuda öğretmenlerimize ne kadar büyük bir görev düştüğü malumunuzdur.

Sorgulayan, sorumluluk alan, birlikte yaşamanın asgari şartlarını benimsemiş, çağın yönelimlerini ve eğilimlerini berrak bir zihinle kavrayan, eleştirisel bir bakış açısına sahip ve analitik düşünme yeteneğine kavuşmuş nesiller tartışmasız öğretmenlerimizin eseri olacaktır.

Ayrıca, sürekli değişen ve her yıl yeni baştan ele alınan sınav ve öğretim sistemi, iktidar partisinin ders kitaplarına kadar giren siyasi propagandası ve eğitimin milli niteliğinin hiçbir dönemde olmadığı kadar aşınması, elbette öğretmenlerimizi sıkan ve bunaltan diğer sorun alanları olmuştur.

Bundan dolayı, öncelikle ilköğretim çağındaki evlatlarımız yalnızca adı milli olarak kalmış eğitim yapısı altında, ne yapacaklarını şaşırmış, aileler umutsuz ve karamsar bir duruma gelmişlerdir.

Eğitim sistemini yapboz tahtasına çeviren AKP hükümeti, aklında ve hedefinde olan milli niteliği zayıflatılmış, öğretmeni huzursuz ve mutsuz olan bir eğitim ve öğretim yapısını hayata geçirmek için var gücüyle uğraşmaktadır.

Eğer ülkemizi yeniden ayağa kaldırmak, sözü dinlenen ve kudretli bir konuma getirmek istiyorsak, mutlaka eğitim ve öğretimin sorunlarını ve öğretmenlerimizin sıkıntılarını bitirmek durumundayız.

Görünen o ki, AKP’yle birlikte, bunlara ulaşmak artık mümkün değildir.

Hükümetin baskı ve zulümleri, görevden alınmalar, sürgünler, yandaş bir sendikanın tehdit yoluyla üye kazanmaya çalışması öğretmenlerimizin yaşadığı hazin ve dramatik olaylar arasındadır.

Sırf vatan ve millet sevgisinden dolayı siyasi eziyetlere maruz kalan, dışlanan, üzülen, hakaretamiz davranışlara muhatap olan, düşüncelerinden ve milli duruşlarından dolayı hak kayıplarına uğrayan değerli öğretmenlerimizin hesabını da mutlaka soracağımızı, bunları yapanların yanına asla bırakmayacağımızı da bu vesileyle hatırlamak ve ilgililerine duyurmak istiyorum.

Bize göre, öğretmenlerimizin elinden tutulmasının ve layık oldukları ekonomik ve sosyal seviyeye taşınmalarının vakti gelmiştir ve hatta geçmektedir.

Bu kapsamda olmak üzere parti olarak öğretmenlerimize yönelik önerilerimiz şimdilik şunlardan ibaret olacaktır:

   * Yetersiz ve komik bir hal alan ek ders ücretlerinin yükseltilmesi ve tatillerde de verilmesi,
   * Öğretmenlerin yıpranma tazminatı almaları,
   * Eğitim ve öğretim tazminatının yükseltilmesi
   * Öğretmen taban aylığının artırılması,
   * Büyük şehirlerde lojman imkânının sağlanması,
   * Sözleşmeli öğretmenliğin çoğalan sorunlarının bitirilmesi,
   * Ve aday öğretmenlerin atanmasıyla ilgili engellerin ortadan kaldırılması ve karşılaştıkları güçlüklerin bertaraf edilmesi gerekmektedir.

Bizim, öğretmenlerimize yapılacak olan her iyi ve olumlu düzenlemenin yanında ve arkasında duracağımızı herkes bilmelidir.

Bunların yanı sıra eli, gözü, dikkati, muhakemeyi eğiten; duyguları geliştiren, iradeyi güçlendiren, girişimciliği teşvik eden, azim ve dayanıklılığı kuvvetlendiren bir eğitim anlayışının gelişmesi ve yerleşmesi için, öğretmenlerimizin üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getireceklerine yürekten inanıyorum.

24 Kasım Öğretmenler Günü’nün tüm öğretmenlerimize hayırlı uğurlu olmasını temenni ediyor, hepsini kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Cumhuriyetimizin kurucusu ve Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve hayatta olmayan muhterem öğretmenlerimize de Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Türkiye, son elli yılının en uzun süreli tek başına iktidarını Adalet ve Kalkınma Partisiyle birlikte görmüş ve yaşamıştır.

18 Kasım 2010 tarihi itibariyle AKP iktidarının sekizinci yılı dolmuş ve dokuzuncu yılından gün almaya başlamıştır.

Bu süre zarfında; 58, 59 ve 60. Cumhuriyet hükümetleri AKP tarafından kurulmuştur.

