Devlet Bahçeli'nin 21 Mart 2000 tarihli TBMM grup toplantısında yaptığı konuşma

Muhterem Arkadaşlarım,

Basınımızın Sayın Mensupları,

Bu haftaki grup konuşmama, geçmiş Kurban Bayramınızı bir kez daha en iyi dileklerimle kutlayarak başlamak istiyorum. Milletçe toplumsal yaralarımızın sarıldığı, daha huzurlu ve sevgi dolu bayramlara ulaşmak dileğiyle hepinize saygılar sunuyorum.

Ne üzüntü vericidir ki, Parlamentomuz, genç bir üyesini daha kaybetmiş bulunmaktadır. Kurban Bayramı'nda kutsal Hac farizasını ifa ederken kalp krizi geçirerek, hayatını kaybeden değerli milletvekili Nizamettin Sevgili'ye Yüce Allah'dan rahmet; kederli ailesine ve Anavatan Partisi camiasına ve milletimize başsağlığı diliyorum.

Bugün kutlanan ve barışın, kardeşliğin, baharın simgesi ve müjdecisi olan Nevruz'un da bayramların anlam ve önemine uygun bir şekilde idrak edilmesini temenni ediyorum. Bu vesileyle bütün Türk Dünyasının ve halkımızın Nevruz gününü kutluyor, toplumumuzda yepyeni umutların ve güzelliklerin filizlenmesinde bir dönüm noktası olmasını umuyorum.

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Uzun Bayram tatili boyunca ülke gündemini, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri ile Türk Ceza Kanunu'nun 312. Maddesi etrafında dönen insan hakları ve demokrasi tartışmaları belirlemiştir.

Bilindiği gibi, ülkemizde zaman zaman alevlenip sönmesine ve farklı boyutlarda ele alınmasına rağmen, demokratikleşme ve insan hakları tartışmaları uzun bir geçmişe sahiptir. Bu tartışmalar, muhtevası ve hedefleri bakımından dünya ve Türkiye gerçeklerine göre şekil ve öz değiştirerek bugünlere kadar süregelmiştir.

Ülkemizin Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinin resmiyet kazandığı Helsinki Zirvesi sonrasında ise, bu süreç yeni bir boyut ve yoğunluk kazanmıştır. Özellikle de, Kopenhag kriterleri adıyla anılan bir dizi siyasi, ekonomik ve hukuki prensipler manzumesi, Türkiye'nin yeni demokratik yol haritası olarak takdim edilmeye başlanmıştır.

Buraya kadar söylediklerimizde herhangi bir gayri tabiilik bulunmamaktadır. Türkiye de, benzer durumdaki ülkelerle aynı genel süreçleri yaşamakta, benzer tartışmalara sahne olmakta ve benzer eleştirilerle karşılaşmaktadır.

Gayri tabii olan ve aynı zamanda her sağduyu sahibi insanımızı da rahatsız ettiğine inandığımız husus, bu tür tartışma ve eleştirilerde gözlenen bazı tezlerin ve uslûpların niteliğidir. Meselenin gerçekçi ve samimi bir şekilde değil de, önyargılı ve aceleci bir şekilde ele alındığı, toplumsal ve etik bir duyarlılıktan yoksun bir tarzda gündeme getirilmeye çalışıldığı göze çarpmaktadır. Bu ve benzeri yaklaşım biçimlerinin bazı iç ve dış çevrelere hakim olduğu dikkat çekmektedir.

En başta, bazı Avrupa Birliği yöneticilerinin Türkiye'ye yaklaşımlarında ve demokratikleşme meselesini takdim edişlerinde, dostluk ve işbirliği havasının yerine, ikircikli ve önyargılı bir anlayış kendini hissettirmektedir. Daha önce de çeşitli vesilelerle işaret ettiğim gibi, demokratikleşmenin etnik kimliklerin tanınması sorunuyla özdeşleştirilmesi, bu yaklaşımların en bariz ve çarpık olanını oluşturmaktadır.

