Ahmet Davutoğlu’nun Ekonomi Müşavirleri Konferansı’nda yaptığı konuşma
Sayın Bakanım, değerli ticaret müşavirlerimiz, değerli mesai arkadaşlarım; Sayın Bakanımızın da vurguladığı gibi, büyük bir misyonu hep beraber omuzlamış durumdayız. Dolayısıyla, tek bir ekip olarak çalışıyoruz, her yerde bu ekip mantığını yerleştirmeye kararlıyız. Onun için gerek Sayın Bakanımız bizim büyükelçiler konferansına katıldığında, gerekse ben dış ticaret müşavirleri konferansına katıldığımda aynı hissiyat içinde, bir ekip mantığı içinde çalışan mesai arkadaşlarımızla beraber olduğumuzun bilinci içinde konuşuyoruz.
Geçen sene birlikte olmuştuk. Geçen sene yaptığımız değerlendirmelerden bu sene itibarıyla farklılar üzerinde duracağım. Ama öncelikle yöntem olarak bir hususu belki vurgulamakta fayda var.
Uluslararası ekonomi-politik büyük bir dönüşüm geçiriyor. Bakın, uluslararası ekonomi ne diyor, uluslararası siyaset ne diyor, ekonomi-politik ne getiriyor? Geçtiğimiz birkaç ay içinde Avrupa’da ve Amerika’da verdiğim bazı konferanslarda şu hususu vurguladım: Soğuk Savaş sonrasında 3 büyük deprem yaşandı ve ülkelerin bu 3 büyük depreme verdikleri tepkilerle bir anlamda geleceklerini belirleyecek adımlar attılar.
Birincisi; 89-91 yılları arasında yaşanan, 91’de zirveye çıkan jeopolitik deprem. Yani dünyanın jeopolitik fay hatlarının kırıldığı, yeniden şekillendiği, kutuplu yapının değiştiği bir dönem.
İkincisi; 2001’de 11 Eylül’de yaşanan güvenlik depremi. İnsanların, ülkelerin güvenlik algılarının değiştiği, ona göre ekonomilerini, ona göre siyasetlerini planladıkları bir deprem.
Üçüncüsü de; 2008 küresel ekonomik krizle başlayan ve geçtiğimiz sene Avrupa’daki ekonomik krizle ve Ortadoğu’daki büyük siyasal krizler ve dönüşümlerle zirveye çıkan ekonomi politik deprem.
Aslında bu on yıllar itibarıyla, yani 1991, 2001, 2011 diye on yıllar itibarıyla yaşadığımız bu büyük dönüşümler yüzyıllık periyotlara yayılacak etkiler yapacak. 18. yüzyıl sonuna kadar dünya ekonomi politiği daha çok Asya ağırlıklı iken 19. yüzyılda Avrupa’ya doğru kaydı. Avrupa merkezli sömürge imparatorluklarına dayanan ekonomik yapılar ortaya çıktıkça, özellikle de denizci sömürge devletlerin çevreden kuşatarak o dünyanın kadim dönemlerindeki temel ekonomik atar damarı, yani İpek Yolu’nu ve buna bağlı ticaret yolları, şehirleri o dönemin yükselen; 16. yüzyıl için dünyanın büyük şehirleri Pekin, İstanbul, Kahire oldu, öyle idi. 1597 yılında yapılan bir araştırma, bir nüfus araştırması elime geçti bundan birkaç sene önce. Bu araştırmaya göre dünyanın en büyük şehirleri 1597 yılında nerelerdi? Bilmiyorum nasıl anlaşılır size sormam, sınav gibi görmezsiniz umarım. Dünyanın en büyük, en aktif şehri 1 milyona yakın nüfusuyla İstanbul, ikincisi Pekin, üçüncüsü Kahire idi. Bu dünyanın en büyük 3 şehrinin ikisi bizim o zamanki topraklarımız üzerinde ve bizim coğrafyamızda, bizim bölgelerimizde, birisi de yine Asya’da. Ama 1800’lerin ortalarından itibaren yükselen şehirlere baktığınızda bunlar Londra’dır, Paris’tir. Mesela 1597’de ilk 10’da ne Londra var, ne Paris var. Genellikle bu 10 şehrin 8’i, 9’u Asya’da, örneğin Kahire gibi, ayrıca Afrika’da olan birkaç ülke daha var.
Kısacası, böyle bir büyük fay kırılması yaşandı endüstri devrimi sonrasında ve ekonomik güç merkezi Asya’dan Avrupa’ya doğru, sonra da Atlantik’e doğru kaydı. İnsanlık tarihi için 200 yıl çok büyük bir dönem değildir. Son 200 yıl içinde bu değişim yaşandı, teknolojik değişim, endüstri devriminin arkasından yaşanan diğer devrimsel etkideki ekonomik yapı değişimleri bir dünya düzeni oluşturmuştu, bir anlamda soğuk savaş ile zirveye çıkan düzen oydu.
Şimdi son 30 yıldır bu ekonomi-politik yapıda hem güç parametreleri itibarıyla kaymalar var, hem de paradigmatik güçlerle; yani paradigmatik güçten benim kastettiğim, var olan paradigmanın merkezini oluşturan güçler. Mesela Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri paradigmatik güçlerdir bu yapı içinde ya da G-8 ülkeleri, G-20 demiyorum, G-8 ülkeleri ekonomi içinde paradigmatiktir, yani var olan düzen paradigmasının ana aktörleridir. Dikkat ederseniz uluslararası siyasette bu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin rolü göreceli olarak azalma eğilimi içindedir, uluslararası ekonomide de G-8’in göreceli rolü azalma trendi içine girmiştir. Yani yükselen aktörler ise daha çevresel, eskiden çevresel görülen aktörler. Şimdi biz içinde yaşadığımız için fark etmediğimiz öylesine istatistikler ve veriler var ki, bu güç kaymalarını ortaya koyuyor. Yani 1800’lerin başında dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 65-70’i Asya’daydı, bu oran 1910’larda yüzde 15’lere kadar düştü, 2000’de tekrar 1850 seviyesine çıktı. Şimdi 2050’de ise aydı, 1800’ler seviyesine doğru, tekrar yüzde 60-65’e doğru gideceği düşünülüyor. Avrupa’nın oranı ise 1800’lerin başlarında yüzde 12’den, önce 1850’de yüzde 30 civarına, 1910’larda yüzde 50’ye yaklaştı, sonra da göreceli olarak düşüş eğilimi içine girdi.