Takdir edersiniz ki, sekiz yıl bir iktidar için uzun süredir ve milletimizin sorunlarının çözülmesi için son derece elverişli bir zaman aralığıdır.

Özellikle, 2007 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığı makamına AKP’de görev yapmış siyasi bir kişinin seçilmesi de, ileri sürülebilecek her türlü mazereti ortadan kaldırmış; kararların alınması, projelerin uygulanması ve vaatlerin yerine getirilmesi konusunda tam bir mutabakat ortamının doğmasına neden olmuştur.

Her ne kadar görünürdeki manzara böyle olsa da, AKP hükümeti her alandaki başarısızlığının ve siyasi yetersizliğinin acı faturasını milletimize pahalıya ödetmiştir.

AKP, demokrasinin imkânları sayesinde elde ettiği hükümet etme görevini layıkıyla yerine getirememiş; döneminde yozlaşma, yoksulluk ve yolsuzluk genel geçer bir kural haline gelmiştir.

3 Kasım 2002 seçimlerinin öncesinde ve sonrasında sağduyunun hâkim olacağı bir Türkiye inşa edeceklerini ısrarla iddia eden Başbakan Erdoğan, bunun yerine herkesin birbirinden kuşku duyduğu, toplumsal güven ve işbirliğinin öldürücü darbeler aldığı bir ülke haline gerilememize ön ayak olmuştur.

AKP’yle geçen yıllar milletimizi yormuş, hırpalamış, bunaltmış ve umutsuzluğa sevk etmiştir.

Ekonomiden kültüre, spordan sanata, dış politikadan güvenliğe, milli kimlikten bin yıllık kardeşliğimize kadar tahrip olmamış ve zedelenmemiş hiçbir alan kalmamıştır.

Türkiye’nin AKP’yle birlikte deyim yerindeyse çivisi çıkmış; en adi suçlarda, cinayetlerde ve toplumsal huzursuzlukta endişe verici bir artış görülmüştür.

Milletimiz mutsuz ve rahatsız, kurumlar kavgalı ve gerilimli, adalet sancılı ve taraflı, ekonomi tükenmiş ve krizlerle aciz bir hale gelmiştir.

AKP’yle birlikte; demokrasi, özgürlük, millet iradesi gibi olumlu kavramlar asıl anlamlarından uzaklaştırılmış ve her fırsatta istismar edilmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın yönetiminde milli ve vicdanı bütün ayar ve ölçüler bozulmuş; teslimiyetin başarı, krizin fırsat, tavizin zafer, bölücülüğün hak, kutuplaşmanın millet iradesi, çürümüşlüğün gelişme olarak sunulduğu karanlık bir dönem geride kalmıştır.

İddiaları ile yaptıkları arasında derin bir çelişki olan AKP zihniyeti, Türkiye’yi geri ve içinden çıkılması zor bir çıkmaza sürüklemiştir.

Milli meselelere duyarsız ve vurdumduymaz yaklaşan iktidar partisinin, küresel destekçilerinin gözüne girebilmek maksadıyla girmeyeceği kılık, vermeyeceği zarar ve yıkmayacağı değer olmayacağı geçmiş yıllarda çok net olarak anlaşılmıştır.

AKP’yle geçen sekiz talihsiz yılın içerisinde;

   * Ermeni Kiliseleri onarılmış ve maç bahanesiyle tarihi tezlerimiz tartışmaya açılmış,
   * ‘İnançlarımıza güveniyoruz’ sözleriyle, yıllarca kapalı tutulan Ortodoks Kilisesinin ibadete başlaması sağlanmış,
   * Patrikhane övülmüş, Heybeliada Ruhban okulunun faaliyete geçmesi için çalışmalara başlanmış,
   * Milli davamız Kıbrıs AB, ABD ve Rumların merhametine terk edilmiş,
   * Peşmerge reisleri kırmızı halılarla karşılanmış ve abi denilerek saygı gösterilmiş,
   * AB’nin dayatma ve talimatlarına boyun eğilmiş, sessiz kalınmış,
   * Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı sıfatıyla, yakın coğrafyalarımızdaki Müslüman kardeşlerimizin katline göz yumulmuş ve sorumlularıyla demokratik ortaklık bağı oluşturulmuş,
   * Başörtüsü sürekli olarak istismar edilmiş ve belirsizliğe mahkûm edilmiş,
   * Teröristler davul zurnayla sınırlarda karşılanmış ve adrese teslim mahkemeler kurulmuş,
   * Teröristler ümitlendirilmiş, İmralı canavarıyla masaya oturulmuş,
   * PKK terör örgütünün siyasallaşması için bütün şartlar olgunlaştırılmış,
   * Medya baskı altına alınmış, kamu kaynakları yandaşlara peşkeş çekilmiş,
   * İş âlemi devlet imkânlarıyla sindirilmiş ve siyasi haciz altına alınmış,
   * Ve kayırmacılık, partizanlık en ileri aşamaya taşınmış ve ‘bizden sizden’ ayrımı hiçbir dönemde olmadığı kadar hayat bulmuştur.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hükümet sorumluluğu taşıdığı yılların hafızalarda kalan acı, ama bir o kadar da gerçek özellikleri özet olarak bunlardan ibarettir.

