Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim(-me,isim fiil) bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan(-an.sıfat fiil) eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan(-an,sıfat fiil) babamla her vakit önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen(-en,sıfat fiil) nehirciği, bazı yıkanmaya(-ma,isim fiil) gittiğimiz(-tiğ,sıfat fiil) sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya(-ma,isim fiil) çalışıyorum. Fakat beyaz bir nisyan[1] dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen(-en,sıfat fiil) bir adam doğduğu(-duğ,sıfat fiil) yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup(-up,zarf fiil) da, sevdiği(-diğ, sıfat fiil)şeyleri uzaktan bir an evvel göremediği(-diğ, sıfat fiil)için nasıl mahzun olursa, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir elem duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği(-tiğ, sıfat fiil)tozlu, taşsız yollar; yosunlu, siyah kiremitli çatılar; yıkılacakmış(-acak,sıfat fiil )gibi duran(-an, sıfat fiil)büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, nihayetsiz tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir.

Yalnız evimizle mektebi gözümün önüne getirebilirim.

🙝🙟

Büyük bir bahçe... Ortasında köşk tarzında yapılmış(-mış,sıfat fiil) bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her vakit oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrar ettirir, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen(-en, sıfat fiil)avlunun öbür tarafındaki büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren(-en, sıfat fiil), çamaşırlarımızı yıkayan(-an, sıfat fiil), tahtalarımızı silen(-en, sıfat fiil), babamın atına yem veren(-en, sıfat fiil), av köpeklerine bakan(-an, sıfat fiil )hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez(-mez, sıfat fiil)hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu vehim ile, rüya dinlemek(-mek,isim fiil), tâbir etmek(-mek,isim fiil )merakında olan(-an,sıfat fiil )zavallı anneme, her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri kızgın bir ayının beni kapıp(-ıp,zarf fiil )dağa götürdüğünü(-düğ, sıfat fiil), ormandaki inine kapadığını(-dığ, sıfat fiil), kollarımı bağladığını(-dığ, sıfat fiil), burnumu, dudaklarımı yediğini(-diğ, sıfat fiil), sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler(-er,sıfat fiil), ona birçok: "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Tâbir ederken() benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı(-acağ,sıfat fiil), bana kimsenin fenalık yapamayacağını() temin ettikçe(-tikçe,zarf fiil), yalan söylediğimi(-diğ,sıfat fiil) unutur, ne kadar sevinirdim!

🙝🙟

Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Mektep bir katlı, duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince(-ince,zarf fiil )üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin nihayetinde ayakyolu, gayet kocaman abdest fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur(), beraber oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, ihtiyar, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar(-ar,sıfat fiil), gaga gibi iri, sarı burnu ile, tüyleri dökülmüş(-müş,sıfat fiil) hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı() bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından(), bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söylerler yahut "Yüzbaşıoğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan() kanadında sallanan(-an, sıfat fiil)"geldi-gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar(-ar, sıfat fiil)kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren(-en , sıfat fiil)donuk bir aydınlık durmadan(-madan,zarf fiil) bağıran(-an, sıfat fiil), haykırarak(-arak,zarf fiil) okuyan(-an, sıfat fiil)çocukların susmaz(-maz,sıfat fiil), keskin çığlıklarıyla sanki daha ziyâde ağırlaşır, bulanırdı...

🙝🙟

Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak... Büyük kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen() yoktu. Küçük kabahatlilerin cezası ise nisbetsiz, mikyassız[2] idi. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rastgeldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim(-diğ, sıfat fiil)için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi gün bile yanıyordu. Kıpkırmızı idi. Halbuki kabahatim yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca bu kabahati yapanı(-an, sıfat fiil)arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını(-dığ, sıfat fiil), onun kabahati olmadığını() söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak(-arak,zarf fiil )darıldı...

🙝🙟

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken(-ken, zarf fiil)gözümle görmüştüm. Akşam azâdında dayağı yiyen(-en, sıfat fiil)çocuğu tuttum:

— Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...
— Ben koparmıştım.
— Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını() ben gözümle gördüm.

Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime() yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum:

— Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür(-ür, sıfat fiil), daha yataktan yeni kalktı.
— Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
— Niçin olacak. Biz onunla and içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.

Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:

— And ne?
— Bilmiyor musun?
— Bilmiyorum!

O vakit güldü, benden uzaklaşarak(-arak,zarf fiil) cevap verdi:

— Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "and içmek" derler. And içenler(-en, sıfat fiil)kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.
🙝🙟

Sonra dikkat ettim, mektepte birçok çocuk, birbirleriyle and içmişlerdi. Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında and içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim() âdetin nasıl yapıldığını() da gördüm. Yine arka rahlelerde idim. Küçük Hoca abdest almak(-mak, isim fiil)için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş(-miş, sıfat fiil), yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan(-an, sıfat fiil)büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. And içerek(-erek,zarf fiil )kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye(-me,isim fiil) başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa idi, hocaya kulağımı çektirmeyecek(-ecek, sıfat fiil), ihtimal falakaya yatacağım() zaman beni kurtaracaktı. Koca mektebin içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, hâmisiz zannediyordum, anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle and içmek(-mek,isim fiil )istediğimi(-diğ, sıfat fiil)söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı. "Öyle münasebetsizlikler istemem. Sakın yapma(-ma, isim fiil)ha..." diye tembih etti.

