İstanbul'da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri
ve Meydan Şairleri
Fakat bize öyle geliyor ki, Tanzimat'la beraber Divan Edebiyatı nasıl hararetini kaybetmiş ve daha sonra nasıl durmuşsa, aşık tarzı denilen saz şiiri de yine Tanzimat'la birlikte hayli gevşemiş ve biraz daha zaman geçince Tavukpazarı'ndaki aşık kahvelerinden İstanbul'un çalgılı kahve denilen yerlerine sığınarak oralarda aslını muhafaza etmekle beraber şeklini az çok değiştirmek suretiyle 1919-1920 yıllarına kadar devam edebilmek imkanlarını bulmuştur.
Vakıa, eski âşık kahvelerinin başka bir şekilde devamı demek olan İstanbul'un yeni çalgılı kahveleri, 1908 inkılabından sonra hayli sarsılmış, yalpalamış ve 1910' dan sonra büsbütün sönmeye yüz tutmuş ise de yine köşede bucakta tek tük yaşayan bu kahveler, büyük harp sıraların da bile tamamıyla kapanmamış ve ancak 1920 senesinin sonlarına doğru ortadan kalkmıştır.
Şimdi ben burada âşık tarzı denilen saz şiirinin on dokuzuncu asrın sonlarına doğru çalgılı kahvelere intikalini müteakip geçirdiği safhaları ve oralarda yetişen ve bu güne kadar adları çoğumuza meçhul kalan maniciler, semaiciler, koşmacılar, destancılar ve kalendericilerden bahsedeceğim.
Şurasını ayrıca söyleyeyim ki bunların hemen hepsi, başta Dertli olmak üzere, on dokuzuncu asrın saz şairlerinin tesiri altında çalıp söylemişler, münhasıran onları ve daha eskilerini taklit etmişlerdir. Bununla beraber içlerinden hiçbiri, biraz önce adlarını saydığımız saz şairlerinin kudretini gösterememişler, onların sanatına yaklaşamamışlardır. Yalnız çalgılı kahvelerde yetişen şairler, ayaklı mani denilen mani şeklinde çok ileri gitmişler, bu tarzda eski manicileri çok geçmişlerdir. Belki bunların arasında da tek tük çok güzel semailer, koşmalar, destanlar, kalenderiler vücuda getiren olmuştur. Lakin benim bildiklerim, bulduklarım, okuduklarım veya dinlediklerim içinde fevkalade denilecek bir sanat mahsulü yoktur. Bunların hemen hepsi orta dereceyi aşmayan eserlerdir. Çalgılı kahvelerde söylenip çalınan örneklerden çok güzel ve sanatkarane olanları ise Gevherî'nin, Âşık Ömer'in, Dertli'nin, Seyranî'nin, Emrah'ın, Bayburtlu Zihnî'nindir. Çalgılı kahvelerde böyle büyük üstatlara ait parçalar söylenip çalınırken bunlar, başka bir huşu içinde okunur ve dinlenirdi. Bunları okuyan ve dinleyenlerin bir kısmı, kimin eseri olduğunu bilmeden okur ve dinler, yalnız bir üstadın eseri olduğunu anlar, ona göre okuma ve dinleme tavırları alırlardı.
Çalgılı kahvelerde ara sıra divan şairlerinden Enderunlu Vasıf gibilerin eserleri de okunup çalınır; fakat bunların halk şiirlerine vezin ve eda itibari ile en yakın olanları seçilirdi. Çalgılı kahvelerde Emrah, Zihnî, Seyranî, Gevherî, Aşık Ömer, Kuloğlu adlarını bilmeyenler bulunabilirdi. Ancak Dertli'yi hemen herkes bilir, tanır ve ona tapınırdı. Bunun için Dertli'nin:
Haraba kul olduk bezm-i alemde
Dünyada olsak da olmasak da bir
Düşdük çare nedir dame alemde
Azad olsak da bir olmasak da bir
diye başlayan meşhur koşması okunup çalınırken bütün başlar yere eğilir, gözler yarı kapanır, gövdeler put kesilirdi. Sonra yine Dertli'nin:
Sâkıyâ camında nedir bu esrar
Etti bir katresi mestane beni
Şarab-ı /alinde ne keyfiyet var
Söyletir efsane efsane beni
diye başlayan ve kesik kerem şeklinde bestelenip terennüm edilen koşmasıyla Gevherî'nin:
Bad-ı saba yare benden selam et
Mübarek hatırın sor sual eyle
Varup huzuruna feth-i kelam et
Bana var mı meyli gör sual eyle
matlalı koşması söylenirken kahvenin içi inim inim inlerdi. Çalgılı kahveler, kış mevsimlerinin cuma geceleri ve en çok bütün ramazan geceleri işlerdi. Hemen her meşhur semtte bunlardan birer tane vardı. Beşiktaş'ta, Çeşmemeydanı'nda, Tophane'de, Boğazkesen'de, Eyüp Defterdarı'nda, Halıcıoğlu'ndaki çalgılı kahveler bunların en ileri gelenlerindendi. Bu kahvelerin hemen hepsi de oraların en gözde tulumbacı kahveleri idi.