Bunların daha fazlasının olduğunu sizler çok iyi biliyorsunuz.

AKP’yle birlikte Cumhuriyetimizin temelleri sarsılmış, milli kabullerimizle hesaplaşmak isteyen çevreler iştahlanmışlardır.

Milletimizin hiç şahit olmadığı rezaletler bu dönemde vasat bulmuş, hıyanet saklandığı mahzenden başını çıkartmış, fitne belini doğrultmuş, Türk’e düşman çevreler AKP’nin sönmeye yüz tutmuş ampulünün altında bir araya gelmişlerdir.

Bu iktidarla birlikte milletimiz otuz altıya bölünmüş, Türk kimliği eğilmiş ve bükülmüş, Türkçenin karşısına mahalli düzeyde kullanılan bir dilin çıkarılmasına ve devlet eliyle açılan bir televizyon kanalıyla da toplumsallaştırılma çabalarına şahit olunmuştur.

Milli devlet yapımız AKP’yle birlikte arkadan hançer üstüne hançer yemiş, bölücü mihraklar kolları sıvayarak hain taleplerini birer birer kendilerine çanak tutan bu iktidarın önüne koymuşlardır.

Türkiye AKP’yle yıllarca süren davalara şahit olmuş, toplumsal cepheleşme zincirlerinden boşanırcasına her tarafa yayılmış ve milli birliğimizi tehdit eder bir hale gelmiştir.

Telefon dinlemeleriyle ilgili kuşkular her bir vatandaşımızı kaygılandırmış, özel hayatın mahremiyetine hiçbir saygı gösterilmemiştir.

Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidar yıllarında kriz olmuş, kaos olmuş, toplumsal kargaşayı tetiklemiş ve artırmıştır.

Ve bunun adına da ‘her şey Türkiye için’ denilmiş, ‘beraber yürüdük biz bu yollarda’ sözleriyle milletimiz aldatılmış, kandırılmış ve yıllarca oyalanmıştır.

Gelişme, zenginleşme, büyüme ve kalkınma yalnızca sözde kalmış; bunların yerine ortaya milyonlarca işsizin ve yoksulun bulunduğu hazin bir Türkiye gerçeği çıkmıştır.

Ekonomi üzerindeki toplumsal denetimler ortadan kalkmış, güçlünün zayıfı ezmesine, sosyolojik anlamda çevreyle merkez arasındaki mesafenin büyümesine bu hükümet döneminde daha fazla şahit olunmuştur.

AKP iktidarları süresince yeni ekonomik ufuklar belirlenememiş, geleneksel kalıpların dışına çıkılamamış, üreten ve istihdamı artıran bir ekonomi modeli tesis edilememiştir.

Vatandaşlarımızın hayat standartları AKP döneminde gerilemiş, borçlar yükselmiş, gelirler azalmış ve çiftçiden sanayiciye, esnaftan emekliye, işçiden memura kadar halinden ve durumundan dolayı memnuniyet içinde olan hiç kimseye rastlanılmamıştır.

Ülkemizin Dünya’nın gelişmiş ilk 20 ekonomisi arasında yer almasıyla iftihar edilmiş, ancak İnsani Gelişme Raporu’nda 169 ülke arasında 83. sırada olması ve kişi başına gelir büyüklüğü bakımından da 191 ülke arasında 41. sırada bulunması nedense hiçbir AKP’li yöneticinin ve Başbakan’ın aklına ve gündemine gelmemiştir.

Geldiğimiz bugünkü aşamada, belirsizlik sarmalı, cepheleşme eğilimleri ve umutsuzluk dalgası, korku girdabı, kavga ortamı eğer bir gelişmeyse, doğrudur ülkemiz bu konularda fazlasıyla palazlanmış ve bendini aşmıştır.

Başbakan Erdoğan, hırçın ve uzlaşmadan uzak siyasi özellikleriyle, her meseleyi çatışma zeminine çekmiş, zalimin nasıl mazlum rol takınacağını devri iktidarında en açık biçimde göstermiştir.

