Devlet Bahçeli'nin 10 Ağustos 1999 tarihli TBMM grup konuşması
Değerli Arkadaşlarım,
Saygıdeğer Basın Mensupları,
Sözlerime hepinizi sevgi ve saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum.
Yine yoğun mesai sarfettiğimiz bir haftayı daha, acı bir olayla birlikte geride bırakmış bulunuyoruz. Geçtiğimiz hafta sonu maalesef elim bir saldırı sonucu Türk işçi hareketinin önemli isimlerinden Genel Maden İş Sendikası Genel Başkanı ve Türk-İş Genel Sekreteri Şemsi Denizer hayatını kaybetmiştir. Büyük üzüntüyle karşıladığımız olayda hayatını kaybeden Merhum Denizer’i rahmetle anıyor; ailesine ve Türk işçi camiasına taziyelerimizi sunuyorum.
Değerli Arkadaşlarım,
Kıymetli Basın Mensupları,
Bugünkü konuşmamda geçen hafta temas ettiğim iki konuya tekrar vurgu yapmak istiyorum.
Bilindiği üzere hem bölgemizde, hem ülkemizde son zamanlarda önemli olaylar yaşanmaktadır. Dünyada önce Uzakdoğu’da başlayıp yayılan ve kısa sürede bütün dünyada etkileri görülen ekonomik krizi, bir çok ülke aldıkları yerinde kararlarla atlatmış bulunuyor.
Son yıllarda gerek küresel krizin niteliğini kavrayacak doğru politikalar üretilemediği, gerekse yapısal reformlar zamanında hayata geçirilemediği için Türk ekonomisinde ciddi sorunların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.
Bunlara ek olarak, enflasyonist bir ortamda, kamunun aşırı derecede borçlanmasıyla ortaya çıkan borç-faiz kısır döngüsü, reel sektörde ciddi bir maliyet artışını beraberinde getirmiştir.
Reel sektörü, yani üreticileri cezalandıran bu yanlış politikalara vergi ve mali sistemde yapılan bazı değişikler de ilave edilince, ekonomideki daralmalar tahammül edilemez hale gelmiştir.
Bu çerçevede hükümetimiz hem ihracatı teşvik edecek hem de iç piyasaları canlandıracak bir dizi politikayı uygulamaya koymuştur. Büyük bir aksilik olmazsa önümüzdeki aylarda ekonomik canlanma kendini hissettirecek, 2000 yılı ortalarında ise ekonomimiz rayına oturmaya başlamış olacaktır.
Aziz Arkadaşlarım,
Türkiye’nin kalkınma sürecinde duraklamaya, ekonomide gerilemeye tahammülü yoktur. Türkiye artık yıllardır içinde yer aldığı ekonomik geri kalmışlık çemberinden çıkma fırsatını bulmuşken, Türk toplumu böyle bir dinamizmi ortaya koymuşken bundan dönemez. Bu yüzden Türkiye’nin kalkınmasının hızlandırılması, gecikmiş olsa da sanayi devrimini başarması gerekmektedir.
Türkiye sanayileşmesinin dinamosu KOBİ diye adlandırılan küçük ve orta ölçekli işletmelerdir. Bunların büyük kısmı aile işletmeleri veya küçük sermayelere sahip bir çok ortağın bir araya gelerek oluşturduğu çok ortaklı şirketlerdir.
Türkiye’nin sanayileşme modeli belli olmuştur. Devletçilikle başaramıdığımız şeyi, küçük sermayelerin oluşturduğu çok ortaklı şirketler ve aile işletmeleri başarmak üzeredirler. Bunun için gerekli olan faktörler, rekabetçi piyasa mekanizmasının kurumlaşması, siyasi istikrarın kalıcılığı ve kamu kaynaklarının bu dinamiklere göre yani rasyonel bir şekilde kullanılmasıdır.
Küçük ve orta ölçekli işletmelerin dinamizmini artıracak, bu yatırımları tamamlayacak bir diğer alan ise yabancı sermaye yatırımlarıdır.