Son çağların en meşhur manicileri, semaicileri, koşmacıları, destancıları da ekseriyetle o zamanların bir çeşit sporcuları olan bu genç tulumbacıların arasından çıkardı. İçlerinde belki de hiç tulumba sırığını omzuna koymamışlar da vardı, fakat yüzde yetmişi kuşkusuz tulumbacı idi. Mesela en meşhur manici ve semaicilerden Acem İsmail, Kafesçi Arif, Dolmacı Mihran, Efe Mehmet, Defterdarlı Asaf Bey, Yenimahalleli Çiroz Ali, Tersaneli Osman Nuri, Üsküdarlı Vasıf, Zeytinburunlu Arap Osman, Darbukacı Tespihçi Halit, Darbukacı Sadık, Darbukacı Mithat, Sarı Hayrı, Balatlı Nesim, Karagümrüklü Rampi İbrahim, çırağı Arap Hamit, Eyüplü Makinist Tayyar, Çeşmemeydanlı Uzun İbrahim, Galatalı Matruş (Küçük Dertli), Tersaneli Ahmet Reis o zamanın en uçarı tulumbacılarındandı.
Sonra yine mesela tulumbacılık yapmadıkları halde yalnız tulumbacı kahvelerinin bir adına 'çalgılı kahve', bir adına 'semai kahvesi' dedikleri bu kahvelerde en iyi mani, semai, koşma, destan, kalenderi söyleyenler arasında şunlar vardı:
Bakırköylü Zil İzzet, Hattaneli Çarkçı Ethem, Arnavudun Mehmet, Otakçılarlı Cevat, Erzincanlı Ayrancı Hamdi, Hattaneli Arap Hikmet, Balıkçı Agop, Çeşmemeydanlı Kıvırcık Hüsnü, Galatalı İnce Arap, Zeytinburunlu Naracı Mehmet, Beşiktaşlı Kambur Ferdi Dede, Üsküdarlı Kayıkçı İbrahim, Çukurçeşmeli Efe Mehmet, Unkapanlı Halit Hoca... Bütün bunların içinde Üsküdarlı Vasıf, Acem İsmail, Zil İzzet, Halit Hoca, Çiroz Ali, Dolmacı Mihran, Arnavudun Mehmet, Zeytinburunlu Konik Mustafa, Otakçılarlı Cevat, bilhassa Çarkçı Balatlı Ethem, en usta idiler. Bunlardan mesela Otakçılarlı Cevat, Hattaneli Arap Hikmet gibileri hem çalar hem söylerlerdi ki bunların çalgıları artık eski Tavukpazarı kahvelerinde olduğu gibi saz değil, klarnet idi.
Bu saydığım kimselerin çoğu ölmüştür, içlerinden hâlâ yaşayanlardan Üsküdarlı Vasıf şimdi orada ihtiyar yaşında kahvecilik etmektedir; Arnavudun Mehmet denilen delikanlı büyük harpte askerlikte Almanya'ya gitmiş, oradaki büyük fabrikalarda zaten zanaatı olan makinistliği ilerletmiş, şimdi memleketin en gözbebeği, en can evi olan bir fabrikada muallim ve ustabaşı olmuştur.
Arap Hikmet uzun müddet Akdeniz, Karadeniz, Gülcemal vapurlarında çarkçıbaşılık ettikten sonra şimdi tekaüt olmuş ve tüccar gemilerinde çarkçıbaşılığa başlamıştır. Tersaneli Ahmet Reis, şimdi yetmiş yaşında ve iki gözü âmâ olduğu halde Karagümrük'te oturmaktadır.
Hâlâ bunların en ustalarından sayılan Balatlı Çarkçı Ethem, Balat'ta kahvecilik yapmaktadır. Erzincanlı Ayrancı Hamdi, Eyüp'te arzuhalci ve mühürcüdür. Balatlı Musevi Nesim, Balat'ta gezgin fıshkçıdır. Darbukacı Halit, Sadık, Sarı Hayrı, Sultan Hamamı'nda ağızlıkçılık ve tespihçilik yapıyorlar. Defterdarlı Asaf, şimdi Küçükköy'de çiftlik sahibidir.