Bu zihniyetin yaptıkları neticesinde, değerlerle ve ahlakla iç içe olması gereken siyasi hayat, gerçeklerle bağını koparmış ve kısır çekişmelerin, sonu olmayan polemiklerin, yalanın ve talanın merkez üssü haline dönüşmüştür.

Nitekim adil ve adaletli bir toplum vizyonuna ulaşmak maksadıyla, her durumda doğru davranış biçimini bulabilmek için diyalog ve uzlaşma niyetlerini somutlaştırması gereken siyaset kurumu dejenere olmuş, yıpranmış ve değer üretemez bir duruma düşmüştür.

Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşları, aldıkları yetkiyi yerinde, düzgün ve hakkaniyetli bir şekilde kullanmamışlar; milletimizin beklentilerine cevap üretememişlerdir.

Nihayetinde AKP hükümetleri döneminde, milletimize verilen sözlerin hiçbiri tam olarak tutulamamış, vatandaşlarımızın huzur ve refaha ulaşmaları sağlanamamıştır.

2002 yılı seçimleri öncesinde, ‘tek başına iş başına’ sloganıyla meydanlarda sesini duyuran AKP zihniyetinin, bu hedefinin arkasındaki sır perdesi bugün aralanmış ve netlik kazanmıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi ülkemizi soymak ve milletimizin kardeşliğini sakatlamak için tek başına iktidar olmak istemiştir. Ve bunda şimdiye kadar başarılı olmuştur.

Türk’ü etnik yapı mertebesine indirmek için iş başına gelmesi istenmiştir. Bu uğursuz yolda da kararlılıkla devam etmektedir.

Bağımsızlığımızı, egemenliğimizi Brüksel’e devretmek için tek başına olması gerekmiştir. Bugüne kadar bu uğurda emin adımlarla ilerlemiştir.

Eşkıyayı ovaya indirmesi, Kandil’le mutabakat sağlaması, İmralı canavarının affedilmesi için iş başında olması gerekmiştir. Bu siparişlerin gereğini yapmak kaydıyla kendisini destekleyen küresel çevreleri hiç yanıltmamıştır.

Irak’ın işgal edilmesine, milyonlarca Müslüman kardeşimizin seri cinayetlerle kurban edilmesine, yüzbinlerce Irak’lı kadının dul kalmasına neden olacak kanlı küresel projelerin hayat bulması için tek başına olması gerekmiştir. Ve bütün bu vahşet iktidara gelişinden hemen sonra maalesef gerçekleşmiştir.

Tarihimizin sorgulanması, milletimizin ayrışması ve üniter devlet yapımızın zayıflatılması için AKP’nin iş başına gelmesi arzulanmıştır. Geride kalan yıllar bu alçak hedeflere ulaşılmak için nelerin yapıldığını bizlere açıkça kanıtlamıştır.

PKK açılımının kurdelesinin kesilmesi, peşmerge reislerinin kabul görmesi ve bin yıllık kardeşliğimizin tarumar edilmesi için AKP’nin iş başında olması istenmiştir. Bu şer emelleri projelendirenlerin ne kadar doğru bir seçim yaptıkları şimdi daha da iyi anlaşılmıştır.

Bayrağımızın, dilimizin, birliğimizin, dirliğimizin ve vazgeçilmez milli ilkelerimizin alaşağı edilmesi için AKP’nin tek başına olması için çaba sarf edilmiştir. Yapılan tercihin ne kadar yerinde olduğu bugün daha da belirginlik kazanmıştır.

Türkiye’nin sıfır sorun politikasıyla, küresel projelerin taşeronluğunu yapması için AKP’nin iş başında olması gerekli görülmüştür. Gelişmeler ve acı gerçekler ne yazık ki bu yönde olmuştur.

Erbil’in, Erivan’ın, Kandil’in, Vashington’un, Brüksel’in umutlanmasına karşılık Ankara’nın kararması için AKP’nin tek başına olması icap etmiştir. Gerçekten de süreç istenildiği ve beklenildiği gibi işlemiştir.

İsrail’e sahte diklenmeler yapılması, mazlum Filistinli kardeşlerimizin istismar edilmesi ve bu yolla da küresel operasyonların İslam coğrafyasında rahatlıkla karşılık bulmasını temin etmek için Recep Tayyip Erdoğan’ın tek başına iktidar olması istenmiştir. Bunun acı ve insanlık dışı sonuçları da tüm açıklığıyla ortadadır.

