BAHAR

Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı. Bazılarının bronşiti, bazılarının romatiz­ması azmış. Baharın hastalıkları saymakla tüken­mez ki... Mart güneşi, uzviyette çöreklenip yatan bütün yılanları uyandırıyor; toprağın yeniden genç­liğe kavuştuğu bu mevsimde, hava kuş cıvıltılarıyle beraber insan iniltileri ve hırıltılariyle dolu. Dün neş’eli bir kır köşesinde baharın bu iki zıt levhasını yanyana gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar oyna­ şıyor, kuşlar uçuşuyor, taze dudaklar ağaç kütük­lerinin siperinde, sonu gelmez buselerle öpüşüyor; diğer tarafta ise, yaşlı hastalar, yorgun iskeletleri­nin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşgul. Bahar bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu yaratıkların sayısını yaşayanların yekûnundan dur­madan çıkarmakta...

Ne yazık ki vücudun çökmesi zekânın olgunluk zamanına tesadüf eder. Mânâsız çocukluk, tatsız gençlik, olgunluk çağına hazırlanmaktan başka ne­dir? Zekâ — nar, ayva ve portakal gibi — geç renk ve koku kazanan bir sonbahar mahsulüdür. En az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballan­mıyor. Dünyayı idare eden, ilim, fen, san’at ve ede­biyat cereyanlarını idare eden, şakakları beyazlanmış kafalardır. Genç allâme ve genç dâhi bir muci­zedir ki bazı yerlerde vücut buluyor.

Ne olacağı meçhul yeni doğmuşlara yer açmak için ölümün her sene, bilhassa baharda, kır saçlara attığı tırpan, kim bilir, tabiata karşı insan zaferini ne kadar geciktirmektedir!