Bunu niçin söylüyorum? Bir ülke makro-stratejisini genişletirken, makro stratejisini planlarken bütün bu güç kaymalarını ve bu güç kaymalarına sebep olan faktörleri göz önüne almak zorunda ve ona göre dış politika parametreleri uygulamak durumunda. Şimdi bizim dış siyasi stratejimizle, dışişlerinin hani siyasi ağırlı stratejimizle dış ekonomik stratejimiz arasında, hatta dış kültürel stratejimiz arasında bir bütünlük olması gerekiyor. O bütünlük ancak bir ülkeyi harekete geçirir ve doğru yerde durmayı sağlar.
Bakın, yanlış yerde durmanın sonuçları neye sebep verdi ekonomik olarak?
1991 ile 2001 yılları arasında, yani ilk büyük deprem, bu jeopolitik deprem, yaşandığında, aslında bu bizim lehimize bir depremdi. Çünkü biz NATO’yla birlikte kazanan taraftaydık, soğuk savaş gibi bir büyük savaşta kazanan taraftaydık. Ve beklenirdi ki, kazanan tarafta olmanın avantajlarıyla dünya ekonomisindeki payımız artsın ya da demokratik standartlarımız yükselsin veya ülkenin genel uluslararası itibarı yükselsin. Halbuki 1991’de 2 bin 500, 2 bin 600 civarında olan kişi başına düşen milli gelir 2001’de kriz sonrasında hele 2 bin 800, 3 bin dolar civarındaydı. Yani bütün o soğuk savaşın bedelini ödemiş bir ülke, bütün kaynaklarını 40-50 yıl savunmaya ayırmış ve bu sebeple eğitim gibi önemli kalemleri kısmış bir ülke, savaşı kazandıktan sonra, savaşı kazanan tarafı olduktan sonra 10 yıl hemen hemen aynı düzeyde, birkaç yüz dolarlık bir artışla gayrisafi milli hasılası aynı düzeyde kaldı. Buna mukabil yenilen ülkeler, yani bizim karşı tarafta olan ülkeler, başta Polonya, Çek Cumhuriyeti; ben onlara bu açıdan bir eleştiri getirmiyorum, tarihi vaka olarak zikrediyorum, hepsi bizim dost ülkelerdir, ama bu ve benzeri ülkeler o 10 yıl içinde milli gelirlerini birkaç misli artırdı.
Buradaki temel problem, ülkenin psikolojik refleksinin o dönemde yeni dünya şartlarına ayarlı olmaması, aktif bir strateji planlaması yapmak yerine var olabilecek riskleri, ortaya çıkan riskleri göğüslemeye çalışması, koalisyon hükümetleri, terör tehdidi, hangi sıralamayı yaparsanız yapın nihayetinde bir siyaset eksikliği, bir strateji eksikliğinin eksikliğidir.
2001 yılındaki ikinci büyük dalga, yani güvenliğin arttığı dönemde ise biz dezavantajlıydık. Şu anlamda dezavantajlı idik: O güvenlik paranoyası yaygınlaşsa Türkiye hep güvenlik odaklı bir ülke olarak görüldüğü için çok rahat bir sirkülasyonla, bir türbülansla kendini o güvenlik paranoyası içine hapsedebilirdi. Yani 90’lı yılların demokratikleşme, yeni değerler, işte demokratik değerler yerine 2000’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere bir küresel sıkıyönetim dönemi yaşandı, yani terör tehdidi dolayısıyla. Herkes vidaları biraz sıkıştırdı; pasaport kontrollerinde ayakkabı çıkarmaya, işte ülkelerin takip ettiği ekonomik politikalara kadar sirayet etti. Biz ise bu dönemde demokratikleşme ve özgürlük alanımızı genişleterek yola çıktık ve dezavantajlı başladığımız bir dönemi 2002 ile 2010 yılları arasında milli gelirimizi neredeyse 4 misli, 3,5 misli arttırdık, 11 bin dolara çıktı; ki bu rakamların hepsini siz çok daha iyi biliyorsunuz ve Cumhuriyet tarihinde toplam çektiğimiz yabancı yatırımların ise 10 misline neredeyse 9 yıl içinde ulaştık. Şimdi bu neyin işareti?
Bir kere endikasyon olarak şunun işareti: Tarihi akışın içinde ülkenize doğru bir yer biçmişsiniz, doğru bir tanımlama yapmışsınız ve bu tarihi akışın doğru safında durmuşsunuz. Şimdi dikkat edin, 2008’den itibaren başlayan küresel ekonomik kriz belki de en fazla bizi vurabilirdi, bekli olumsuz etkilerini en fazla biz hissedebilirdik. Son 3 yıl içinde hem ekonomik performansımız arttı, hem krize dayanıklılığımız arttı, hem dış politika performansımız arttı ve bunlar birbirlerini destekledi. Yani bir ülkenin ekonomisi mükemmel seyredip de dış politikası zayıf olmaz ya da dış politikası mükemmel seyredip de ekonomisi krize girmez. Bunlar birbirini destekleyen unsurlardır.
Nerede sağlam duruldu ve mesafe alındı? Bunları doğru tayin etmek lazım. Ve kriz dönemlerinde aslında sizin muhatap olduğunuz iş adamları, başta Sayın Bakanımız tabii güçlü iş kültürü tecrübesiyle çok iyi bilir, farklar kriz dönemlerinde oluşur. İstikrar dönemlerinde fark oluşturmak çok kolay değildir. Yani soğuk savaşta fark oluşturamazsınız, çünkü herkesin yeri, konumu belli. 2 tane süper güç var, oturup her şeyi onlar kararlaştırıyorlar, bölgesel güçler, büyük ölçekli güçler var, herkesin yeri belli, hiyerarşi belli. Kriz dönemleridir fark oluşturulan dönemler. Eğer biz 2002’den itibaren başlayan siyasi istikrara 1991’lerde ulaşmış olsaydık, eğer biz o zaman soğuk savaşı kazanan bir ülke olarak kendi stratejimizin parametrelerini doğru tespit edebilmiş olsaydık, bugün hani 2023 hedefleri dediğimiz hedeflere belki de bugün, şu gün itibarıyla çok yaklaşmış olurduk. O yıllar kayıp yıllardı; bunu bilmemiz lazım. Bunu geçmişi kötülemek açısından söylemiyorum, var olan olgusal istatistikler bunu bize söylüyor. Bütün dünyada ekonominin genişlediği o Clinton dönemi Amerika’sını düşünün, bütün dünya ekonomisinin genişlediği bir dönemde siz hem de o ekonomik sisteminin kazanan tarafında olduğunuz halde ekonomininiz gelişmemişse durup sormak lazım. Yani Asya krizi hariç o 90’lı yıllarda büyük bir ekonomik kriz yaşanmadı, yani 2008’de yaşadığımıza göre Asya krizi önemli bir krizdi veya Rusya’nın yaşadığı 1998-99’da yaşanan krizler de öyleydi. O dönemde ekonomimiz genişlemiyor, ama tam da küresel krizde, 1929’la karşılaştırılacak büyük bir küresel kriz döneminde ekonominiz büyüme rekorları kırıyor. Buradaki fark, strateji farkı, siyasi liderlik ve siyasi irade farkı.
