Ali Kemal Bey'e Cevabım - I

Ruşen Eşref Bey’in “Diyorlar ki” unvan-ı umûmîsi altında ve üç yüz kırk sahifelik bir mecelle şeklinde cem ettiği kîl u kâl-i üdebâ, Ali Kemal Bey’in tam kırk sekiz sahifeyi dolduran bir güft ü gû-yi edebîsi ile hitama eriyor. Bu ıtnab pek tabiidir. Senelerden beri bir sükût-ı kasrî ile muzdarip olan kalemi “Diyorlar ki”nin mihman-nüvaz, yani hamyâze-i istiskâli kavâid-i nezâkete ittiba ile setr etmek isteyen sahifelerine derdini dökmüş, dökmüş!.. Esnemeden okuyanların metânet-i a’sâbına sad tahsin ve hezar aferin! Bu âcize ait birkaç satır olmasaydı ben de okumak ve bermutat esnemekle iktifa eder, geçerdim. Makalesinde Ali Kemal Bey diyor ki:

“…fakat Servetifünun erkânından Süleyman Nazif’tir ki hatta Cenap’tan ziyade bu tumturâk-ı hâme vadisinde teferrüt eyler, öyle diyebilirim ki bazen Namık Kemal’i bile fersah fersah geçer… Nazif’in ilim dağarcığı boş denilecek derecede hafiftir. Bütün serveti kaleminin bu ihtişamıdır. Koca edip, siyasiyat olsun, edebiyat olsun, bir düstur bilir: O da şahsiyât! İster efrattan, ister milletlerden bahsetsin, bu düsturdan asla ayrılmaz. Kalemine geçirdiğini ya göklere çıkarır ya yerin dibine batırır. Kari’lerini müthiş bir cambazı temaşa eden seyirciler gibi muvakkat heyecanlara düşürür. Bazen başlarını bile döndürür. Tasvîr-i Efkâr’da bir kere Bulgaristan’a dair yazdığı bir bend-i siyâsîye “Kahpe Bulgar” unvan-ı nâzikiyle girişiyor, fakat siyasiyâttan maada nelerden bahsetmiyordu. İki gün evvel İsviçre için Zaman’da neşreylediği bir makalede güya bu memleketi ahalisiyle, müessesâtıyla, tabiatıyla tasvire kalkışıyordu, daha bu mebhasta yarım yamalak iki söz söylemeden havaî bir vesileyle şehremanetine, öteye beriye saldırıyordu. Tezyifte bu derece ileri giden hâme-i Nazîf, tebcilde daha parlak, daha yamandır. Bilmem hangi mecmuada bir gün “Hâmid-i azîmüşşânın” huzûr-ı ebediyetinde diz çö- kerek tazarruata başlıyordu. Medh, zem, ne olursa olsun hakikatte gülünç bir mertebeye vardırdığı bu tumturâk-ı elfâzı kaldırır, bir tarafa koyar, mesela o yazıları bir ecnebi lisanına tercüme ederseniz, öyle bir azizlik etmiş olursunuz ki Süleyman Nazif Bey’i yazı yazmaktan haşre kadar vazgeçirirsiniz. Hâsılı üstat, allame, nihrir, edîb-i ‘âzam geçinen, birbirini muttasıl öyle hitaplarla taltif eyleyen, okşayan bu zatların yazılarında her ne yolda olursa olsun, bu memleketin felâhına, saadetine hizmet eder bir fikir, bir endişe görmek, hissetmek, siyaseten dâhilî ve harici bir meslek, bir düşünce bulmak, edeben, ilmen manaya, ruha taalluk eyler bir nuhbe keşfeylemek bana müyesser olmadı. Başkalarına olduysa ne mutlu!..”

Ben zaten bir ilim dağarcığına mâlik değilim ki hakikat veya boş olduğu iddia edilebilsin. Ben hiçbir vakit davâ-yı ilm ü irfân etmedim. Ali Kemal Beyefendi’nin iddiasından pek çok zaman evvel benim cehl-i muazzamım kendi mükerrer itiraflarımla müsbet bir hakikattir. Ben bu samimî ve mütevazı’ cehli tafra-furuş, mütehakkim, musallat ve bunlarla beraber kof ve bomboş bin ilme tercih ederim.

