Bir Temiz Havlu Uğruna

BİR TEMİZ HAVLU UĞRUNA

"Balık istifi” denilen o kımıldanmaz, o nefes almaz kalabalıkla taşacakmış gibi dolu olan Şirket vapurunun kenarında, kaptan kulesinin altındaki dört ince, beyaz demir direğin içine, üç arkadaş çömelmiş, savaştan, parasızlıktan, bulgurdan bahsetmemek için eski zamanları hatırlıyor, dertleşiyorduk! Hava sıcaktı. Boğaz'ın tepelerindeki tek tük korular parlıyor, deniz düz mavi bir kadife gibi uzanıyordu. Başka milletlerin elinde olsa, bizim içinde yalnız sıkıntı duyduğumuz bu eğlencesiz, bu zevksiz, bu neşesiz İstanbul, kim bilir nasıl bir dünya cenneti olurdu? Babalarımız bu güzelliklerden istifade etmişler, yemişler, içmişler, sevmişler, sevilmişler, zevk içinde, heyecan içinde hayatlarını geçirmişlerdi. Biz şimdi babalarımıza benzemedikten başka, onların zevklerini ayıplamaya bile kalkıyorduk. O kadar kabalaşmış, alıklaşmış, aptallaşmıştık.

İsmini hatırlayamadığım eski okul arkadaşım:

"Ah keşke biz o vakitler dünyaya gelseydik...” dedi.

Bu kumral saçlı, kesik, kumral bıyıklı şişman bir kalem beyi idi. Yirmi beş sene evvel Sarıyer okulunda beraber okumuştuk. O ne olmuştu? Bilmiyorum. O da tabii benim ne olduğumu bilmiyordu. Yalnız rast geldikçe selamlaşıyorduk. İşte o kadar...

Öbürü?... Onun da ismini bilmiyordum. Galiba Gülhane Rüştiyesi'nden arkadaşımdı. Kıyafetinden onun da bir kalem beyi olduğu anlaşılıyordu.

"Âmin denemeyecek boş bir dua...” diye başını salladı.

Pek zayıf, pek asabiydi. Merhum babasından dinlediği eski Boğaziçi âlemlerini, mehtap eğlencelerini anlatmaya başladı. Bebek Koyu hep kayıkla dolamış. Bahaî körfezinden, Kör Tahsin Bey yalılarının önünden geçilemezmiş. Gazeller, sazlar, ahlar şafağa kadar devam eder, bu genel ahenkten asabileşen bülbüller, sabahleyin güneş doğduktan sonra bile ötmekten vazgeçmezlermiş.

Şimdi, şimdi, şimdi...

Acı acı gülümseyen kumral, çocukluk arkadaşım canlı tahtelbahirler1 gibi bata çıka vapurla yarış yapmaya çalışan yunus balıklarını göstererek,

"Bütün Boğaz'ın keyfi, eğlencesi, mehtabı bunlara kaldı” dedi.

Öbürü dalgın gözlerle karşı sahile bakmaya başladı. Bir sessizlik... Artık çarkın patpatlarını duyuyorduk!

Ben bu sıkıcı sessizliği bozdum:

"Aslında dışarıda mesut değiliz” dedim, "fakat evimizde? Çoluğumuzun çocuğumuzun arasında? Hayatımızın her türlü yokluklarını unutmaz mıyız?'

İkisi de manalı manalı gülümsedi. Kumral şişmancası, azarlanmış bir çocuk küskünlüğü ile denize baktı. Öbürü yüzünü ekşitti:

"Yarama dokundun.” dedi.

Anlamadım, sordum:

"Ne demek?”

"Bütün hayatımca sürecek bir kanserin ta üzerine bastın...”

Yine anlamadım:

"Yani, aile hayatında da mesut değil misiniz?”

"Mesutluk şöyle dursun, bilakis çok bedbahtım."

"Sebebi görünür bir şey değil ki, söyleyeyim.”