Eğer Türkiye yeterli derecede yabancı sermaye çekmeyi başarabilirse, yeni teknolojilere, bilgi yoğun teknolojilere açılma konusunda başarı sağlarsa, ekonomik gelişme sürecini hızlandırması mümkün olacaktır.
Son olarak üzerinde durduğumuz tahkim konusu, yabancı sermayenin akışkanlığını hızlandıracak bir faktör olduğu gibi, Türkiye’nin kendisine güveninin de bir ifadesidir.
Türkiye’nin bağımsızlığının temel göstergesi, öncelikle kalkınmamızı tamamlayıp tamamlayamamış olmamızla ilgili bir durumdur. Teknolojisi geri, ithal ikameci modele takılı kalmış, sermaye kıtlığı çeken, dış ticaret açığı giderek büyüyen bir yapıyı sürdürmek isteyenler, ne milli bağımsızlığımızı koruyabilirler ne de milletin hakimiyetini sürdürebilirler.
Kalkınmasını tamamlamış güçlü ve huzurlu bir Türkiye sadece halkımız için değil, bölgemiz ve dünya için de çok önemlidir. Böyle bir ülke, Balkanlar’dan, Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan, Orta Asya’ya uzanan bir bölgeyi harekete geçirebilir, refah ve istikrara taşır. Türkiye’nin ve Türk-İslam Dünyası’nın atıl kaynakları ancak bu şekilde değerlendirilip toplumsal gelişmenin hizmetine sokulabilir.
Sayın Basın Mensupları,
Değerli Arkadaşlarım,
Ekonomik sorunların çözüm meselesi ne kadar önemli ise, insan yetiştirme sistemi de en az o kadar önemlidir. Hatta daha önemlidir. Son yıllarda insan yetiştirme sistemimizde, eğitim düzenimizde ortaya çıkan sorunların başında yüksek öğrenim sorunları ve YÖK gelmektedir. Toplumların gelişmesinin ve kalkınmasının temelinde, bilgi ve teknolojinin önemi bilinmektedir.
Fakat günümüz dünyasında bilimsel bilgi üretimi, bütün tarihi zamanlardan daha fonksiyonel hale gelmiştir. Bilgi hem ekonomik ve teknolojik gelişmenin hem de toplumsal ve kültürel gelişmenin esasını oluşturmaktadır.
Bu bakımdan bilimsel bilginin üretimi çok özel bir yapılanmayı ve itinayı gerektirir. Herşeyden önce özgür bilimsel zihniyete ihtiyaç vardır. Yüksek öğretim sisteminde sadece mevcut yönetimin değiştirilmesinin yeterli olmayacağı ortadadır. Yüksek öğretim sistemimiz bilgi üretecek, bilimsel bilgi üretimini kurumsal çerçevede sürdürebilecek bir üniversite anlayışına yönelmek durumundadır.
Değişmesi zorunlu hale gelen mevcut yapı bugün Türkiye’nin ayakbağı haline gelmiştir.
Bu anlamda YÖK hem yapısal olarak hem de zihniyet olarak üniversite kavramını adeta tüketmeye çalışan, anti demokratik bir tavır sergilemektedir. YÖK öğrencileri de, öğretim üyelerini de bunaltan bir politika takip etmektedir.
Türk Milleti’nin iradesini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu politikaları ve yolsuzluk iddialarını mutlaka araştıracaktır.
Türkiye’nin önünü açmak, Türkiye’nin geleceğini aydınlatmak için herkesin işbirliği yapmasına, toplumsal huzuru ve barışı esas almasına şiddetle ihtiyacımız vardır.
Kıymetli arkadaşlarım,
Sayın Basın Mensupları,
Bilindiği gibi, ülke gündeminde yer eden bir başka konu af tartışmasıdır.
Af, gelişmiş hukuk devletlerinde sık sık başvurulan bir yöntem değildir. Buna karşılık ülkemizde, bazen kısmi olarak uygulansa da hemen hemen on yılda bir gündeme gelmektedir.
