Devlet Bahçeli'nin 14 Aralık 1999 tarihli TBMM grup toplantısında yaptığı konuşma

Muhterem Milletvekilleri,

Sayın Basın Mensupları,

Hepinizi öncelikle saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Bugün yine huzurlarınıza hepimizi derinden sarsan bir acı ve üzüntü ile çıkıyorum. Dava arkadaşım, aziz kardeşim Çanakkale Milletvekili Sıtkı Turan’ı ve danışman arkadaşımız Metin Demir’i, daha Kadir Görmez’in bütün üzüntüsü yüreğimizde iken elim bir trafik kazasında kaybetmiş bulunuyoruz.

Muhterem dava arkadaşlarıma Yüce Allah’tan rahmet; ailelerine, Çanakkale’lilere, camiamıza ve aziz milletimize başsağlığı diliyorum.

Hatırlanacağı üzere, son aylar içinde hem iç hem de dış politika ve ekonomi alanında ülkemizin geleceğini doğrudan ilgilendiren önemli gelişmelerin cereyan ettiğini daha önce ifade etmiştim.

Türkiye’nin ekonomik açmazlardan kurtuluşunu sağlamaya yönelik tedbirler zincirinin halkalarından birini oluşturan kararlar, geçen hafta içinde resmen açıklanmış bulunmaktadır. Son bir haftaya damgasını vuran ikinci önemli gelişmeyi ise, Avrupa Birliği’ne üyelik maceramızda gelinen yeni dönüm noktası oluşturmaktadır.

Geçtiğimiz Cuma günü toplanan Birlik üyesi ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla gerçekleşen Helsinki Zirvesi’nde adaylık statümüz resmen kabul edilerek ilân edilmiş bulunmaktadır. Bu önemli gelişmeyi değerlendirmeye geçmeden önce, ekonomik hayatımızın bugünü ve yarınıyla ilgili olarak birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Zaman zaman vurguladığımız gibi, Türk Ekonomisi, uzun süredir yakalandığı kronik hastalığı yenmeye çalışan, ama buna rağmen giderek ateşi yükselen bir özelliğe sahiptir. Arada sırada uygulanan tedaviler ile ateşin düşmesi mümkün olamamış, ancak belirli bir süre belirli bir seviyede tutulması sağlanmıştır.

Ekonomimizin ateşinin yükselmesinde rol oynayan temel faktör, hiç tartışmasız, her yıl içinden çıkılmaz hale gelen borç ve faiz sarmalıdır. Ekonomik bünyenin yüksek ateşe elverişli bir karakterde olması da, hastalığın kronik bir hâl almasına uygun bir altyapı oluşturmaktadır.

Her geçen gün olumsuz toplumsal sonuçlara yol açan, en önemlisi de sorunların çözülemeyeceğine dair kanaatlerin güçlenmesine vesile olan bu durumun, ortadan kaldırılması da takdir edileceği gibi kolay olmamaktadır. Bunun için, bir taraftan yapısal olumsuzlukların düzeltilmesi, diğer taraftan da dışsal olumsuzlukların en aza indirilmesi gerekmektedir.

Meclisimizin ve hükümetimizin bu zamana kadar ortaya koyduğu kararlılık ve aldığı tedbirler, bu iki temel faktörle birlikte mücadeleyi öngörmektedir.

Bugün gelinen noktadan geriye dönüp baktığımızda küçümsenemeyecek bir mesafenin katedildiği görülmektedir. Bizce en önemlisi, Türkiye’nin borç ve faiz bataklığı ile enflasyon belâsından kurtulacağına dair ciddi bir olumlu beklentinin, toplumsal güven duygusunun gelişmeye başlamış olmasıdır. Bu döneme kadar alınan tedbirlerin başarıya ulaşamamasında bu boyutun eksikliğinin çok belirleyici bir rol oynadığı bilinmektedir. Bugün olumlu bir manevi iklimin, bir toplumsal güvenin oluşmaya başlaması geleceğe ilişkin ümitlerimizi arttırmıştır.

Bu süreçte, sizlerin, 21. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yaptığı fedakârca çalışmaların rolü çok büyüktür. Bu vesileyle, hepinize bir kez daha şükranlarımı sunmayı borç telâkki ediyorum.