ABD’nin, enerji hatlarının ve ulaştırma yollarının güvenliğini teslim edeceği ve koridor olmayı kabullenmiş bir iktidar varlığı için AKP’nin iş başına gelmesi gerekmiştir. Gelişmeler nasıl başarılı ve doğru bir seçim yapıldığını bizlere hazin bir biçimde göstermiştir.

Yüksek faiz, düşük kur ve gidecek istikamet arayan sıcak paranın sonucu olarak; yerli sanayimizin çökmesi, milli varlıklarımızın elden çıkarılması, ithal malların sel gibi ülkemizin üretimini tehdit etmesi için AKP’nin tek başına olması öngörülmüştür. Tecrübelerimiz ve yaşadıklarımız AKP’yle belirlenen hedeflere ulaşıldığına işaret etmektedir.

Türkiye’yi yıkmak, bölünmüş, ayrışmış, ufalanmış ve dağılmış bir millet haline gerilememiz için AKP’nin tek başına, Recep Tayyip Erdoğan’ın da iş başına gelmesi projelendirilmiş ve oluşturulan bu karanlık iktidar döneminin sancıları sekiz yıldır alabildiğine yaşanmıştır.

İşte AKP budur, iş başına gelmesinin, iktidar olmasının çirkin ve dayanılmaz sonuçları bunlardan ibarettir.

AKP halen iş başında olsa da, tek başına aziz milletimize ve devletimize ne kadar zarar verse de, yaptıklarından dolayı hesaba çekileceği gün yakındır.

Hiçbir küresel angajmana ve çekim alanına kapılmayan Milliyetçi Hareket Partisi, yalnızca büyük Türk milletinden aldığı güç ve destekle arka arkaya sıralanmış AKP ve yardakçılarına hak ettikleri milli dersi vermek amacıyla uygun zamanı ve ortamı beklemektedir.

Biz, iktidar limanına yanaşmak uğruna, bir yüzüyle milletimize demokrasi ve özgürlük nutukları atıp, onlardan birisiymiş gibi propaganda yapan; öbür yüzüyle de, Sevr’de akılları kalan emperyalist çevrelerle kol kola giren AKP projesine haddini bildirmek ve yaptıklarını misliyle ödetmek için sabırsızlık içindeyiz.

Unutulmasın ki; Türk milletini bölmeye kimsenin gücü ve nefesi yetmeyecektir.

Türk bayrağını çekildiği gönderden indirmeye hiçbir kirli el cesaret edemeyecektir.

Üniter milli devlet yapımızı yıkmaya çalışanlara asla müsaade edilmeyecektir.

Şehit kanlarıyla sulanmış vatan topraklarını, aralarında taksim etmeye niyetlenenlere dünya durdukça fırsat verilmeyecektir.

Milletimizi yüceltmeye ve birlikte kardeşçe yaşamasına yeminliyiz.

Devletimizi korumaya azimliyiz.

Ne mutlu Türküm demeye de sonuna kadar kararlıyız.

Milletimiz emin olsun, Milliyetçi Hareket Partisi; Türk tarihinin tüm haşmet ve heybetini varlığında bütünleştirmiştir.

Haçlı zihniyetine haddini bildiren kutlu mücadelenin hatıraları bizimledir.

Niğbolu’da dünyayı titreten kuvvet yanı başımızdadır.

Kosova biziz, Varna adımızdır bizim.

Çanakkale’nin ruhu, Sakarya’nın kudreti, Dumlupınar’ın şanı yüreğimizdedir.

Bilinmelidir ki, Milliyetçi Hareket olarak, milli kaygıları olan AKP’ye oy vermiş kardeşlerimizi ve diğer partilere destek vermiş vatanseverleri de yanımıza alıp tam bir güç birliği yaparak ihanete asla geçit vermeyeceğiz.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Hepinizin yakında bildiği gibi son günlerin en önemli gündem maddeleri arasında geçtiğimiz hafta Lizbon’da yapılan NATO toplantısı ve bu toplantıda alınan kararlar olmuştur.

NATO’nun Lizbon zirvesinden sonra, başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere, AKP çevrelerinde zafer kazanılmış gibi söz ve tavırlara tesadüf edilmesi bu konunun etraflıca değerlendirilmesini gerekli kılmıştır.

NATO toplantısından sonra, sanki Türkiye’nin tezlerinin belirleyici olduğu ve bu yönde sonuç bildirgesinin hazırlandığı gibi yanlış ve aldatıcı bir bilgi verilmeye çalışılması talihsizlik olmuştur.

En başta dikkatimizi çeken husus, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Lizbon’a giderken yaptığı bazı açıklamalarda ortaya çıkmıştır.