Belki görmüşsünüzdür, benim bazı formüllerim var, sabit parametreler tarih, coğrafya, değişken parametreler ekonomik güç, teknolojik güçtür şeklinde. Bir de bunları çarpan etkisiyle artıran ya da azaltan iki faktör var, siyasi irade, siyasi iktidar, siyasi planlama ve irade.
Geçtiğimiz 9-10 yılın birikimi üzerine hep beraber ortak bir akılla dünyadaki bu yeni ekonomi politik güç kaymasının yaşandığı dönemi yeniden tanımlamamız ve yeni stratejilerle önümüzü açmamız lazım. Burada hep beraber, yani Hükümetimizin bütün bakanlıklarıyla, devletimizin bütün kurumlarıyla bir yeni seferberlik halinde, ortak bir akılla, ortak bir eylem planıyla eskisinden daha da hızlı artan bir tempoyla çalışmamız lazım. Burada artık bakanlık arası görev dağılımlarının farkı yoktur, yani şu bakanlık bununla ilgileniyor, bu bakanlık şunla ilgileniyor; yok. Tek bir organik bütünlük halinde her bir kurumumuzun, her bir bakanlığımızın, hani nabzı tuttuğunuzda belli bir düzen içindeki bir bünyede nabız belli bir ritim içinde atar, her bir damarın devlet organları içinde bu ritim içinde atması lazım. O zaman bir tanımla, yeni bir çerçeve geliştirme ihtiyacı var.
Dünya ekonomi politiği nereye gidiyor? Bir kere, dünyada bu yeni güç kaymaları Avrupa’dan Asya’ya doğru kaymanın işaretlerini gösteriyor. Ama bu yetmiyor, Latin Amerika’da, Afrika’da yeni kaymalar var.
Enerji dağılımı, kullanımı itibarıyla 10 sene öncenin rakamları yok, enerji akışları, akışkanlığı farklı seyirler takip ediyor.
Güç hiyerarşisi profili değişiyor, sürekli değişiyor.
Politik olarak ekonomiyle demokrasi arasındaki ilişki yeniden anlamlandırılmaya çalışılıyor - bugün Ortadoğu’da olduğu gibi.
Ve bu krizler içinde herkes bir taraftan kriz yönetimi yaparken, bir taraftan kriz sonrası dönemde nasıl bir konum alacağının planlamasını yapmaya alışıyor.
Şimdi biz, Sayın Bakanımız, her birimiz sabah kalktığımızda aslında etrafımızda çok iyi bir dünyaya uyanmıyoruz. Dün Konya’da beraberdik, insanlarda ümit var, heyecan var, neredeye giderseniz gidin, Sivas’a, Diyarbakır’a, her yerde, İstanbul’da büyük bir heyecan var, Türkiye’nin tekrar kendi gücünü tahkim etmeye başladığının heyecanını hissediyorsunuz, halkta bu heyecan var, girişimcilerimizde bu heyecan var. Ama biz siyaset yapımcıları güne uyandığımızda öyle pembe bir dünyaya uyanmıyoruz; her gün çoğunuzun ve kamuoyunun hiç duymadığı, haberdar olmadığı onlarca krizle uğraşıyoruz, bu bazen diplomatik krizdir, bazen ekonomik kriz işaretleridir, ama bir şekilde krizdir. Neden? Çünkü sabah kalkıp da şöyle Batıya doğru döndüğünüzde Yunanistan’dan başlayıp İspanya’ya, Fransa, İtalya, İrlanda’ya kadar giden bir ekonomik kriz kuşağı var, bizi etkileyecek bir ekonomik kriz kuşağı. Avrupa’daki alınan her bir kararın Türkiye üzerinde etkisi var, çünkü Gümrük Birliği içinde Avrupa’yla irtibatlıyız, ortak bir pazar var.
Onun için Avrupa’daki her alınan, finansal yapıyla ilgili, kamu maliyesiyle ilgili alınan her kararın bizim üzerimizdeki muhtemel etkisini bizim sürekli hesap etmemiz lazım. Yani Avrupa ekonomik kriz deyip buna bigane kalamayız. Biz nihayetinde bu kıtanın bir parçasıyız ve bu kıtadaki değişimleri gözlemek durumundayız. Yunanistan’daki bu ekonomik kriz bildiğiniz gibi veba gibidir, eğer iyi bir karantina uygulamazsanız her zaman sizi de gelir bulur. Bugün bize bulaşmamasının sebebi, finansal, bankacılık sistemimizde kurduğumuz karantinadır, kontrol mekanizmalarıdır. Aslında karantina illa sınırları kapatmak değildir, uyguladığınız regülasyonlarla ekonomik sisteminizi bir disipline bağlanmışsanız aslında bir karantina uyguluyorsunuz demektir. İşte Yunan Ulusal Bankası’nın aldığı Finansbank, -birkaç sene önce aldı- bugün Yunan Ulusal Bankası’nın toplam kârlılığının, toplam ana sermayesinden daha fazla güce sahip. Bu, ülkenin genel şeyini gösteriyor; ama bunu takip etmemiz lazım.
Ve açıkçası, bu sadece bir ülkenin performansıyla ilgili bir durum değil. Yani Yunanistan yanlış istatistikler verdi, yanlış performans sergiledi, yanlış işler yaptı, Avrupa krizi oradan doğdu; yok böyle bir şey. Geçmişte Avrupa’nın merkez aktörleri, bunun içinde Almanya, Fransa diğerleri de var, ama özellikle bilinçli bir şeklide 90’lı yıllarda ekonomik pazar genişlemesini ve ihracatın ona göre düzenleyebilmek için tarafsal birlik sağlarken mali birliği ötelediler; o zaman bu avantajlıydı. Ben bunu Alman yetkililerle konuştuğumda da söyledim, tabii bazı ülkelerden şikayet etmekte haklısınız. Ve bir ekonomide tarafsal, parasal birlik sağlanmış finansal birlik sağlanmamışsa bu şu demektir: Bütçe açığı olmayan ülkeler, bütçe fazlası olan ülkeler bütçe açığı olan ülkeleri finanse ediyor demektir. Bu da doğru, teorik olarak da doğru, pratik olarak da doğru. Şimdi ortak bir maliye politikasına gitmeniz de doğru, ama bunun için sadece bazı ülkeleri suçlamak doğru değil. Çünkü bu karar, yani daha önce Euro Zone’nu oluşturan ve finansal birlik üzerinden, parasal birlik üzerinden büyük bir pazar genişlemesi sağlayan karar da Avrupa Birliği merkezi organlarınca alındı ve bundan istifade eden ekonomiler de oldu.