Gelişmelerin bir başka sevindirici tarafı da, reel ekonominin hem bu iklime hem de alınan somut tedbirlere olumlu cevap vermeye başlamış olmasıdır. Son bir ay içinde faiz ve enflasyonda ciddi bir düşme eğilimi ortaya çıkmıştır. Bugünden öngörülmeyen çok ciddi bir sorun ile karşılaşmadığımız takdirde, 2000 yılı, son çeyrek asırlık ekonomi tarihimiz içinde özel bir yere sahip olacaktır. İnşallah halkımız, önümüzdeki yıl, enflasyon ve faiz bataklığından kurtulmaya başladığımızı yakından hissedecektir.

Gerek yeni alınan ekonomik ve mali tedbirler, gerekse bir yıldır içinde bulunduğumuz ciddi daralma ve durgunluk süreci, bir süre daha dar gelirli vatandaşlarımızı olumsuz yönde etkilemeye devam edecektir. Zorlu kış aylarını atlattıktan sonra, yaz aylarından itibaren sosyo-ekonomik hayatımızda beklediğimiz canlanma ile birlikte toplumsal rahatlama da söz konusu olacaktır.

Sanayici ve işadamlarının, gayri menkul sahiplerinin, dar gelirli vatandaşlarımızın durumunu dikkate almalarını, ekonomiyi rayına oturtup yeniden diriltme mücadelesine aktif destek vermelerini bekliyoruz. Unutulmamalı ki, bu mücadele kollektif fedakârlık ve dayanışma ile başarılabilir. Yine ancak bu yolla en az toplumsal maliyetle atlatılabilir.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizde gelinen bugünkü nokta, ülkemizin sadece bir bölgesel oluşuma iştirak sürecinde yeni bir aşamaya girdiğini ifade etmemektedir. Hem toplumsal ve ekonomik hem de uluslararası alanda yeni gelişmeleri beraberinde getirebilecek bir güzergâha yönelişi ifade etmektedir. Avrupa ülkelerinin oluşturduğu siyasi ve ekonomik birliğe üye olma meselemiz, bugün artık, üzerinde çok yönlü olarak kafa yormamız gereken daha somut, daha sıcak bir günden maddesi durumundadır.

Hatırlanacağı üzere, Avrupa birliği düşüncesi II. Dünya Savaşı sırasında şekillenmeye başlamıştır. Winston Churchill, 21 Mart 1943 tarihinde radyoda yaptığı konuşmada, 2. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın karşılaşacağı büyük sorunların çözülebilmesi amacıyla bir Avrupa Konseyi ile bir de Asya Konseyi kurulması önerisini dile getirmiştir. Dünya Savaşının sona ermesinden dört yıl sonra, 5 Mayıs 1949 tarihinde Batı Avrupa’da 10 ülke birleşerek Avrupa Konseyi’ni oluşturmuşlardır. Bu organizasyonu, 1 Ocak 1958 tarihinde kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu takip etmiştir.

Avrupa’nın en eski ve en geniş kapsamlı bu kuruluşunun ana amacı, üye ülkelerin paylaştıkları temel ilkeleri korumak, sosyal ve ekonomik gelişmelerini kolaylaştırmak amacıyla işbirliği yapmaktır. Organik yapısı ve işleyişi açısından da, birden fazla ulus devletin eşitlik ilkesi ile oluşturduğu bir devletlerarası ve devletlerüstü bölgesel birliktelik anlamına gelmektedir. Bir devlet, kendi egemenlik haklarının bir kısmından feragat ederek bu uluslararası topluluğun eşit hak sahibi bir üyesi olmaktadır.

2. Dünya Savaşı sonrasında şekillenmeye başlayan dünya düzeninde temel tercihini Batı Dünyasından yana yapan Türkiye, Batılı Devletler ile ekonomik ve siyasi ilişkiler içine girmek için özel gayret sarfetmiştir. Bu temel tercihte, 19. Yüzyıldan itibaren hız kazanan modernleşme ve batılılaşma süreci ile Soğuk Savaş dönemi şartlarının belirleyici bir rol oynadığına şüphe yoktur.

Birleşmiş Milletler üyeliğimizi NATO üyeliği takip etmiş, bunun hemen ardından Avrupa Konseyi’ne üye olma talebimiz gündeme getirilmiştir. 25 Mart 1957 tarihinde imzalanan Roma Anlaşması ile 12 Eylül 1963’te imzalanıp 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki Ankara Anlaşması, bu ilişkiler ağına resmiyet kazandıran belgeler olmuştur.