Geçmişteki sözleriyle çelişen bir görüntü çizen Sayın Cumhurbaşkanı, NATO-Avrupa Birliği ilişkileri bağlamında sorulan bir soruya; ısrarla kendisinin NATO toplantısına gittiğini, Avrupa Birliği zirvesine gitmediğini üstüne basa basa cevap vermiştir.

Nitekim zaman zaman da NATO zirvelerinin AB zirvesi olmadığını muhataplarına hatırlatma gereği duyduklarını bu kapsamda dile getirmiştir.

Ne var ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan olarak görev yaptığı 19 Kasım 2002 tarihindeki, NATO Parlamenter Asamblesi 48.Genel Kurul Kapanış oturumunda sarfettiği sözleri, bugünkü düşünceleriyle çelişmekte ve bazı farklılıklar olduğunu göstermektedir.

Sayın Gül, o tarihte NATO ve AB’nin rollerini birbirlerini tamamlayacak şekilde oluşturmaları ve işbirliği ruhuyla hareket etmeleri halinde endişe etmeye gerek olmadığını vurgulamıştır.

Üstelik NATO ve AB’nin, demokratik değerleri daha da geliştirmek, refahı artırmak, istikrarı getirmek, özellikle de uluslararası topluluğun desteğine ihtiyaç olan hassas bölgelerde bunları gerçekleştirebilmek için bir arada çalışmak durumunda olduğunu belirtmiştir.

Sayın Cumhurbaşkanı daha o günlerde, NATO ve AB’yle birlikte ilgili örgütlerin bir arada çalışarak krizleri önlemek için ortak politikalar takip etmelerini istemiştir.

NATO ile AB’nin kaderini adeta örtüştüren bu yaklaşımlardan sonra, bugün daha farklı bir noktada bulunulması dış politikadaki sapmaların, kırılmaların ve teşhis hatalarının bir kanıtı olmuştur.

19-20 Kasım 2010 tarihlerinde Lizbon’da yapılan NATO zirvesinde ittifakın önümüzdeki dönem stratejine ilişkin bir dizi önemli karar alınmıştır.

NATO’nun değişen global şartlarına uyum sağlaması ve yeni tehdit değerlendirmesini esas alan stratejiler belirlenmesi amacıyla “Yeni Stratejik Konsept” belgesinin kabul edilmesi önemli bir gelişme olmuştur.

Bu kapsamda alınan ilke kararları arasında balistik füze tehdidi karşısında hayata geçirilecek füze savunma sistemi Türkiye’de en fazla tartışılan konu olarak öne çıkmıştır.

Türkiye’nin Avrupa Birliği güvenlik yapılanmalarıyla ilişkisi, NATO-AB savunma düzenlemeleri de Lizbon zirvesinde Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren diğer konular olmuştur.

Füze kalkanı olarak bilinen füze savunma sistemi etrafında Türkiye’de yapılan tartışmalarda, AKP hükümetinin ortaya koyduğu görüşlerin bu konuda NATO’da alınan kararlar ışığında değerlendirilmesi önem taşımaktadır.

AKP hükümetinin bu konudaki gerçek amaçları ve hesapları ancak böyle bir değerlendirmeyle daha iyi anlaşılabilecek, milletimizi yönlendirmek için sarfettiği çabaların arkasındaki niyetler ve gerçekler daha açık olarak görülebilecektir.

Bu itibarla yapılacak objektif bir değerlendirme, Başbakan Erdoğan’ın büyük bir önem taşıyan NATO Lizbon zirvesine katılmayarak Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Gül’ün temsil etmesinin arkasındaki düşünce ve hesaplara da ışık tutabilecektir.

NATO Füze Savunma Sistemi’nin ittifakın yeni tehdit, tehlike ve risk değerlendirmesine dayanan, bu tehdit ve tehlikelere karşı geliştirilen bir savunma düzenlemesi olduğu ortadadır.

Başbakan Erdoğan Lizbon Zirvesi öncesinde bu konuda kamuoyu oluşturmak için Türkiye’nin bu yeni sisteme onay vermesinin bazı ön şartlara bağlı olduğunu söylemiştir.

Hatta Başbakan’ın “Komuta kontrol mekanizmasında biz de rol almak için düğmeye basan taraf olmak istiyoruz” sözleri, füze savunma sistemindeki bastırılmış isteğini açığa çıkarması bakımından anlamlı olmuştur.

Bu çerçevede Türkiye’nin üç ön şartının karşılanması gerektiğini ifadeyle, adeta Türkiye’nin bu konuda NATO ile kıran kırana bir pazarlığa girdiğini ve direndiği izlenimini yaratmaya çalışmıştır.