Dolayısıyla şunun için söylüyorum bunu: Yani Yunanistan krizi aşılsa Avrupa’nın ekonomik krizi aşılır diye bir şey yok. Avrupa bugün kendi siyasetini, kendi ekonomisini bütünüyle gözden geçirmek durumunda. Belki onun için kriz ekonomik kriz değil, ekonomi politik bir kriz. Krizi doğru tanımlamak gerekir, ekonomi politik bir kriz, siyasal boyutu olan bir kriz. Yunanistan’da seçimlerde çıkan tablo gördüğünüz gibi o ekonomik yükü taşımayacağı için yeni bir siyasal krize yol açtı. Bazı ülkelerde hala teknokrat hükümet var, bu birçok ülke için geçerli.
Şimdi bir tarafımızda böyle bir ekonomi politik krizle karşı karşıyayız, güneye doğru baktığımızda Suriye’den Fas’a kadar büyük bir güvenlik ve siyasal bunalım, ama arkasında muazzam bir ekonomik arka planı olan bir bunalımla karşı karşıyayız. Yani Mısır’da demokrasi yerleştiğinde acaba bunun ekonomik alt yapısı ne olacak? Nihayet demokrasiler belli bir ekonomik vasatta gelişiyor. Orta sınıfı güçlü olmayan bir toplumun demokrasiyi yerleştirmesi de kolay değil. Doğuya doğru baktığımızda İran, Afganistan üzerinden yine bir kriz kuşağıyla karşı karşıyayız.
Avrasya’nın merkezinde bir ülke ayakları üzerinde doğrulmaya başladı, o ülkenin yüzüne kan gelmeye başladı tabiri caizse ve bünyesi refleks vermeye başladı, ekonomisi de genişliyor. Şimdi burada artık bu gücümüzle gelecek planlamamız arasında yeni bir denge kurmamız lazım, rehavete kapılmadan, hamasete kaçmadan yeri bir denge kurmamız lazım.
Elimizde ne var, değer olarak ne var? İki kuvvetli değerimiz var, insan ve coğrafya. İnsan unsurumuz en önemli değerimiz. Çünkü yine Avrupa’da bir uluslararası konferansta vurguladım, son 9 yıl içinde biz büyük petrol kaynakları keşfetmedik, doğal gaz kaynakları keşfetmedik, birileri bize faizsiz çok uzun dönemli kredi de vermedi. Keşfettiğimiz, insan kaynağımız ve gerçekten bugün gittikçe gelişen, iyi eğitilmiş genç ve dinamik nüfusumuz, bunu iyi değerlendirmek durumundayız. Büyük girişim potansiyelini bütün dünyaya yaymak durumundayız.
Dün bir vesileyle söyledim, bu dönem Türkiye’nin, bizim toplumumuzun tekrar dünyaya açıldığı, büyük bir ivmeyle dünyanın her yerine doğru seyrüsefer içine girdiği bir dönem. Bizim o zaman dış politika aracımız ne olacak? İnsan unsurumuz önemli ise, insan unsurunun önündeki engelleri kaldıracağız, insan unsurunun önündeki engelleri kaldıracağız, vizeleri kaldıracağız. Hatta, bize doğru akan insan unsuru da son dönemde arttı bu krizler dolayısıyla, o akan elit insan unsurunu da seçmeye başarabileceğiz. Yani nasıl Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en iyi beyinlerini başka ülkelere uyguladıkları sert göçmen politikasına rağmen eğer bir cevher varsa birinde ya da iyi bir sermaye varsa nasıl esnek politikalar takip edebiliyorlar, bizim de bir taraftan bizim insanımızı dışarı açarken ve onun önündeki engelleri kaldırırken, diğer taraftan da kaliteli insan unsurunun ya da sermayenin bize girişini kolaylaştırmamız lazım bir odaklaşma temin etmek için. Onun için, yine Sayın Bakanımızın da içinde olduğu ivmeyle, yabancılara mülk satışında sağladığımız kolaylıklar bunun içindir. Türkiye’yi takip eden büyük bir insan akışının, insan sirkülasyonun olduğu bir ülke, bir bölge haline getirmemiz lazım; serbest ticaret anlaşmalarını bunun için yapıyoruz.
İkinci önceliğimiz nedir? Coğrafyamız. Öyle bir coğrafya içinde bulunuyoruz ki, nereden, hangi perspektiften bakarsanız bakın bizi önemsiz görecek hiçbir ülke yok. Hani öyle bir ev ki, diğer evler ne zaman camlarını, pencerelerini açsalar o evle karşılaşıyorlar, bu Rusya için de böyledir, Avrupa Birliği için de böyledir, Ortadoğu ülkeleri için de böyledir. O coğrafyayı en iyi şekilde kullanacağız. Ama bu coğrafyayı, ben hiçbir zaman benimsemedim, akademik hayatta da benimsemedim, şimdi de aynı kanaatim, bu coğrafyayı bir köprü coğrafya olarak görmeyeceğiz. Köprü pasiftir, köprü üzerinden geçilen bir nesnedir, başkaları köprüyü kullanır. Bu coğrafya bizim için merkez bir coğrafyadır, kendisi üreten, malların ve enerjilerin geçiş hattı üzerinde değil, o enerji geçerken de sadece bakmayan, o enerjiyi nasıl kullanacağının planlamasını yapan, malların akışında da sadece geçişken bir hat değil, o üretim merkezi halinde olmasını sağlayacak bir sağlamlıktır. Bu coğrafya bize optimum bir imkan sağlıyor. Büyük bir coğrafya değil. Biz Brezilya değiliz, Brezilya bizden 10 misli büyük, Rusya değiliz, Kanada değiliz. Ama öyle bir coğrafyayız ki bu coğrafyayı etkin kullandığınızda o coğrafyanın üreteceği katma değer, artı değer, diyelim sizden 10 misli büyük olup da Latin Amerika’da veya Kuzey Amerika’da ya da Avustralya’da olan bir ülkeye göre daha fazla katma değer katabilir; bunu etkin kullanacaksınız.