Sadece kamu düzeninin ve toplumsal birlikteliğin değil, demokratik sistemin de köküne dinamit koyma anlamına gelecek bu tür indirgemeci ve kategorik yaklaşımların, aslında Avrupa'da da çok taraftar bulmadığı bilinmektedir.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine ısrarla bu noktadan başlanması ve kendi farklı etnik ve azınlık siyaseti yaklaşımlarını bir kenara iterek ülkemizi belirli bir tarzda zorlamaya çalışmalarını anlamak giderek güçleşmektedir. Böyle bir azınlık ve farklılık politikasını demokrasinin özü olarak takdim etmenin, samimi ve dostane bir yaklaşım olmadığı açıktır. Zaten halkımızın önemli bir çoğunluğunun Avrupa Birliği politikalarına mesafeli yaklaşmasının bir sebebi de budur.

Biz, Milliyetçi Hareket Partisi olarak, mezhep ve etnik farklılıkları siyasi ve toplumsal rekabetin, bir sonraki aşamada ayrışmanın konusu haline getirecek siyaset yaklaşımlarını ve projelerini, hem onaylamıyor hem de yanlış buluyoruz. Bunu, öncelikle demokrasi adına; daha sonra da ülkemizin birliği ve geleceği adına reddediyoruz.

Avrupa, nasıl kendi geçmişinde yaşadıklarından ve vahşetlerden ders çıkartmaya, geleceğini buna göre inşa etmeye çalışıyorsa, Türkiye de çok tabii olarak tarihten gerekli dersleri çıkartıp, geleceğini sağlam bir şekilde kurmak için çaba harcamaktadır.

Bunun yanında, Avrupa'nın belirli bir sosyo-ekonomik ve siyasi gelişmişlik seviyesine ulaşmış olmasına rağmen, etnik ve dini çatışmaları ve terörü aşamamış olması üzerine çok yönlü düşünmek gerekmektedir.

Bizler bu çerçevede bir şeye yürekten inanıyor ve savunuyoruz: Dünyanın en hassas, en önemli ve en sorunlu coğrafyasının merkezinde bulunan Türkiye'yi gözbebeğimiz gibi koruma azim ve kararlılığımız, kimseyi rahatsız etmemelidir. Bilakis bu isteğimiz ve kararlılığımız karşısında saygı duyulmasını bekliyoruz.

Bize göre, ülkemizin demokratikleşme çabası ile böyle bir hassasiyete sahip olunması arasında hiçbir tutarsızlık bulunmamaktadır. Problem, Kopenhag siyasi kriterlerinin Türkiye'nin önüne Avrupa Birliği'ne giriş sürecinde aşılmaz bir azınlık hakları duvarı olarak yorumlanıp konmasında düğümlenmektedir. Gerçekte ise, bu kriterler, sosyal ve ekonomik alanlarda olduğu gibi, Türkiye'nin ileri ülkelerin standartlarını yakalaması için hem bir hedef hem de bir motivasyon aracı, olmalıdır. Avrupa Birliği yöneticilerinin konuya yaklaşımları, Türkiye ile olan ilişkilerinde gözlenen usûl ve uslûp farklılıkları, tutarlı ve gerçekçi bir politika geliştirmekte zorlandıklarını göstermektedir.

Ülke olarak herhangi bir kişi ya da kuruluşa "kaş yaparken göz çıkartmak" gibi bir ayrıcalığı tanımamız mümkün değildir. Hiçbir hedef ve ortaklık, ülkemizin geleceğinden ve dirliğinden daha öncelikli ve önemli değildir.

Unutulmamalı ki, onurlu ve adil bir birliktelik, sadece Türkiye'nin değil, bütün Avrupa'nın ve Dünya'nın yararınadır. Bölge ve Dünya barışına, istikrarına ve refahına hizmet edecek, güçlü ve saygın bir Avrupa Birliği, dayatmalarla ve önyargılarla değil, ancak karşılıklı anlayış ve işbirliğine dayalı katılım stratejileriyle inşa edilebilir. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği, medeniyetlerin ve kültürlerin buluşma noktasında olan bir ülkenin Birliğe katkı sağlaması anlamına gelecek, bu da kültürlerin ve medeniyetlerin yeniden kucaklaşmasını ifade edecektir.

Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Basın Mensupları,

Yurt dışında, Türkiye düşmanı olan ya da Türkiye'yi yeterince tanımayan çevrelerin ortaya koydukları yaklaşımların, maalesef yurt içinde de seslendirildiği göze çarpmaktadır.

Ne pahasına olursa olsun biran önce Avrupa Birliği'ne girilmesini savunan ve yeni misyonlarını bu anlayış üzerine oturtan çevrelerin varlığına rastlanmaktadır. Ne yazıktır ki, bunlar arasında, terör örgütleriyle bile masaya oturulmasını arzulayanlar bulunmaktadır.

Hükümet IMF'ye teslim oldu deyip, daha sonra da Avrupa Birliği'ne giriş gecikiyor eleştirisini yöneltenlerin söyledikleri ise, sadece siyasi bir manevradan ibarettir. Bunun için de görüşlerinin ve eleştirilerinin ciddiye alınacak bir tarafı yoktur.

Adaylık sürecinin altyapısı tamamlanmadan, karşılıklı olarak rıza ortaya çıkmadan ve güven tesis edilmeden tam üyeliğin gerçekleşmeyeceği iyi bilinmelidir.

Bunların yanında, kültürel ve ahlaki değerlerimizle problemleri olanların meseleye çok farklı bir bakış açısı ile ele aldıkları, bazı tartışma ve gelişmelere magazin boyutuyla yaklaştıkları görülmektedir. Avrupa Birliğine üyelik süreci ile Türk kültürünü ve geleneklerimizi karşı karşıya getirmeye çalışmanın hiç kimseye herhangi bir faydası dokunmayacaktır. Özellikle ve öncelikle, bu tür komplekslerle bir yere varılamayacağının bilinmesi lazımdır.

En son olarak, Kurban Bayramı dolayısıyla yapılan bazı tartışmaların ulaştığı boyutlar, bu yaklaşım biçiminin izlerini taşımıştır. Uzun yılların birikimi olan, bir kısmı da zaten dini değerlerimize uymayan yanlış alışkanlıkların tartışılmasında ortaya konulan gerekçeler ve Avrupa Birliği'ne yapılan göndermeler, zaman zaman üzücü ve düşündürücü bir mahiyet arzetmiştir.

Özellikle kurban kesiminde, bu ülkenin din adamlarının, aydınlarının, ilgili kamu ve sivil toplum kuruluşlarının doğruyu ve güzeli özenli bir şekilde ortaya koymaları, şüphesiz en sağlıklı ve kalıcı yol olacaktır.

Bayramlarımızın, dünyada ender rastlanan ve hem manevi hem de sosyo-ekonomik boyutu bulunan güzel bir toplumsal dayanışma örneği olduğu unutulmamalıdır. Bunun için de özenle korunup geliştirilmesi gerektiği açıktır. Buna, günümüz insanlığının toplumsal yardımlaşma ve dayanışmaya giderek daha çok ihtiyaç hissettiği bir dönemde dikkat etmek oldukça önem taşımaktadır.

Aynı demokratik değerlerin ve kurumların geliştirilmesi meselesinde olduğu gibi, toplumsal dokumuzun ve değerlerimizin yaşatılıp zenginleştirilmesi de, tavırların gelişigüzellikten ve seviyesizlikten kurtulmasıyla mümkündür.

Milli ve manevi değerlerimizin hor görülmesi, küçümsenmesi, yerlerine başkalarının ithal edilmeye çalışılması, yenileşmeyi ve modernliği değil, kültürel ve ahlaki yoksullaşmayı beraberinde getirir.