İşte, ülkemizin Avrupa Birliği’yle olan uzun ve sancılı ilişkiler tarihi böyle başlamış, çeşitli aşamalardan geçerek bugünkü noktaya gelmiştir. Avrupa Birliği, Türkiye ile bütünleşme meselesine uzun bir sürece yayılmış genel bir strateji çerçevesinde yaklaşmıştır. Ülkemizin de kendi payına düşen taahhütleri yerine getirme konusunda pek aceleci ve istekli davranmadığı bir gerçektir. Ama bundan daha fazla gerçek olan, Birliğin bütünleşme konusunda, ülkemize mesafeli yaklaşma, Türkiye’nin sorunlarını büyütme ve yalnız bırakma şeklinde özetleyebileceğimiz bir tavır geliştirmiş olmasıdır. Hiç dostane ve yapıcı olmayan bu fiili ve resmi tavır, ilişkilerimizin genel rengini belirlemiş ve önemini sürekli korumuştur.

Ülkemizin 1987 yılında, Avrupa Birliği’ne yaptığı tam üyelik başvurusunun iki yıl sonra reddedilmesinin ardından Gümrük Birliği Anlaşması’nın imzalandığı tarihe kadar kayda değer bir gelişme yaşanmamıştır. Bu dönem boyunca, özellikle Avrupa Parlamentosu’nda, Türkiye’yi tek taraflı olarak sıkıntıya sokan, terör örgütünün tezlerine yakın kararların alındığı göze çarpmaktadır.

Gümrük Birliği Anlaşması ise, her ne kadar tam üyeliğe giden yolda önemli bir adım, bir hazırlık süreci olarak telakki edilmiş olsa bile, birçok açıdan ülkemize pahalıya malolmuştur. Gerçekten de, ekonomik boyutlarını bir kenara bıraktığımızda dahi siyasi anlamda ciddi bir olumsuzluğu ifade etmektedir. Çünkü, “karşılıklılık ilkesi” söz konusu olmadan egemenlik devrinin ortaya konması, uluslararası ilişkilerimiz ve saygınlığımız bakımından bir hata olmuştur.

Hatırlanacağı üzere, 12-13 Aralık 1997’de toplanan Lüksemburg Zirvesi, Birlik ile olan ilişkilerimizin tarihinde bir kara leke olarak yer alacak kadar bir sorumluluk ve haksızlık örneği oluşturmaktadır. Bu zirvede, Orta ve Doğu Avrupa’daki bazı ülkelere tam üyelik perspektifi verilirken, ülkemize karşı ayrımcı ve küçük düşürücü bir tavır sergilenmiştir. Lüksemburg sonrası iki yıl boyunca ilişkilerimiz, en soğuk ve verimsiz dönemini yaşamıştır.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Bilindiği gibi, Lüksemburg Zirvesi’nden iki yıl sonra toplanan Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyeliğe aday ülke statüsü resmen tescil edilmiş ve buna dair bir perspektif ortaya konmuştur. Huzurlarınızda, bu çerçevede gündeme gelen ve zihnimizi kurcalayan bazı konuları üç temel soru etrafında ele almak istiyorum.

Birinci soru: İki yıl içinde bu noktaya nasıl ve niçin gelinmiştir? İkinci soru, Helsinki Zirvesinde ilan edilen üyelik perspektifini içeren metin ne ifade etmektedir? Son olarak, bundan sonra ne olacaktır ve Türkiye’nin tavrını nasıl belirlemek gerekmektedir?

Helsinki Zirvesi’nde alınan karar, ülkemizin Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinde bir dönüm noktasıdır, bir kilometre taşıdır. Aynı zamanda ülkemizin giderek artan uluslararası saygınlığının ve gücünün de kabulü anlamına gelmektedir. Birliğe adaylık statüsü, bizler açısından Türkiye’nin Batıya açılan büyük pencerelerinden birindeki sis perdesinin bir ölçüde kalkması anlamına gelmektedir. Bunun dışındaki genel bakış açıları, gerçekçi olmayan ya da “kraldan çok kralcı” bir mantığın eseri olan anlayışları ifade etmektedir.

Bu noktada, bir hususun altını daha çizmek istiyorum. Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilişimiz, bir lütuf değildir. Adaylık statüsü, herşeyden önce başlangıçta imzalanan anlaşmalardan kaynaklanan bir hakka dayanmaktadır. İkinci olarak, Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminin hemen ardından küçümsenen jeopolitik ve jeoekonomik öneminin yeniden keşfedilmeye başlanmasıdır. Ülkemizin Avrasya coğrafyasında anahtar bir konuma sahip olması; Kafkaslarda, Balkanlarda ve Ortadoğu’da arzulanan istikrar için Türkiye’ye ihtiyaç duyulması, Avrupa Birliği’nin yeni yaklaşımında belirleyici olmuştur.