NATO savunma planlamasında füze savunma sisteminin potansiyel bir tehdide karşı geliştirileceği, bu tehdit kaynağının operasyonel açıdan önceden belirlenmesi gerektiği, afaki tehdide karşı füze kalkanı olmayacağı herkesin bildiği bir gerçektir.

Füze savunma sisteminin hangi ülkeden gelecek potansiyel balistik füze tehdidine karşı öngörüldüğü NATO içinde ele alınmıştır.

Füze kalkanının operasyonel planlaması bu somut tehdit kaynağına göre yapılacaktır.

Türkiye, NATO içinde bugün itibariyle en büyük tehdit kaynağının İran olduğu konusundaki değerlendirmelere katılmış, füze savunma sisteminin bu temelde geliştirilmesine onay vermiştir.

Merakımız, bundan sonra AKP’nin komşularıyla sıfır sorun politikasını nasıl yürüteceği ve bu konuda ne kadar samimi olacağı noktasında somutlaşmıştır.

NATO Lizbon zirvesi öncesi Başbakan Erdoğan ve bu konuda da hükümetle rol paylaşımında üzerine düşeni yapan Cumhurbaşkanı Gül’ün herhangi bir ülke adının tehdit olarak belirtilmesine karşı oldukları söylemi, fiiliyatta hiçbir anlam ve değer taşımamaktadır.

Oysaki Sayın Gül’ün 19 Kasım 2002 tarihli NATO Parlamenter Asamblesi 48.Genel Kurul Kapanış oturumunda, Başbakan sıfatıyla yaptığı konuşmasında; potansiyel kriz olabilecek olan bölgelerin, ülkemiz etrafında konuşlandığını ifade ederek, aslında üstü kapalı da olsa bir hedef gösterdiği bilinmektedir.

Bununla birlikte zımnen de olsa bugün, AKP hükümeti füze savunma sistemini gerektiren potansiyel tehdit kaynağının İran olduğunu kabul etmiş, ancak bu ismin kamuoyuna açıklanacak metinlerde açıkça zikredilmemesini isteyerek görüntüyü kurtarmaya çalışmıştır.

Türk milletinin aklı ve idrakiyle alay edercesine hiçbir komşumuzu tehdit ve hedef tanımlaması içinde göremeyiz diyen Başbakan Erdoğan’a buradan sormak isterim ki:

Siyasi hesaplarla kendinizin gitmeye cesaret edemediği Lizbon zirvesinde Cumhurbaşkanı tarafından onay verilen füze savunma sistemi İran’a karşı değilse, hangi potansiyel tehdit kaynağı ülkeye karşıdır?

Tehdit kaynağı İran değilse Senegal midir, Küba mıdır, yoksa Rusya mıdır?

Türkiye NATO ittifakının Doğu’daki kanat ülkesidir.

Füze Savunma Sistemi’nin operasyonel unsurları Türkiye’ye konuşlandırılacağına göre, coğrafi bakımdan bu düzenlemeler İran dışında hangi ülkeyi hedef alacaktır?

İran değilse, hedef Afganistan mıdır, Hindistan mıdır?

Bu soruların cevabı açıktır, Başbakan’ın bu konuda tevil ve takiye yapması artık mümkün değildir.

Başbakan Erdoğan ve Lizbon senaryosunda rol paylaştığı Cumhurbaşkanı Gül zirve öncesi sanal ve sözde itirazlarını Türk kamuoyunda tartıştırarak, NATO içinde onay verdikleri kararları maskelemek, bu konudaki gerçek niyetlerini gizlemek yoluna gitmişlerdir.

Gerçekler gün gibi ortadadır.

Ve füze kalkanının kurulacağı ülke Türkiye olarak belirlenmiş, adeta başta AB olmak üzere, NATO üyesi ülkelerin güvenliğini sağlamak için bütün riskler üstlenilmiştir.

Bu kapsamda, 30’dan fazla ülkenin balistik füze sistemlerine sahip ve bunlardan bazılarının Avrupa ve Atlantik bölgesini vurabilecek durumda bulunuyor olması AKP’ye yeni bir rol ve sorumluluk yüklemiştir.

Balistik füzelere karşı kurulacak savunma sistemlerinin merkezi olarak, bundan önce değişik ülkelerin ismi gündeme geldiyse de, AKP’nin küresel destekçileri, bu konuda Türkiye’de karar kılarak, Sayın Cumhurbaşkanı’na ve hükümete bunu kabul ettirmişlerdir.

Burada aklımıza takılan husus ülkemizin bu meselede, iddia edildiği gibi tarihini ve coğrafyasını nasıl ve ne şekilde kullandığıdır?