Ali Kemal Bey’in kavlince ben “tumturâk-ı hâme” vadisinde teferrüd etmiş imi- şim. Cenâb-ı Hak “Paris Musahabeleri” muharririne de herhangi bir vâdî-yi beyânda bir mevki’-i teferrüd ihsan etsin de bulunduğu girîve-i infirâddan kurtarsın.

Evet, ben bir zaman “Tasvîr-i Efkâr” gazetesinde “kahpe Bulgar” demiştim. Bu bir makalenin unvanı idi. Ve o unvan da böyle çırçıplak değil, “Dayan Kahpe Bulgar” idi. Balkan Muharebesi’nin başladığı günlerde bir akşam Sirkeci Mevkıfı’na gitmiş- tim. Konya redif taburu cepheye sevk olunuyordu. Kompartımanların birinde pencerenin önüne oturmuş, tüfeği elinde iri yarı, kara sakallı, gözlerinden celadet münteşir bir nefer, katarın hareketi esnasında tüfek dipçiğini yere vurarak “Dayan kahpe Bulgar!..” diye bağırdı.

Bu devletin teessüsüne en ziyade inat ile mümanaat eden Karamanoğulları idi. Şimdi onların diyâr-ı vefâkârı, en dinç evladını Osmancık’ın vefasız Rumeli’ndeki topraklarını müdafaaya koşturuyor. İşte ben “Tasvir-i Efkâr”da bu teessür ve intibaı tespit etmiştim. Ali Kemal Bey’in limaksadin tahrif ile iddia ettiği veçhile siyasî bir fikir ve ilimden -her yerde olduğu gibi- o makalede de dem-saz olmaktan pek uzak idim.

Balkan Muharebesi’nden takriben dört sene kadar evvel İkdam gazetesinde ve “Ali Kemal” imzası altında münteşir yazıların birinde, bir mâ-sabak-ı şahsîden mütevellit gayz ile eski bir sefirimize bu sıfat pek kabaca tevcih olunmuştu. Demek ki garaz-i şahsî olunca her kelime mücaz ve her tecavüz ve tahkir mubahtır. Yalnız menfa’at-i husûsiyeden münezzeh mevzulardır ki bunlara tahammül edemiyor.

Ah Ali Kemal Bey!.. Size gerçekten acıyorum. Anadolu’nun o zamanki müşte-i din ü kinini üç kelime ile tersîm eden Konyalı redif neferinin yanında siz pek küçük ve pek sönük kaldınız. Bilmem kimden işitmiştim ki ulûm-i müdevvene arasında bir de “ilm-i belâgat” adlı bir şey varmış. Ve bu ilmi tedvin etmiş olanlara göre kelimenin fesahatini tayin eden şerâitten biri de iptizalden masuniyeti imiş.

Bu iptizali bittabi manada aramak icap eder. Böyle olmasaydı, büyük Namık Kemal’in en büyük sözlerinden olan,

“Muîni zâlimin dünyada erbâb-ı denâettir
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bîinsâfa hizmetten”

veya,

“Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten!..”

beyitlerinden bu kadar ulvî ve ateşîn belâgatler fışkıramazdı. Fedakâr bir neferin ağzında ulviyet-i sırfe derecesine irtika eden bir kelime, garazkâr bir muharririn kaleminde iptizalin en aşağı derekelerinde sürünüyor.


Daha üç gün evvelki “Sabah” gazetesinin bir başmakalesinde muharrir-i sersütûn hazretleri, Deli Hikmet’in

“Hepimizin bu... canına!..”

mısraını kendi yazılarının arasına sokmuştu. Bu pis kelime siyasî bir mevzua şeref vermeye müstahak görülüyor da Konyalı neferin ruh-ı celâdetinden kopan hitap, neden bir gazeteye layık görülmüyor? Neferin “kahpe”si şairin kelime-i müstekrehesine nispetle hakikaten temiz ve ehl-i ırzdır.

“Müstekreh” dedim. Bundan sanatı, kuyûd-ı elfâz ile tazyik edenlerden olduğum zannolunmasın. Deli Hikmet o müstekreh kelimeyi tasarrufta iptizalden kurtarmadığı, yani ona bir yenilik, bir kuvvet, bir ruh vermediği için sözü beğenmiyorum. Yoksa meselâ Şair Eşref merhumun şahsını tanımadığım bir hasis hakkında söylemiş olduğu şu kıtanın belâgati önünde her tab’-ı selîm ve zevk-i nezîh hayrân kalır:

“Münhemik hasta şol rütbe ki Doktor Cevdet
Bir milim21 verse eder secde Necip Melhame’ye
Bir sinek konsa kazarâ … kına, şekve-künân
‘Hakkımı ekl ediyor’ der de koşar mahkemeye!..”