Şimdi şu çok güzel bir iddia, bu ikisini birleştirmek açısından söylüyorum, bu güzel bir iddia: Diyoruz ki, 2023’te dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğiz. Şimdi bu güzel iddiayı halka motive eden bu iddiamızın altını doldurmaya çalışalım hep beraber, sizde uzmanlar olarak. Peki diğer 9 ülke kim olacak? Hadi biz ilk 10 içinde olacağız da, diğer 9 ülke kim? Biz onlarla nasıl rekabet edeceğiz? Önümüzde 6 tane daha ülke var geçmemiz gereken oraya girmek için. Bunlar nasıl ülkeler? Şimdi diğer 9 ülkenin hepsi, bir tanesi hariç hepsi kıta ülkesidir, bizim ölçekte değildir yani, kıta ülkesi. Amerika Birleşik Devletleri, birçok eyaleti bizden büyük, kendisi bir kıta. Çin, dünyanın 4’te bir nüfusu. Rusya, baktığınızda bile coğrafyanın kapsamı gösterir, bizden 10 misli büyük bir Avrasya kıtasının merkezinde bir ülke. Hindistan, nüfusuyla, büyüklüğüyle cesameti malum. Kanada, Avustralya, Brezilya. 2 ülke söylersiniz bunun içinde, Almanya ve Japonya. Almanya da Avrupa Birliği içinde bir kıta ülkesi, Fransa, İngiltere, hepsi Avrupa Birliği’nin potansiyelini kullanıyor. Bir tek Japonya var bizim ölçeğimizde olup da ulus devlet yapılanması içinde olan, yani tek ulus devlet yapılanması içinde faaliyet icra eden, o da düşüşe geçmiş durumda.
Şimdi o zaman ne yapacaksınız? O zaman işte eski tarihimizden öğrendiğimiz bir şeyi yapacağız, kadimden öğrendiğimiz bir şeyi yapacağız, ta 19. yüzyıla kadar giden o büyük İpek Yolu ile kendini gösteren, ama sadece onunla sınırlı olmayan büyük ekonomik alanları insanımıza açacağız, insanla coğrafyayı buluşturacağız. Yani bizim Afrika’da son 3 yıl içende 12 büyükelçilikten 33 büyükelçiliğe çıkmamız elimizde çok fazla büyükelçi var da onlara bir yer bulalım diyelim diye değil. Şu anda büyükelçi sıkıntısı çekiyoruz, dışarından, kurumlarımızdan da bu konuda destek alıyoruz. Ondan değil, ama görüyoruz, trendi takip ediyoruz. Bizim girişimcilerimizin önünü açacağız, insanımızı bütün o küresel coğrafyayla buluşturacağız. Ve hep söylediğimiz bir nokta, bu açmazı aşabilmek için sınırlara saygı göstereceğiz, siyasal sınırlara, ama ekonomide ve kültürde sınır tanımayacağız, alabildiğine vize uygulamalarını, böyle tutucu uygulamaların tümünü esneteceğiz ve bu konuda da korkmayacağız. İnsanınıza güvenirseniz korkmazsınız. Tedbirinizi alacaksınız ama, korkmayacaksınız.
Şimdi vize müzakereleri yürütüyoruz. Sayın Bağış da bahsetti, geçen hafta olağanüstü bir toplantı yaptık. Sert bir müzakere yürütüyoruz vize konusunda Avrupa Birliği’yle. 2009’a kadar şu veya bu gerekçeyle biz, biraz da Avrupa Birliği’nin buna olumlu bakmaması sebebiyle, ama uygulamasının güçleri de içinde olarak biz de muafiyeti net olarak, irade olarak talep etmemişiz şimdiye değin. 2009 Aralık’ında ilk defa dedik ki, biz vize kolaylaştırma istemiyoruz, vize muafiyeti istiyoruz. Önce bir şok yaşadı Avrupalılar. Hep vize kolaylığı talep eden bir ülke olan Türkiye birden vize muafiyeti istiyor. Önümüze birtakım şartlar koydular, geri kabul anlaşması, entegre sınır yönetimi, biometrik pasaport gibi. Neler yaptık? Biometrik pasaportu 6 ay içinde yaptık, tek taraflı bir uygulama olduğu için hemen başlattık. Fakat geri kabul anlaşması çift taraflı olduğu için, yani onları da içine katacak bir anlaşma olduğu için ve ciddi külfetleri de getirdiği için onu beklettik, çünkü geri kabul anlaşması vize muafiyetiyle birlikte olacak. 1 senedir bize verdikleri söze rağmen, geri kabul anlaşmasını imzaya hazır hale getirmemize rağmen, herhangi bir organı, kurumu, kişiyi bizimle vize muafiyeti yapmak üzere yetkilendirmediler. Geçen sene Mart ayında dediler ki bu konuyla ilgili AB Komiseri, ki iyi niyetli bir Hanımefendidir, bir telefon görüşmemizde, ‘siz bu geri kabul anlaşmasını imzalarsanız ben çok daha kolay savunurum ve vize muafiyeti görüşmelerine hemen başlayabiliriz belki. Ama önce siz geri kabul anlaşmasını kabul edin” dedi. Olmaz dedim. “Biz Avrupa’nın artık müzakere tekniğini çok iyi öğrendik, siz karşılığında bir adım atmadan bundan sonra bizden herhangi adım görmeyeceksiniz. Siz önce yetkiyi alacaksınız, yetkiyi aldık diyeceksiniz, vize muafiyeti yetkisi, vize kolaylaştırma değil, biz de diyeceğiz ki paraf ediyoruz. Siz o yetkiyi bir eylem planına oturtup, bir uygulama planına oturtup görünür bir yol için onu tanımlayacaksınız, biz de imza atacağız. Siz uygulamaya başlayacaksınız, biz de uygulamaya başlayacağız. Daha önceki tecrübelerden biz bunu öğrendik” dedim. Hani sen bir adım at da biz daha sonra yapalım, olmaz. 1 senedir bakın bir yetkilendirme yapmadılar.
Ve o kadar ilginç ki, hem insan unsuruna ihtiyaçları var; yani devayı dert gibi görüyorlar. Hala kafalarındaki Türkiye eski Türkiye olduğu için, Türkiye’yi bir deva gibi görmüyor, bir ekonomik krize bir çözüm kaynağı gibi görmüyor, bir problem alanı gibi görüyor, hala eskide kalmışlar. Bugün Avrupa’nın ihtiyaç hissettiği ekonomik dinamizm. İhtiyaç hissettiği içe kapanma değil, Avrupa’nın ekonomisine taze kan pompalanmasıdır. Avrupa aşı olmadan ayağa kalkamaz. Biraz iktisat tarihi okumuş birisi olarak söylüyorum, bu tür durumdaki bölgeler, devletler ancak aşıyla ayağa kalkar, aşı yapılmamışsa yürümez. Bu aşıyı bir yerden yapacaklar, ya Türkiye gibi ülkeden, ya Rusya’dan, ya Kuzey Afrika’dan, ama bir şekilde Avrupa’yı tekrar ayağa kaldıracak bir aşı lazım. Bunu böyle görmektense bir problem kaynağı gibi telakki etme anlayışını sürdürdüler. Ve zannettiler ki biz vize muafiyetine çok ihtiyaç hissediyoruz ve hemen geri kabul anlaşmasını imzalayacağız; hayır. Vize muafiyeti bu saatten sonra bizim ve Avrupa Birliği’nin de menfaatine. Biz oraya o dinamizmi aşılayacağız. Bugün vize muafiyeti olsun Yunanistan krizi çok daha kolay aşar Türkiye’nin ekonomisinin oraya yapacağı katkılarla. Bunu görebilmek lazım, bu bakış açısını, perspektifi kazanmak lazım.