Buna yol açan nedenler arasında, hiç şüphesiz ciddi boyutlara ulaşan sosyal ve ekonomik sorunların varlığı, yargı sisteminin işleyişi hakkında duyulan kuşkular ile siyasi mülahazalar ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Bu sebeple, affın temel amacı olan sosyal yaraları sararak iç barışı güçlendirme hedefine ulaşabilmek için, toplumsal ve ekonomik ortamın çok belirleyici olduğu unutulmamalıdır. Yapılan araştırmalar, tahliye olan suçluların suç işleme alışkanlığını devam ettirdiğini, aftan sonraki beş-altı yıl içinde aftan önceki suçlu sayısına ulaşıldığını ortaya koymaktadır.
Af konusunun ele alınışında, suçluların topluma kazandırılmasının yanında, mağdurların ve onların ailelerinin psikolojisini de hesaba katmak lazımdır. Bu çerçevede daha önce çıkarılan af yasalarının kamuoyunda bıraktığı olumsuz izlerin ortadan kaldırılması şarttır.
Milliyetçi Hareket Partisi, özetlediğim bu gerekçelerle af tartışmalarına titizlikle yaklaşmakta, af kapsamına girecek suçların iyi tespit edilmesine ve kamuoyunun desteğinin alınmasına çok önem atfetmektedir. Yine affın toplumsal amaçlarının çok iyi izah edilmesinin şart olduğuna inanmaktadır.
Kısacası, af meselesi “kaş yaparken göz çıkarmayacak” ve toplumu tedirgin etmeyecek bir yasal düzenleme ile çözüme kavuşturulmalıdır. İkinci olarak da, 10-15 yılda bir gündeme getirilen af taleplerine belirli ölçülerde de olsa haklılık kazandıran sosyo-ekonomik hayattaki ve yargı sistemindeki çarpıklıkları gidermeye yönelik politikaları bir an önce hayata geçirmek şarttır.
Değerli Dava Arkadaşlarım,
Sayın Basın mensupları,
Son günlerde terör örgütü başının kendi örgütüne yönelik olarak yaptığı “geri çekilin, Türkiye’yi terkedin” şeklindeki açıklamaları bir dizi tartışmayı beraberinde getirmiştir. Bazı yorum ve tavsiyelerde, Türk Devleti’nin bu çağrıya mutlaka cevap vermesi gerektiği, önümüze çıkan bu fırsatın iyi kullanılmasının şart olduğu vurgulanmaktadır. Bu ve benzeri görüşleri ileri sürenlerin bir kısmının başka amaçları olmasa bile, çete başının iyi niyetinden ve samimiyetinden bu kadar emin olmalarını anlamak çok zordur.
Siyasi çözüm, diyalog ve pazarlık kelimelerinin sıkça telaffuz edilmeye başlandığı bugünkü tablo aslında Türkiye için yeni değildir. Birinci hedefi, Türk ve Dünya kamuoyunu yönlendirmek ve zaman kazanmak olan bu tür tavırlarla ve onu destekleyici yorumlarla daha önce de karşılaşılmıştır.
Terör örgütünün faaliyetlerinin ivme kazandığı dönemlerde siyasi çözüm ve diyalog önerisini dile getirenlerle, terör örgütünün çökertilmeye başlandığı bugünlerde yine siyasi çözüm ve diyalogdan bahsedenler, aynı çevrelerdir, aynı kalemlerdir.
Bunlar militanlara “silahlarınızı bırakıp teslim olun, Türkiye‘ye boş yere zaman kaybettirmeyin çağrısı yapacaklarına, Türkiye Cumhuriyeti’ni sorumlu ve suçlu göstermeye çalışmaktadırlar. Sorunun tanımlanması konusunda yıllardır terör örgütünün dış desteklerinin abartıldığını söyleyip terör örgütünün jeopolitik ve jeoekonomik denklemlerdeki yerini inkâr edenler, şimdi dış konjonktürü keşfetmeye başlamışlardır. Son beş-on yıllık gazete arşivleri karşılaştırıldığında bu açıkça görülecektir.