Bu ve benzeri sorunların tartışılmasında ve çözüm arayışında başarının ön şartı bellidir ve bir tanedir. Bu da toplum ile tartışmacılar arasında toplumsal güvenin tesis edilmesinden, saygı ve samimiyetin varlığına dair bir inancın toplumda yerleşmiş olmasından başka bir şey değildir.

Sosyal önderler ve aktörler de, diğer alanlarda olduğu gibi, ancak böyle bir sosyal iklimin varlığı durumunda başarılı olabilirler. Toplum ile aydınları ve siyasetçileri arasında gerçek mânâda bir güven köprüsü kurulamadığı sürece, siyasi ve toplumsal bir atılım yapmak, yenilikleri kalıcılaştırmak mümkün olamayacaktır.

İşte, demokratikleşme söylemlerinin çok fazla yankı yapmamasının, demokratikleşme çabalarında mesafe almakta zorlanılmasının temel sebeplerinden biri de budur.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Son on gündür yoğun olarak gündemimizde olan Türk Ceza Kanunu'nun 312. Maddesi ile ilgili tartışmalar da, genellikle, daha önce ifade etmeye çalıştığım hususlar çerçevesinde cereyan etmektedir. 312. Madde, bir süredir demokratikleşme meselesinin en önemli, en hayati boyutu haline getirilmiş bulunmaktadır. Gene Avrupa Birliği'ne girişimizin yeni ön şartlarından biri olarak takdim edilmeye başlanmıştır. Bazı çevrelere göre de, bu maddenin varlığı Türkiye'de ifade özgürlüğünün yokluğunun delilidir.

Bütün bunlardan daha önemlisi, yüksek yargı organlarımızdan birinin iki üst düzey temsilcisinin mesele hakkında yaptıkları açıklamaların taban tabana zıt iki görüşü ifade etmesidir. Birine göre, Cumhuriyetimizin korunmasının temel enstrümanlarından biri olan bu madde, aynı yargı organının diğer bir üst düzey yöneticisine göre demokrasiyle hiçbir şekilde bağdaşmamakta ve kaldırılması gerekmektedir.

Bütün bu görüşleri ve konunun ele alınıp takdim ediliş biçimlerini tasvip etmek mümkün değildir. Mesele, herşeyden önce, dolaylı bir şekilde de olsa giderek Cumhuriyet-Demokrasi karşıtlığı noktasına sürüklenmektedir. Böyle bir havanın yaratılmasının hiç kimseye bir faydası dokunmayacaktır.

312. maddenin düzenlediği fiiller ile ifade özgürlüğü ve demokrasi arasında doğrudan bir ilişki kurulması yanlıştır. Demokratik değerler ile halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmenin bağdaştırılmaya çalışılması, demokrasilerin içine virüs sokulmasıyla aynı anlama gelmektedir.

Her demokratik rejimde olduğu gibi, ülkemizde de insanlar arasına sosyal, etnik ya da dini farklılıkları kullanarak kin ve düşmanlık tohumları ekmeye çalışmak cezasız kalamaz. Ülkemizde, 312. Maddeyle ilgili zaman zaman yorum farklılıklarının ortaya çıkması ve bunun bazı tartışmaları beraberinde getirmesi, böyle bir düzenlemenin gerekliliğini ortadan kaldıramaz.

Ayrıca unutulmamalı ki, 312. Madde Anayasa'nın 14. Maddesindeki düzenlemeyle paralellik arzetmektedir. Bizim açımızdan, bu tür bir düzenlemenin varlığı, hem demokrasinin sağlıklı bir biçimde gelişebilmesi hem de toplumsal düzenin korunması bakımından önem arzetmektedir.

Bu maddenin varlığını demokrasi ve insan hakları açısından sakıncalı bulanlar, eğer demokratik kültürün gelişmesini ve toplumsal barışı gerçekten önemsiyorlarsa, her şeyden önce sorumluluk mevkiinde bulunan siyasetçilerin söylemlerini ve davranışlarını ciddi biçimde sorgulamak zorundadırlar. Bundan daha önemli olan, öncelikle siyasetçilerin kendilerinin sorumluluklarının farkında olması, topluma bu açıdan öncülük etmeleri gerçeğidir.