Şu günlerde yeni bir müzakere içindeyiz, detaylarına girmek istemiyorum, ama bu sefer vize muafiyet yetkini tanımlayan bir mutabakatla geldiler 1 yıl sonra. Görüşeceğiz, ama şunu yapmayacağız, kendilerine de söyledim orada bir ifadeyle: Avrupa Birliği vize sistemine uyum. Eğer bundan kastınız, biz daha vize müzakereleri yürürken ve vize muafiyeti almadan şu ana kadar vize muafiyeti uyguladığımız ülkeler Avrupa Birliği’nin talep ettiği yönde tekrar vize muafiyetin geri almak gibi bir şeyse bunu yapmayız. Yani öyle bir gri dönem, gri alan olacak ki, biz Avrupa Birliği’ne uyum adına üçüncü taraflarla yaptığımız, ki son dönemde biliyorsunuz onlarca ülkeyle yaptık, vize anlaşmalarını askıya alacağız; yok yok. Biz Avrupa Birliği’nin vize muafiyetini talep ediyoruz, bu da olduğunda Avrupa Birliği’yle uyum içinde oluruz. Ama şu anki vize politikamızı terk etmeyiz, şu anda biz dünyanın her yeriyle vizeleri kaldırıyoruz, kaldırmaya devam edeceğiz İnşallah önümüzdeki günlerde Beyaz Rusya’ya gideceğim, onlarla da kaldıracağız. Yani çevremizde, etrafımızda vize uyguladığımız kimse kalmayacak, onlar da bize uygulamayacaklar. Hiçbir şartta da bu politikadan vazgeçmeyiz, çünkü zaten ekonomimizin alanı böyle açılıyor.
Buradan niçin buna ihtiyaç hissediyoruz, biraz ona gelmek istiyorum.
İki tane değerimiz var dedim, insan ve coğrafya. İki tane açmazımız var, sermaye ve enerji. Şimdi tabi sermaye birikimiz artıyor. Biz kapitalist bir geçmişten gelmiyoruz, sömürgeciliğimiz de yok, dolayısıyla başkalarının üzerinden elde ettiğimiz öyle 100 yıllara, 200 yıllara, 300 yıllara varan bir sermaye birikimi yok. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki sermaye birikimimiz düşünün ya da önce milli iktisat politikasının uyguladığı daha öncelerine bakın, nihayet son 100 yılda tırnaklarımızla, Anadolu insanının alın teriyle, kimisi Almanya’nın dar sokaklarında, kimisi başka yerlerde, gurbetlerde, önce ülke içinde gurbet. Hepimizin babası bir gurbet yaşamıştır, benim babam da öyle. Şimdi bu gurbetlerle, bu çilelerle bir sermaye birikim sağlandı. Ama bu sermaye birikimi, kabul etmek durumundayız, realist olmak durumundayız, Türkiye’yi dünyanın ilk 10 ekonomisine getirecek sermaye değil, tasarrufumuz da o ölçekte değil.
O zaman yapmamız gereken şey ne? Dış sermayeyi Türkiye’ye çekebilecek rasyonel politikalar takip etmek. İnsan var, ama sermaye yetersizce yapacağımız bir sermaye aşısı. Onun için de bu kriz döneminde, özellikle 2010’da 9 milyon, 2011’de 16 milyon yanılmıyorsam doların girmesi, bizim bu kriz döneminden istifade ettiğimizin işaretleri. Ayrıca son olarak işte yeni tasarruf tedbirlerinin alınmasıyla tasarrufumuzun içeride artması yönündeki stratejimiz bu sermaye yapımızı güçlendirmektir.
İkinci zaafımız enerji. İnsan ve coğrafya bir tarafta denklemin, diğer tarafta da sermaye ve enerji. Bunları buluşturabilmek için insanı sermayeyle buluşturmak lazım, coğrafyayı da enerjiyle buluşturmak lazım, böyle bir eşleme yapmak lazım. İnsanı sermayeyle buluşturacağız, bu kalite insan unsuruna sermaye aktarımı yapacağız, coğrafyamızı da enerjiyle buluşturacağız.
Niye Ortadoğu’da aktif dış politika takip ediyorsunuz? Niye Türkiye belli riskleri alıyor? Niye Libya’da bu kadar öne çıktık? Biraz ekonomik rasyonalitesi olan, birazcık etrafında bakanın bu soruları sormaması lazım. Biz, bir kere bu halklara bir çıkar mantığıyla bakmıyoruz, hepsi bizim kardeşimiz, onların kaderi bizim kaderimiz. Ama, biz o halklarla birlikte bu coğrafyada yeni bir ekonomik refah alanı oluşturacaksak, bu coğrafyada o kardeşliğin üzerine yeni bir ekonomik yapı inşa etmemiz lazım. Yani Türkiye’yi sınırlarını duvar gibi görün, Berlin Duvarı gibi görüp; ki Berlin Duvarı ne kadar Berlin şehrinin doğasına aykırıysa Hakkari’nin sırtları üzerinden geçen sınır da, Harran Ovası’nı bölen sınır da, Aras’ı Batum’dan ayıran sınır da o derece arızidir, yani ekonomik rasyonalite anlamında söylüyorum. Siyasal olarak bunların hepsine saygı gösteririz, ama ekonominin bu sınınrarı aşabilmesi lazım.
Niçin biz Gürcistan’la pasaportları dahi kaldırdık? Çünkü tarihte hep Batum’la Trabzon bir arada yaşamış, Sarp’taki o eski duvar böyle karşıda köyü görürdünüz ama konuşamazdı akrabalar, caminin mihrabı bir tarafta, cemaat diğer tarafta; bu yapı bozuldu, çöktü. Bizim yeni yapıda bu ekonomik entegrasyonu sağlamamız lazım, insanı coğrafyayla bulaştıracağız ve coğrafyayı enerjiyle buluşturacağız. Onun için bizim Türkiye’de üretim kapasitesi artarken, enerji ihtiyacımız artarken tabii Kafkas dengeleriyle ilgileneceğiz, Bakü-Tiflis-Ceyhan’la, Bakü-Tiflis-Erzurum tabii ki bizim stratejik hesaplarımız içine girecek; bundan daha doğal bir şey yok. O kardeş halklar için de bu gerekli. Türkiye’nin bu kadar büyük enerji ihtiyacı varken, Irak’ın, Kafkaslar’ın, Libya’nın enerjisi başka yerlere değil ki, Türkiye’den ya da Türkiye’ye doğru seyredecek, bu doğal bir gelişmedir. Yani burada bir çıkar ilişkisinden daha çok bir sinerji ilişkisi var, onun için ilgileneceğiz. Onun için dış politikamızda komşu ülkelerde istikrar ve sıfır sorundan bizim kastettiğimiz bu. Ama istikrarı temin etmek için o ülkenin idarecilerinin de aynı mantıkla yaklaşmaları lazım. O mantıktan koptuklarında tabii ki sıkıntılar yaşanacak.