Dün olduğu gibi bugün de bazı çevreler, terör örgütünün kendini kurtarmaya yönelik taktik ve stratejik çıkışlarının çok önemli ve tarihi bir toplumsal barış fırsatı olarak ele alınmasını telkin etmeye çalışmaktadırlar .
Değerli Arkadaşlarım,
Bırakınız Türkiye’yi, dünyanın hiçbir hukuk devletinde, bağımsız yargı önünde suçlu bulunarak en ağır cezaya çarptırılan bir kişinin siyasi muhatap kabul edilmesi mümkün değildir. Bu, her şeyden önce bu zamana kadar güvenlik güçlerimizce verilen mücadelenin, şehitlerimizin, onların gözü yaşlı ailelerinin ve yargı sistemimizin hiçe sayılması anlamına gelir. Cezaların caydırıcılığını ortadan kaldırır ve benzeri oluşumları teşvik eder. Hem içerde hem de dışarda devletimizin ciddiye alınmaması tehlikesini beraberinde getirir. Buna da hiç kimsenin hakkı yoktur.
Çünkü, herhangi bir terör örgütü ya da onu temsil eden bir güçle müzakereye oturulmasının yol açacağı sıkıntı tahmin edilenden çok fazladır. Türkiye’nin böyle bir durumda maliyeti çok ağır olan bir fatura ödeyeceği açıktır. Herşeyden önce insanımıza ve vatanımıza kasteden ve bunun için çete kuran birini ödüllendirmek anlamına gelecektir.
Bu da, bazılarının zannettiği gibi, sorunun çözümüne değil, daha derin toplumsal ve siyasi sorunların ortaya çıkmasına hizmet eder. En başta, bölücü terör örgütünün ve başının Güneydoğu’da yaşayan vatandaşlarımızın temsilcisi olarak görüldüğü gibi bir izlenimin yaratılmasına sebep olur. Yine, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerini ve geleneklerini hiçe saymak anlamına gelir.
Bunun yanında, terör örgütünün uluslar arası platformlarda da siyasi muhatap olarak kabul görmesine ve sorunun uluslar arası düzeyde siyasallaşmasına yol açacaktır. Türk Devleti’nden böyle bir gelişmeye katkıda bulunmasını beklemek, örgütün tanınması sürecine hizmet etmesini istemek, en basit tabirle safdillik olur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, özünü PKK’nın siyasi tanınmasının oluşturduğu bir yaklaşım içine girebileceğini düşünmek çok yanlıştır ve yanıltıcıdır. Kimse dolaylı da olsa terörün hedefine ulaştığı izlenimini uyandıracak bir anlayış içinde olmamalıdır. Yine hiç kimsenin böyle bir tarihi hatayı, demokrasi ve insan hakları gibi kavramlarla süsleyerek sunmaya hakkı yoktur.
Türkiye’nin geçmişini ve hatta kendini inkâr ederek, terör örgütüyle pazarlık yapması ya da idama mahkûm ettiği birini siyasi muhatap kabul etmesi mümkün değildir. Çeşitli sebeplerle PKK’nın güdümüne girmiş olanların yapacağı bir tek şey vardır. Uluslar arası çıkar mücadelesinin enstrümanlarından biri olduğu gün gibi aşikâr olan bir örgütün maşası olmayı reddederek teslim olmalarıdır.
Yıllardır ülkemizin gelişmesini sekteye uğratan, huzur ve güvenliğimizi tehdit eden oyunları bozmak zamanı gelmiştir.
Her Türk vatandaşı bu şuur içinde hareket ettiği sürece çözülemeyecek hiçbir sorunumuz yoktur. Büyük Türk Milleti, temel tercihi olan demokrasi, cumhuriyet ve birlik içinde yaşamaya devam edecektir. Türkiye, bu aziz milletin mukaddes vatanı olarak kıyamete kadar var olacaktır.
Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi bir kez daha saygılarımı sunarım.