Ali Kemal Bey benim için diyor ki:

“…tumturâk-ı elfâzı kaldırır, bir tarafa koyar, mesela o yazıları bir ecnebi lisanına tercüme ederseniz, öyle bir azizlik etmiş olursunuz ki Süleyman Nazif Bey’i yazı yazmaktan haşre kadar vazgeçirirsiniz.”

Ben Ali Kemal Bey’in yazılarını Fransızcaya tercüme etmeden de bu azizliği edebilirim.

Allah rahmet etsin, inkılâptan beri türâb-ı rahmete karışmış olan bir dostum, Yunan Muharebesi sırasında İkdam’a, Tercüman-ı Hakikat’e, Servet-i Fünun’a, Sabah’a, Malumat’a ve daha öteye beriye yazılar yazan nâsir ve nâzımlarımızın üsluplarını tetkik ve taklit ile yirmi sahifelik bir risale vücuda getirmiş ve bir nüshasını o zaman bana da göndermişti.

Üslupları taklit edilmiş olan zevat -o risaledeki tertip itibariyle- şunlardır:

Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Rasim Bey, Andelib Faik Esat Bey, Mehmet Celal Bey, Şeyh Vasfi Efendi, Müstecabizade İsmet Bey, Ali Kemal Bey, Tepedelenlizâde Kamil Bey, Hüseyin Cahit Bey, Mahmut Ekrem Bey, Halit Ziya Bey, Cenap Şahabettin Bey, Samipaşazâde Sezai Bey, Faik Âli Bey, Menemenlizâde Tahir Bey, Tevfik Fikret Bey, Süleyman Nesip Bey, Necip Asım Bey, Sait Bey, Mustafa Reşit Bey, Mehmet Emin Bey, Samih Rıfat Bey ve Abdülhak Hâmit Bey’dir.

Numune olarak Ali Kemal Bey’le, nedense hiç sevmediği sevgili üstadım Cenap Şahabettin Bey’e ‘ait olan satırları aynen naklediyorum:

Ali Kemal Bey

(Paris Mektupları’ndan)

“Napolyon hududu Ren Nehri’nden ileriye götürdü, sürdü, ilerledi. Önüne çıkan Prusya’yı tarumar etti, Avusturya’yı ezdi, Lehistan’a kadar gitti. Biz bu hakayıkı Garp’ın hazain ve defaininden birer birer meydana çıkarıyoruz da yine bizi intihal ile itham ediyorlar, etsinler. Neme gerek. Bunlar hep haset, hep çekememezliktir. Benlik davasıdır. Bir kere de onların yazdıklarına bakılsın. Üslup yok, Arabî yok, Farisî yok. İzanımıza inşirah verecek mübtehic kılacak bir zübde yok, bir nuhbe yok.

“Ve izâ ca'tke mezemmeti min nâkıs
Fehye’ş-şehadetü li bi'nni kâmil”

Cenap Bey’e ait satırları da nakledeyim:

Cenap Şahabettin Bey

(Seyahat Mektupları’ndan)

“Vapur Messina Boğazı’ndan geçerken hep güverteye toplanmıştık. Vakâyi’-i tarihiyenin bu en büyük mecrasından gemi yavaş yavaş ilerliyordu. Sanki sahilin her noktasından insaniyetin ebedi bir hatırası tarihin bir sahifesini elinde tutmuş, bize doğru sallıyor, eski Roma kahramanlarının bakayâ-yi iz’ânından gıdâ-cû-yı hayat olan kartallar hevâ-yı nesîmînin yüksek tabakalarında çılgın bir hırs u tâb ile süzülüyor ve Bo- ğaz’ın müntehasındaki ufuk bütün â’sâr-ı vakâyi’in insibab ettiği namütenahi bir girdap gibi ulvî bir boşlukla bize intizar ediyordu.”

İşte azizim Ali Kemal Bey, yazılarımız ecnebi dillere değil kendi lisanımıza da tercüme olunuverince mahiyetlerimiz meydana çıkar. Başka lehçeleri bihuzur etmekte ne fayda!.. (Bitmedi)