Kumral şişman da gözlerini dalgalardan kaldırdı.

Benim gibi sordu:

"Söyle, niçin mesut değilsin bakalım?”

Zavallı, yüzünü daha beter ekşiterek uzamış tıraşlarını kaşıdı. Tepesi dökülmüş başı kocaman bir bilar- do yuvarlağı gibi muntazam, gayet parlak, gayet beyazdı.

"Niçin mi?” dedi. "Haydi derdimi anlatayım size...

Malum ya, gönül kimi severse güzel odur! On beş, yirmi sene evvel şimdiki gibi görme görüşme, sevme sevişme yoktu. Evlenmek tamamıyla ezberden kötü bir şeydi. Ben evleneceğim zaman, görücü gezmeye çıkacak anneme gönlümün sevdiği tipi tarif etmedim. Mesela,

Uzun boylu, ela gözlü, ablak çehreli, kâfuri beyaz olsun... filan gibi bir şey söylemedim. Yalnız sevmediğim şeyleri söyledim. Nefret ettiğim üç hal vardı. İhtimal bu üç hal ayrı ayrı birer güzellikti. Ama ben nefret ediyorum işte. Mavi göz, kısa boy, muhacirlik...

Anneciğim dedim, gözü mavi, boyu kısa, kendi muhacir olmasın... Ne olursa olsun, makbulüm! Aman bu üçüne dikkat et. Beni yakma.

Rahmetli annem dikkat edeceğine tekrar tekrar yemin etti. Kız aramaya başladı. Dünyada en hoşlanmadığım şey kadın boşamaktır. Evlenişim hem ilk, hem son olacaktı. Uzatmayayım, annem kızı buldu. Bana bir övgü, bir övgü... Tabii inandım. Nikâh oldu. Koltuğa girdim. Bir de duvağı kaldırınca ne göreyim: Çiğ mavi iki göz...

Ayakta duruyordu. Baktım, başı benim belimin hizasına bile gelmiyordu. İsmini sordum. Konuşmaya başladık. Ah o siygalar, o muhacir siygaları... Geliri, gideri, yaperi, ideri! Gözlerim karardı. Sanki dünya kafama yıkıldı. Vurulmuş gibi koltuktan çıkarken annem beni tuttu:

— Nasıl yavrum, memnun oldun ya?

— Allahtan bul, anne, beni yaktın dedim.

— Niçin, diye şaşaladı.

Merdivenin başında duruyorduk. Biraz ilerdeki kadınların işitmeyeceği kadar yavaş bir sesle konuştuk: Ben sana, mavi gözlü olmasın, demedim miydi?

— Çok güzeldi! Onun için maviliğine dikkat etmedim.

— Boyuna ne diyeceksin?

— Yaşı küçük. Daha büyür oğlum.

— Ey, muhacirliğine?...

— Muhacir ama, çok asilzade! Soyu sopu belli. Ona tamah ettim.

Ayrılmak, bilhassa 'ezberden evlenme' usulünü kabul ettikten sonra ayrılmak, büyük bir cinayetti; zavallı kızın ne kabahati vardı? Hiç bozuntuya vermedim. Talihine razı olmuş bir esir gibi ocağıma sadık kaldım. Beş çocuğum oldu. Gelinlik bir kızım yetişiyor. Düşünün, insanın nefret ettiği, sinirlerine dokunan hallerle ölünceye kadar girift kalmasın! Mavi göz, kısa boy, muhacirlik... Karımın boyu bir santimetre bile büyümedi. Asilzadeliğinden de bir şey anlamadım. Gözleri çok güzelmiş derler. Hâlbuki ben mavi duvarlı cennet bile olsa içine girmek istemem. Şimdi böyle zevkimin taban tabanına zıddına kurulmuş bir yuva bana ne kadar saadet verebilir? Dışarıdaki mahrumiyetlerimi evimde unutabilir miyim, söyleyin...” Sesimi çıkaramadım.