O zaman ben, dış politika stratejimiz itibarıyla 5 unsurdan bahsedip şeyimi kapatmak istiyorum, ekonomik stratejimiz bağlamında.
Birincisi; insanı sermayeyle buluşturulması sürecini hızlandırıp Türkiye’yi bir üretim üssü haline getirmek. Üretmeyen ekonomiler şişen balon gibi. İşte Yunanistan’dan gördük, turizmle, hizmet sektörüyle balon şişiyor, refah olduğunu zannediyorsunuz, en ufak bir krizde balona birisi bir dokundu mu bir bakıyorsunuz geride hiçbir şey kalmamış. Esas olan ülkenin gerçek değeri ve üretim kapasitesidir. Ve bugün Türkiye Avrasya Kıtasının, İtalya, Fransa, Almanya çizgisinden Hindistan, Çin çizgisine kadar olan bir hattı kenara bırakın, bütün Avrasya’nın en büyük üretim üssüdür. Ve bu üretim üssü kuvvetleniyor, güçleniyor. Dün Konya’da Ünilever’in fabrikasını açarken çok memnun oldum. Ünilever’in Türkiye’nin direktörü, CEO’su bütün Rusya’ya da, Kuzey Afrika’ya da, her yere o bakıyor. Şimdi birçok uluslararası şirket, çok uluslu şirket Türkiye’yi artık bir üretim üssü halinde görüyor ve yatırımlarını buraya yönlendiriyorsa, bu da dünyanın artık Türkiye’yi doğru algılamaya başladığının işaretidir. Türkiye’yi bir üretim üssü yapacağız, bunun için teknolojimizi ve insanımızı zenginleştireceğiz. İnsan zenginliği eğitimle, teknolojik zenginlik de teknolojinin kısa sürede ar-ge’yle olur, üniversiteyle olur.
Onun için Dışişleri Bakanlığı olarak 2 sene önce bir Boston ziyaretinde ilan etmiştim, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanımızla bir protokolle karar bağladık, bilim ataşeleri tayin ediyoruz önemli merkezlere, Pekin’e, Boston’a, Tokyo’ya, San Francisco’ya, buralara, nerede ihtiyaç varsa. Bu bilim ataşeleri oradaki Türk bilim adamlarının envanterini çıkarmayacak, o envanterin ötesinde yeni teknolojik değişimin izlerini fark edip önceden okuyup bildirecek. Bu da beni çok sevindiren bir gelişme.
Şimdi eskiden Dışişleri Bakanlığı’nda ticaret müşavirlerimiz vardı, hemen hemen dışarıdan gibi görünen, hep beraberiz ama, bir başka kurumdan, beraber çalıştığımız bakanlıktan, şimdi enerji ataşelerimiz var, bilim ataşelerimiz var. Son olarak Adalet Bakanlığımızla adalet ataşeleri de ihdas ediyoruz vatandaşlarımızın hukuki meselelerini takip etmek için. İşte devlet bu. Yani bir kurumsal asabiye, kurumsal bir tutuculukla her şey Dışişleri Bakanlığı’nın kontrolünde olsun demiyoruz. Hatta arkadaşlarımla yaptığımız bütün çalışmaları mümkün olduğu kadar Dışişleri Bakanlığı’nın etkin koordinasyon sağlayan, stratejik planlama yapan, ama yetkiyi ve görevi bütün bakanlıklarımızla paylaşan bir sisteme kavuşturalım diyorum. Son teşkilat yapımız bunun için çıktı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi davalarını Adalet Bakanlığımıza, Kıbrıs gibi siyasal meseleler hariç, bütünüyle devretmemizin arkasında da bu var. Onun için de siz de lütfen kendinizi sadece şirketlerimizin dışarıda hani meselelerini takip eden eski mantıklı ticaret müşaviri değil de, dış stratejimize katkı sağlayan uzmanlar, akil adamlar olarak görün ve dış politikamızı bu anlamda yönlendirecek şekilde bize raporlar yazın. Bu bize güç katar. Yani bu alanda olabilecek en kötü şey, kurumsal asabiyedir, bir de kibirdir. Yani “bu konuları ben iyi bilirim, başka kurumdan da bir akıl almama bir ihtiyaç yok”; bunu kim yaparsa, hangi bakanlık yaparsa kaybeder, hangi kurum yaparsa kaybeder. Bu, Dışişleri Bakanlığı için de, başka bakanlıklarımız için de geçerli. Tersine, her birimiz ne biliyorsak masaya koyacağız. Hani böyle sofralar kurulur ya, herkes getirir, bizim köyde vardı, bayram sabahı bütün komşular ne varsa evlerinde onu getirirler ve ortak bir şey üretirler, bunun gibi. Bu yeni anlayışla insan unsurumuzu güçlendireceğiz üretim kapasitemizi artırmak için.
İkincisi; pazar çeşitlemesi yapacağız. Eğer kapasitemiz artıyorsa bu üretimin ulaşacağı pazar noktalarını da çeşitlendirmemiz lazım. Son dönemde bizim krizlere dayanaklılığımızın bir ayağı finansal sistemimizin sağlamlığıdır, diğer ayağı çok iyi manevralarla pazarımızı çeşitlendirebilmiş olmamız. Avrupa tıkandığında Ortadoğu pazarına açıldık, Ortadoğu pazarlarında tıkanma olduğunda Afrika pazarlarına açılıyoruz. Ve önümüzdeki rakamlar öylesine rakamlar ki, mesela komşu ülkelerle ticaret hacmi 2002 yılında 12 milyar, şimdi 75 milyar. Ben iftiharla geçen gün Afrikalı bakanlarla buluştuğumda söyledim, 2002 yılında bütün sahra güneyi Afrika’ya toplam ticaretimiz 700 milyon dolar, bütün sahranın güneyine, şimdi 7,5-8 milyar dolar, 10 misli.