🙝🙟

Lâkin ben dinlemedim. Aklıma and içmeyi(-me, isim fiil)koymuştum. Fakat kiminle? Bir tesadüf, beklenilmeyen() bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine ,bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar beraber oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu kelimeyi söylerken sanki mütelezziz[3] olur(-ür, sıfat fiil), hep tekrarlardım. O kadar ahenkli, tanînli[4] idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce(-ünce,zarf fiil )bir ağızdan söylerler; hâlâ hatırımda:

Mustafa Mıstık,

Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,

Seyrine baktık!

Diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak(-arak, zarf fiil)ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu beyitleri bağırarak(-arak, zarf fiil)tekrarlar, eğlenirdik.

Bu iki minimini beyit, benim hayalime bile tesir etmişti. Rüyamda, birçok arsız kızın onu büyük bir muhâcir arabasına sıkıştırarak(-arak, zarf fiil),etrafına üç mum yakarak(-arak , zarf fiil)seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp(-ıp, zarf fiil)bu kızlara birkaç tokat atmaz(-maz, sıfat fiil), sıkıştığı() katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, vücudu... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın, her Cuma sabahı, büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar(-ar, sıfat fiil), yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir Cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser(-er, sıfat fiil), kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan(-an, sıfat fiil)çakı sol elimin şehâdet parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya(-ma,isim fiil) başladı. O saatte aklıma bir şey geldi: And içmek(-mek, isim fiil)... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a:

— Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...

Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek(-erek, zarf fiil), büyük, yuvarlak başını salladı:

— Olur mu ya... And için kol kesmek(-mek, isim fiil)lazım...
— Canım ne zararı var? diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!...

Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, hatta biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu. Parmağımın kanıyla karıştırdık. Evvela ben emdim. Bu, tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu() adeta unutmuştum. Yine beraber oynuyor, mektepten eve beraber dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı. Büyük Hoca, bizi yarım azad etti.. Tıpkı Perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim() için yüzüm sırılsıklam idi. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış(-mış, sıfat fiil)bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak(-arak, zarf fiil)geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben biraz kendimi toplayarak(-arak, zarf fiil), "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan(-an, sıfat fiil)köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir(-ir,sıfat fiil) gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

🙝🙟

Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu muharebe bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış(-mış, sıfat fiil), ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni(-en, sıfat fiil)anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak(-arak, zarf fiil)yüzüme üfledi ki, sarmısak kokusundan aksırdım.

Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip(-ıp, zarf fiil)Mıstık'ı görmemizi(-me, isim fiil)söyledim. "Hastaymış yavrum" dedi, "inşallah iyi olunca(-unca,zarf fiil) yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek(-mek, isim fiil)ayıptır." Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş(-miş, sıfat fiil)bulacağım() ümidiyle mektebe gittim.

Fakat heyhat... O hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak(-mak, isim fiil)için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.

Nihayet bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...

🙝🙟

Erken kalktığım() açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Yâdımda ezeli ve mor bir fecr memleketi gibi kalan(-an, sıfat fiil)doğduğum() yeri gözümün önüne getirmek(-mek, isim fiil)isterim. Daima, farkında olmayarak(-arak, zarf fiil)sol elimin şehâdet parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran(-an, sıfat fiil)bir küçük yara izi, bence çok mukaddestir. Andı için ölen(-en, sıfat fiil), hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar(-ar, sıfat fiil), beni kurtarmak(-mak, isim fiil)için o kendisinden büyük, kudurmuş(-muş, sıfat fiil), iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen(-en sıfat fiil)aslan ve bahadır hayalini görürüm.

Ve kavmiyetimizden, hadsî Türklük'ten uzaklaştıkça(-tıkça,zarf fiil), daha müteâffin[5] derinliklerine yuvarlandığımız() karanlık uçurumun, bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgâmlık[6], âdîlik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve şartlanmış kıvranırken(), saf ve nurdan mazi, kaybolmuş(-muş, sıfat fiil)bir cennetin hakikatten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mütesellî ve mesut eder. Saatlerce Mıstık'ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip(-ıp,zarf fiil) unutuldukça(-dukça,zarf fiil daha ziyâde kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum...

Dipnotlar

değiştir

Sayfa başı


  1. unutma(-ma, isim fiil)
  2. ölçüsüz
  3. lezzet duyan(-an, sıfat fiil), tat alan(-an, sıfat fiil)
  4. tınlamalı
  5. kokmuş(-muş, sıfat fiil)
  6. bencillik

Kaynakça

değiştir