Sayın Cumhurbaşkanı’na göre, Türkiye şimdi tarihini ve jeopolitik önemi kavramışsa, bundan önce ülkemiz hangi jeopolitik kabullerle yönetilmiştir ve neyi kavramıştır?

AKP iktidarının, atanmasına direnç gösterdiği ve itiraz ettiği, en sonunda da pes ettiği NATO Genel Sekreteri Rasmussen’le aynı noktada ve zeminde buluşması da son zirvenin en ilginç noktalarından birisi olmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın füze savunma sistemine onay verilmesi için komuta-kontrol sisteminin Türkiye’de olması sözde önşartı Lizbon kararlarıyla havada kalmış, bunu sanal bir kamuoyu yönlendirme aracı olduğu açığa çıkmıştır.

NATO savunma sistemlerinde komuta-kontrol sorumluluğunun münferit ülkelere değil NATO askeri karargâhına ait olduğu bilinen bir gerçektir.

Kaldı ki, Allah korusun, böyle bir an geldiğinde butona kimin basacağının ve kimin kontrol edeceğinin bir önemi ve kıymeti harbiyesi çok fazla olmayacaktır.

Savunma sistem kontrolünün Recep Tayyip Erdoğan’da ya da, bir başkasında olması hiçbirşeyi değiştirmeyecek ve milletimiz tüm vahşetin ve felaketin tam ortasında kalmaktan kurtulamayacaktır.

Hal böyle iken Başbakan’ın düğmeye basacak ülkenin Türkiye olması yönündeki açıklamaları, pratikte hiçbir anlamı olmayan içi boş sözlerdir.

Lizbon kararları bunu teyit etmiş, komuta-kontrol komutlarının ele alınmasını ileri bir tarihe bırakmıştır.

Başbakan’ın bu sanal ön şartı da boşa çıkmıştır.

Lizbon zirvesinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin savunma ve işbirliği sisteminin içinde olmaması, buna bağlı sorunlar ve NATO – AB işbirliğinin önündeki zorluklar konularında da Türkiye’yi tatmin edecek bir ilerleme sağlanamadığı görülmektedir.

AB üyesi Kıbrıs Rum yönetiminin ve başta Fransa olmak üzere bazı ülkelerin bu konudaki itirazları Lizbon’da da aşılamamıştır.

Bu durumun sürmesinin Türkiye’nin NATO ile AB arasındaki güvenlik alanında işbirliği sürecinde zemin kaybetmesine yol açması ciddi bir ihtimal olarak karşımızdadır.

Lizbon kararlarında yer alan AB üyesi olmayan NATO müttefiklerinin NATO ile AB arasındaki stratejik ortaklığın geliştirilmesi çabalarına tam olarak katılmasının gerekli olduğu yolundaki ifadelerin Türkiye için yeterli olmadığı ortadadır.

Türkiye’nin AB ile güvenlik anlaşması imzalaması, Avrupa Savunma Ajansı’nın katılımı ve NATO imkân ve kabiliyetlerinin kullanıldığı ortak operasyonlarda karar mekanizması içinde yer alması konularında herhangi bir ilerleme kaydedilememiştir.

Soyut ve genel ifadelerle niyet beyanları bunun için yetersiz kalacaktır.

NATO Lizbon zirvesi kararları bu bakımdan da Türkiye için tatmin edici olmaktan çok uzaktır.

Ve ortada ne bir başarı diye sunulacak gelişme ne de zafer diye yutturulacak diplomatik netice vardır.

Biz olmasaydık NATO toplantısı on dakikada biterdi sözlerinin de hiçbir anlamı ve değeri yoktur.

Sürekli sahte diklenmelerle, hamasi sözlerle iç politikaya dönük mesaj veren AKP iktidarı, NATO toplantısında ağzına bir parmak bal sürülerek geri gönderilmiştir.

Her konuda konuşan Başbakan Erdoğan’ın ise, son bir haftadır konuyla ilgili hiçbir yorum yapmadan geri planda durması, kendisini unutturarak tartışmalarını merkezinden uzakta durmaya çalışması kendisine ve partisine hiçbir şey kazandırmayacaktır.

AKP hükümet yetkililerinin “görüş ve beklentilerimiz daha güçlü ifadelerle karşılık buldu” sözleri de kamuoyunu etkilemek amacını taşıyan içi boş klişeler olarak kalmaya mahkûm olacaktır.

Sonuç olarak Lizbon zirvesi öncesi ve sonrası AKP hükümetinin yönlendirdiği haber ve değerlendirmeler AKP’nin aldatma, yanıltma ve göz boyamaya dayanan dış politika anlayışının yeni tezahürlerinden başka bir anlam taşımamıştır.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.