Gene, 18 Nisan seçimlerinden sonra ortaya çıkmaya başlayan siyasi ve ekonomik istikrar tablosu da gelinen aşama üzerinde olumlu bir katkı sağlamıştır. Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsünün tanınması, işte bütün bu faktörlerin bir ürünüdür.

Türkiye’nin önüne konan yol haritası, geçmiş ile karşılaştırıldığında ön yargılardan ve ilave şartlardan belirli ölçülerde arınmış bir mahiyet arzetmektedir. Kıbrıs ve Ege sorunlarıyla ilgili ifadeler ise, ülkemize yönelik yeni dayatmalar içermemekte, ancak rahatsız edici bir boyuta da sahip bulunmaktadır.

Türkiye, bu zamana kadar Ada’da hep kalıcı ve adil bir barıştan yana olmuştur. Bunun dışındaki tek taraflı dayatmalarla bulunacak çözümlerin gerçek bir çözüm olamayacağına inanmaktadır. Böyle bir yol, Türkiye açısından kabul edilemez bir durumu ifade edecektir. Hiç kimse bizlerden Kıbrıs ve Ege’de bir oldu bittiye rıza göstermemizi, adaletsizliğe tahammül etmemizi beklememelidir.

Son olarak, bazı iç ve dış çevreler tarafından telâffuz edilen yükümlülükler konusuna değinmek istiyorum. Gelinen nokta, Türkiye’yi tek taraflı olarak yükümlülük altına sokmamaktadır. Yeni süreçte, geçmişte olduğu gibi tek taraflı beklentilerle, fedakârlıklarla ve suçlamalarla yol almak mümkün değildir. Ne mantıkla ne de ahlâkla izah edilebilecek böyle bir durum, bizler açısından kabul edilmesi mümkün olmayan bir yöntemi ifade etmektedir.

Adaylık dönemi, her iki tarafa birden yükümlülükler ve sorumluluklar yüklemekte, ilişkilere karşılıklı iyi niyetin ve işbirliği çabasının hakim olmasını gerekli kılmaktadır.

Yine, bazı iç ve dış çevrelerde terörist başına olan ilgi ve sempatinin Helsinki Zirvesi’nin ardından tekrar nüksettiği gözlenmektedir. Birliğin Dış Politika ve Ortak Savunma Yüksek Temsilcisi Sayın Solana ile dönem başkanı Sayın Lipponen, Zirve sonrasında düzenledikleri basın toplantılarında ağırlıklı olarak idam cezasının kaldırılmasına ve insan hayatına verdikleri öneme vurgu yapmışlardır. Bizler de, Avrupa Birliği’nin insan hayatına değer ve önem vermesini anlıyor, ama terörist başına verdikleri önemi ve değeri anlayamıyoruz.

Birlik yöneticilerinin ilişkilerimizin geleceğiyle ilgili olarak, gündemin ilk sırasına, resmi bir mahiyet taşımasa bile bu noktayı oturtmaları, hiç de dostane ve ciddi bir yaklaşım değildir. Kendilerini, şehitlerimize, hunharca katledilen onbinlerce masum sivil insanımıza ve tabii ki bütün milletimize karşı daha duyarlı ve saygılı olmaya davet ediyorum.

Muhterem Arkadaşlarım,

Bundan sonra önümüzde zorlu ve uzun bir yol var. Türkiye, sonuçta, Avrupa Birliği’ne üye olsa da, olmasa da kendi demokrasisinin ve hukuk devletinin standartlarını yükseltmek durumundadır. Her zaman söylediğimiz gibi, Türkiye milli bütünleşmesini pekiştirerek demokratik hukuk devletini geliştirmek zorunluluğuyla karşı karşıyadır.

Bizler, Batı Dünyasıyla olan her türlü ilişkimize ne üstünlük ne de aşağılık kompleksiyle yaklaşamayız. Gelişmelere ve sorunlara, gerçekçi ve çok yönlü bir global strateji çerçevesinde yaklaşma durumundayız. Türk Milleti için vazgeçilemez olan, milli kültürümüze, toprak bütünlüğümüze ve üniter devlet yapımıza olan saygı ve bağlılıktır. Avrupa’nın Türkiye’nin gerçek dostu olduğunu ispatlayacak kriterlerden birini, şüphesiz ülkemizin bu milli duyarlılıklarına gösterecekleri saygı oluşturacaktır.

Bu düşüncelerle hepinizi bir kez daha saygılarımla selâmlıyorum.