Ülkenin olağan bir genel seçime gitmesini bile parti çıkarlarını ve bireysel hesaplarını ön planda tutarak pazarlık masasına sürenlerin bizim hassasiyetlerimizi anlayabileceklerini zannetmiyorum ama, demokrasimizi pazarlıklar demokrasisi haline getirmenin, hukuk ve siyaset etiğini zorlamanın yararı olmayacağını bir kez daha hatırlatmak istiyorum.

Bir kısım yayın organı ve siyasetçiler "Bugün Fazilet'e, Yarın MHP'ye" diyerek, adeta Milliyetçi Hareket Partisi'ni birileri adına 312. Madde ile tehdit edip, yanlarına çekebilme hesapları içerisine girmektedirler. Bu çarpık ve pazarlıkçı zihniyet sahipleri bilmelidirler ki, birgün Milliyetçi Hareket Partisi, bu ülkenin insanlarını din, mezhep, etnik köken ayrımcılığıyla bölmeye, parçalamaya ya da birbirine düşürmeye meyil ederse zaten varlık sebebini inkar etmiş olur. Hukukun üstünlüğü, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü ve siyasi etik konusundaki hassasiyetlerini her zaman muhafaza eden partimizin ve mensuplarımızın böyle bir eğilim içerisinde olması mümkün değildir. Milliyetçilik gibi, milletimizin birliğini, dayanışma gücünü ve kardeşliğini oluşturan bir anlayışı ve düşünceyi potansiyel bir suç olarak algılamak ancak karanlık ve karmaşık zihniyetlerin ürünü olabilir.

Bir taraftan sorumlu, seviyeli ve temiz siyasetin tesisi için yasama dokunulmazlığının sınırlandırılmasını arzulamak, diğer taraftan ifade özgürlüğünün arkasına sığınıp sorumsuzca davranmak ve konuşmak bir çelişkidir. Siyasetçilerin, toplumdan sorumluluk ve yetki istedikleri ülke açısından hayati öneme sahip konularda sorumsuzca yaptıkları davranış ve konuşmalarının müeyyidesiz kalması, en başta demokrasiyi savunmasız bırakacaktır. Demokrasi de, ifade özgürlüğü de, bütün insanların huzuru, güvenliği ve refahı için olduğu sürece anlamlıdır ve önemlidir. Diğer bir deyişle meseleye tek boyutlu yaklaşıp demokrasi havariliğine soyunanlar, aynı zamanda demokrasinin kendisine de zarar vermektedirler.

Bu çerçevede tartışılması gereken esas noktalardan biri budur. Bir diğeri de, 312 maddeye de atıfta bulunan Siyasi Partiler Kanunu ile Milletvekili Seçim Kanunu'nda yer alan ömür boyu siyasi yasak meselesidir.

Avrupa ülkelerinin bir kısmı da dahil olmak üzere, Dünyanın birçok ülkesinde suç işleyen siyasetçilere siyaset yasağı cezası uygulanmaktadır. Bizim siyasi mevzuatımızda yer alan ömür boyu siyaset yasağı ise çok ağır bir cezadır.

Siyaset yasağının belli bir süreyle sınırlandırılması, aynı suçun bir kez daha işlenmesi durumunda ise siyaset yasağı cezasının ağırlaştırılması daha doğru bir uygulama olacaktır. Milliyetçi Hareket Partisi'nin meseleye yaklaşımı bu çerçevededir. Böyle bir ilkeyi, hem demokratik ve seviyeli siyasetin gelişimi, hem de toplumsal huzurun ve istikrarın temini bakımından önemli bulmaktayız.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmamın başına dönerek bir hususa tekrar vurgu yapmak istiyorum.