Etiyopya’da, hatta diğer bir Batılı dostumuz da vardı, Etiyopya Dışişleri Bakanı otururken dedim ki, bir kıyas yapsanız Etiyopya’yla ticaretimiz açısından, 5 sene önce nasıldı, şimdi nasıl? Benim bildiğim, 2005’te, ilk Afrika açılımlarını planladığımızda Etiyopya’da sadece bir Türk firması vardı, 50 milyon dolarlık bir yatırımı vardı. Şimdi, son gittiğimde bu rakamı verdiler, bilmiyorum hepsi o kadar aktif mi ama, 341 Türk şirketi, 1, 5 milyar dolarlık yatırım var. Şimdi bu üretimi sadece kendi içinizde artırmanızın değil, şirketlerinizin en uygun şartlarda emek ve çevre şartlarına sahip olacakları üretimi taşıdığınızın işareti. Bizim bu pazar çeşitlendirmesini sürdürmemiz lazım.
Irak’la kriz yaşıyoruz diyenler; 2002 yılında 900 milyon dolar Irak’la ticaretimiz, şimdi 9,5 milyar dolar ve süratle de artıyor. Bu enerji, Irak’ın içinde hidrokarbon yasası çıktığında muhtemelen bu 10 misli artacak. Bu pazar çeşitliliğini artırmamız lazım.
Üçüncüsü; sermaye çekme politikamızı, sermayeyi güçlendirecek tedbirleri devam ettirmemiz lazım; bunun üzerinde durduk. Burada da şirketlerimizin yapılarının uluslararası sermayeye açık hale gelmesi ve onlarla birlikte daha büyük ölçeklere şirketlerimizin kendilerini taşıması lazım.
Dördüncüsü; dış ticaret açığı da içinde olmak üzere temel problemimiz olan enerjiyle ilgili çok sağlam tedbirler almamız lazım. Hem içeride yenilebilir enerji, hem de dışarıda, çevre coğrafyadaki enerji kaynaklarıyla ilgili ortak stratejiler geliştirmemiz lazım.
Gerçekten olağanüstü sorumluluklarımız var. Bugün Somali’de problem olduğunda Türkiye nasıl yardım edebilir diye Somali halkı bakıyor. İşte Tunus’ta, Libya’da geçiş dönemi var, Türkiye nasıl yardım edebilir veya Balkanlar’da aynı şekilde.
Geçenlerde Enerji Bakanımızla yan yana oturuyoruz, dedim ki, “Sayın Bakanım, Bakanlar Kurulunda bu yardımları konuşurken, program alanlarına yardımları, bir ülkenin üzerinde bu kadar büyük sorumluluk varsa, yüklenmişse ve herkes bu kadar çok şey bekliyor, mutlaka bir yerlerde bir petrol, doğal gaz vardır, bulun şunu”, bu şekilde kendisine takıldım.
Öyle bir coğrafyadayız ki, bütün çevremiz doğal gaz ve enerji zengini ve bunda birçok planların etkileri var mutlaka, onu tahmin edersiniz, ama bizim bir taraftan içeride o araştırmaları sürdürürken bir taraftan da enerji şirketlerimizi bütün dünyada rekabet edebilir hale getirmemiz lazım. Enerjinin illa başta enerji arzını sağlayan yerden tutunması değil, belki de enerji şirketlerinin büyümesini sağlayan en önemli faktör, enerji dağıtım hatlarındaki kontroldür. Türkiye’nin ise enerji tüketimi bu kadar artıyorsa, enerji şirketlerinin çok güçlenmesi lazım, çünkü o son noktadan geriye doğru tekrar inşa edebilirsiniz bütün enerji hatlarını. Irak’a enerji konusunda ilgimiz kimseyi rahatsız etmemeli, kimseyi rahatsız etmemeli, kimseye karşı bir işbirliği değil bu. Irak ile ekonominin her alanında işbirliğini geliştirmek bu coğrafyanın zarureti. Bu kadar büyük bir ekonomik büyüme yaşayan bir ülke varsa, başka bir komşu coğrafyada da olsa, tabii ki ekonomik rasyonalite hiçbir çıkar bağlantısı gözetmeksizin bu iki unsuru birleştirir. Liderlerin de görevi, aradaki küçük ihtilafları bir kenara bırakıp bu unsurların birleşmesini temin etmektir. Bizim hiçbir anlaşmamız hiçbir kimseye karşı değil. Ama çevrenizdeki bu enerji akışını da ortak çıkara dayalı ortak projelere yönelmemiz şart.
Son olarak da, uluslararası ekonomik politik sistem içindeki yerimizin yeni bir nitelik kazanması lazım. IMF icra direktörlerinde yoktuk, şimdi varız, OECD’de çok daha etkiliyiz, G-20’de en önemli ülkeyiz. Bunu abartarak söylemiyorum, G-20’nin yakından takip ettiği en önemli ülke Türkiye şu anda. Şimdi bu da şunu gösteriyor: Yani bu uluslararası sistemde ekonomik düzendeki rolünüz ne kadar atarsa diğer konuların geriye dönüşümü o kadar zordur. Standart&Poors ne kadar cimrilik yaparsa yapsın, artık görünemez bir aktör haline gelirsiniz. Mutlaka görünür aktör olmak lazım, yükselen ülkeler bunlar. Bu anlamda da hem pazar çeşitlendirmesini, hem uluslararası ekonomik ilişkilerde geleneksel havzaların dışına çıkıp oralarda da yeni yöntemlerle yeni alanlar açmak lazım. İşte Venezüella’yla konut-petrol dengesi üzerinde yürütülmesi düşünülen projeler de bunun çarpıcı bir örneği.
Ve şirket yapılanmalarımızın güçlenmesi lazım. Ne kadar güçlü şirketlere sahip olursak o kadar iyi. Biz devlet ekonomisi uygulamıyoruz, devletle özel sektör de rekabet etmiyor, aksine devletle özel sektör birbirini açarak yürümek durumunda. Devlet stratejisiyle, işte biraz önce takip ettiğimizi söylediğim serbest ticaret anlaşmaları, vize politikalarıyla özel sektörün önünü açar, özel sektör de kazandığı, yaptığı yaptırımlarla dışarıdaki etkin gücünü ülkesine yansıtır.
Ben bu anlamda tam da bir kritik eşikte olduğumuz düşünüyorum. Yani 90’lı yıllardaki “hasta adam” diye zikredilen, literatürde ekonomik olarak da, siyasal olarak hasta adam diye zikredilen ülke, 2000’li yıllarda toparlanmaya başladı, nekahet dönemini aştı. Şimdi sağlıklı bir insan olarak bütün meydan okumalara direnecek kapasiteye ulaştı. Şimdi yapacağı bu adamın, ayakları üzerinde doğrulan bu devin yapması gereken şey, yeni ve daha kapsamlı bir stratejik planlamayla, son derece realist adımlarla kendisini uluslararası sistemin en önemli aktörlerinden biri haline getirmek. Hepimizin misyonu da bu, sizlerin ve bizlerin, siyasetçilerin ve bürokratların, aydınların, hepimizin temel misyonu bu. Bu misyonu yerine getirme konusunda yaptığınız katkılar dolayısıyla sizlere teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.