Kumral şişman acı acı güldü. Dedi ki:

"Ailem hakkında şimdiye kadar kimseye bir şey söylemedim. Hem böyle gevezelikleri âdeta namussuzluk sayarım. Ama şimdi icap etti. Dertliler gibi hasbıhal2 ediyoruz. Birbirimizi ayıplayacak halimiz yok.

Ben de senin gibi ezberden evlendim, ama kendim istemedim. Gençken meramım ölünceye kadar bekâr kalmaktı. Bir akşam annem damdan düşer gibi,

— Eğer evlenmezsen sana hakkımı helal etmem, dedi.

Gayet uygun bir kız bulduğunu söyledi. Şart mart koymaya meydan vermedi. Beni sıkboğaz etti. Ne mizacıma, ne zevkime, ne arzuma önem verdi. Mesela ben okur yazar şeytanca, şuh bir kadın isterdim. Esasen sükûndan, sessizlikten nefret ederim. Annemin pek uygun bulduğu kız son derece sessiz, iki lafı bir araya getiremez, durgun, okuyup yazması yok, anlayışsız bir zavallıydı. Annem asilzadelik filan düşünmemişti. Bir gün nasılsa Kocamustafapaşa'ya, Sümbülefendi'yi ziyarete gitmiş. Sokakta aptesti sıkışmış. Rast gele bir kapıyı çalmış. Kapıyı mahcup bir kız açmış. Annem abdest almak istediğini söylemiş. Kızcağız,

— Buyrun, hanım nine, diye hiç tereddüt göstermeden annemi içeri almış. Yerlerin, merdivenlerin, musluğun temizliğine annem bayılmış. Abdest aldıktan sonra, bu kızcağız hemen karşısına koşmuş, gayet temiz, gayet beyaz, ütülü, mükemmel bir havlu tutmuş. Annem bu ikrama, bu terbiyeye bütün bütün bayılmış:

— Kızım senin annen, baban var mı', diye sormuş.

— Var, efendim cevabını almış.

Kızcağızın ezilip büzülmesi daha ziyade hoşuna gitmiş. Lütuf damarları kabarmış:

— Benim bir oğlum var, ister misin, seni ona alayım, demiş.

Kız utancından kıpkırmızı kesilmiş. Hiç cevap verememiş. Annem bu sükûtu ikrar saymış3. Sümbülefendi dönüşünde tekrar eve uğramış. Ama bu sefer abdest almaya değil.. Görücü gibi! Adresimi vermiş. Kendine temiz havlu tutan kızı annesinden, Allahın emriyle, peygamberin kavliyle istemiş! Benim hiçbir şeyden haberim yokken iş olup bitmiş! Evvela karşı koymak istedim. Annem,

— Vallahi kendimi öldürürüm. Ben söz verdim.

Hakkımı sana helal etmem, diye ayağa kalktı.

Nihayet bu temiz evin, temiz kızıyla evlendim. Kadınlık adına düşündüğüm şeylerin hiçbirini karımda bulamadım. Doğrusu şimdi yalımızın her yeri bir hamam kadar temiz... Tavanlar bile sabunla ovulmaktan parıl parıl parlıyor.

Havlularımız hep ketenden... hep ütülü! Keskin keskin lavanta çiçeği kokuyor... Ama bunlar benim için bir saadet değil... Benim de çocuklarım oldu. Temiz temiz büyüdüler. Fakat düşünün, hayatımın en mühim emeline annemin bir abdesti hâkim oldu. Talihimi bir temiz havlu temin etti. Evet, ben bir temiz havlu uğruna yandım. Bir temiz havlu uğruna...”

Vapur, Sarıyer'e yanaşıyordu. Kalktık. Ufki parmaklıkların arasından birer birer güverteye geçtik.

Çömelmekten bacaklarımız öyle uyuşmuştu ki... Tıpkı oğullarına kız aramaya giden romatizmalı anneler gibi, badikleye badikleye yürümeye çalışıyorduk.