Türkiye'mizin sosyal ve ekonomik açıdan bugün geldiği nokta, çok önemlidir, ama yetersizdir. Halkımızın büyük bir çoğunluğunun içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik şartlar, batı standartlarının oldukça gerisindedir. Türkiye'nin en önemli meselelerinden biri, sadece siyasi göstergelerini değil, ekonomik ve sosyal göstergelerini de Avrupa Birliği standartlarına ulaştırmak ve hatta onları aşmaktır.

Türkiye, sosyal haklar, gelir dağılımı adaletsizliği, işsizlik, mal ve hizmetlerin kalitesindeki eksiklikler bakımından sıkıntılı bir yapıya sahiptir. Bütün bu alanlarda ciddi atılımlara imza atmamız şarttır.

Bunun yanında, ülkemizin, en kısa zamanda iyi işleyen adil ve hızlı bir yargılama ve ceza sistemine kavuşması zorunludur. Hukuk devletini her alanda geliştirip kurumlaştıramayan bir Türkiye'nin demokrasi ve insan hakları meselesini gerçek mânâda çözüme kavuşturması mümkün olamaz. Bir grup insanın imtiyaz sahibi olduğu değil, bütün vatandaşlarımızın kolayca istifade edeceği güçlü bir hukuk devleti mekanizması, demokratik rejimimizi mükemmele ulaştırma çabamızın temel şartıdır.

Bunun için, ülkemizin Avrupa Birliği'ne üyelik meselesini, siyasi kriterlere indirgemek, çoğu zaman da bu kriterleri azınlık hakları ve etnik kimlikler gibi bir çıkmaz sokağa hapsetmek doğru değildir. Türkiye'nin, ileri sanayi toplumlarının sosyal ve ekonomik seviyesine ulaşması, en az siyasi gelişimi kadar önemlidir.

Türkiye, 21. Yüzyılın başında, bir taraftan kendi sosyal, ekonomik ve siyasi yapısını tamir edip yeniden inşa ederken, diğer taraftan da küresel ve bölgesel vizyonunu geliştirmek zorundadır. En başta da küreselleşme sürecini, belirli gelişmiş ülkelere özgü bir zenginlik paylaşımı olarak görmemek gerekir. 21. Yüzyılın temel problemi, küreselleşme sürecini, daha insani bir boyut ve hedef kazandırarak kontrol altına almaktır.

Avrupa Birliği'yle olan ilişkilerimizde de benzer bir yaklaşımın geliştirilmesi önem taşımaktadır. Bizim Avrupa Birliği'ne üyelik sürecimizin resmiyet kazanması, Birliğe karşı yükümlülüklerimizi arttırmıştır. Ancak, bu süreç, üzerinde yeterince durulmayan bir gerçeği daha beraberinde getirmiştir. Avrupa Birliği'nin de, aynı Türkiye gibi, yükümlülükleri ve sorumlulukları artmıştır.

Avrupa Birliği, başını kuma gömerek küresel eşitsizliklere ve sorunlara gözlerini kapamamalıdır. Dar ülke ve bölge çıkarları sebebiyle Çeçenistan'da bir halkın, kentlerin, kasabaların açıkça yok edilmesine seyirci kalınmamalıdır. Türkiye'nin terör örgütleriyle mücaledesine sürekli eleştiriler yöneltmiş ve zaman zaman da bunları koruyup kollamış bir Avrupa'nın Çeçenistan'daki soykırıma varan bir durumu, Rusya'nın terörizmle mücadelesi olarak görmek istemesinin izahı mümkün değildir.

Bugün, dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu şartlar bölgemizde güçlü ve istikrarlı bir Türkiye'ye olan ihtiyacı daha da arttırmış bulunmaktadır. Türkiye sorunlarını çözen bir ülke haline geldikçe, demokrasisi ve ekonomisi güçlendikçe her alanda mesafe katedecektir. Artık ülkemizi, küçük hesaplara mahkum etmeyecek, kısır çekişmeler içinde bunaltmayacak bir siyasi ve ekonomik gelişme çizgisini ve hızını yakalamamız şarttır.

Bu duygu ve düşüncelerle yüksek heyetinizi bir kez daha saygılarımla selâmlıyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.