Balatlı Musevi Nesim deyince Musevilerden de semaici, manici, koşmacı var mıymış, denilebilir. Nesim, belki ara sıra bir-iki mani söylemiştir; koşma, semai söyleyemezdi. Fakat bu çalgı ile semai kahvelerinin bir de oyuncuları vardı ki, o zaman Balat'ta tulumbacılık eden Nesim, işte bu oyuncuların en belli başlılarındandır. O devirlerde bu oyuncuların en ustaları Rampi İbrahim, Arap Hamit ve Sultan Hamamlı Bacaksız Şevki idi. Bunlardan sonra meşhur oyunculardan şunlar gelirdi:Zeytinburunlu Naracı Mehmet ile arkadaşı Arap Osman. Bunlardan Mehmet hem söyler hem oynardı. Kendisi yakışıklı, şık giyinir ve çok bıçkın bir delikanlı idi. Arap Osman ise zavallı allahlıktı. Sesi fena olduğu için söyleyemez, sade oyun oynardı. Bunlardan Mehmet'in çiftetelli oyunu, Arap Osman'ın da 'Oh Yalel Yalel'i ile 'Helvacı Oyunu' pek beğenilirdi. Semai kahvelerinin gözde ve çevik oyuncularından bir de Feshaneli Kel Mehmet vardı ki çalgılı kahveye bile ara sıra o bembeyaz, tertemiz, sakız gibi gecelik entarisi ve ince basmadan pembe hırkası ile gelir, öyle oynardı. Garip değil mi, o zamanlar erkeklerin çoğu mahalle kahvelerine misafirliğe, çarşıya, pazara gecelik entari ve hırka ile giderlerken, tulumbacı ve semai kahvelerine bu Kel Mehmet'ten başka bir tek kimse o kıyafetle gelmez, hepsi de ceket, pantolon ile gelirdi.
Bunların oynadıkları oyunlar ya mani, semai, koşma, kalenderi, divan, yıldız fasılları arasında ayrı bir fasıl teşkil eder yahut okuyup çalma işi tamamıyla bittikten sonra oyunlara başlanırdı. Bu oyunlar bildiğimiz gibi 'Çiftetelli', 'Köçek', 'Ağırlama', 'Kasap', 'Düğün Havası', 'Helvacı', bir çeşit alaturka polka olan 'Ayak Havası', 'Bıçak Oyunu', 'Zeybek' oyunlarıdır. Bunlardan 'Bıçak Oyunu'nu en iyi oynayan Unkapanlı Halit Hoca idi.
Biraz yukarda mani, semai, koşma vesaireden bahsederken 'divan' ile 'yıldız' demiştim. Bu 'divan'lar gâh koşma gibi '6-5' gâh da aruz ile yazılırlardı.
'Yıldız'a gelince o, müstezada çok benzeyen bir şeydi. Lakin bunların söyleniş ve çalış tarzları güçtü. Hele 'yıldız' denilen şeyi herkes söyleyemezdi, çünkü makamı ötekilerden büsbütün başka idi.
Bu tarzların, bu çeşitlerin hepsini birden pürüzsüz okuyanları parmakla gösterirlerdi ki, bunları en iyi becerenlerin başında rahmetli Çiroz Ali ile Dolmacı Mihran, Çarkçı Ethem, Arnavudun Mehmet, Tersaneli Osman Nuri, Otakçılarlı Cevat'ın geldiğini söylerler.
Bunlardan Çiroz Ali, Eğrikapı dışarısında koca salhaneleri [mezbahaları] olan Köle Mustafa Ağa isminde zengin bir adamın oğlu idi. Delikanlılığına kadar evde uşaklar, halayıklar arasında, naz ve naim [bolluk] içinde büyüyen bu ince, çelimsiz çocuk genç yaşında tulumbacılığa heves etmiş, az zaman içinde hem günün en gözde bir tulumbacısı hem de en sevilen bir semaicisi olmuştu. Kendisi yakışıklı, sesi güzel olduğu için Çiroz Ali, İstanbul'daki hemen bütün semai kahvelerinde el üstünde tutulur ve o hangi semai kahvesine gidip okusa yüzlerce meraklısı arkası sıra oraya akardı.
Çiroz Ali, yukarda adı geçenlerin en eskilerinden idi ki Bakırköylü Zil İzzet, Acem İsmail gibi mani ve semai ustaları ile birlikte hayli zaman söylemiş ve zanaatında onları geçtikten sonra rumi bin üç yüz on iki yılında, Beşiktaş'ta tulumbacılık yaparken o zamanki kendi arkadaş ve omuzdaşlarının tabirince ince hastalıktan (verem) ölmüştür.
Çiroz Ali'nin genç yaşında ölümü o zamanki tulumbacılık ve semaicilik alemini pek çok müteessir etmiş ve kendisine o zamana kadar İstanbul'da bir eşi görülmemiş olan parlak ve orijinal bir cenaze alayı yapılmasına sebep olmuştur.
Çiroz Ali, hastalığının son devrelerinde babası Köle Mustafa'nın Eğrikapı dışındaki evinden kaldırılmış, hava tebdili olsun diye Bakırköyü'ndeki dayısı Tevfik Bey'in köşküne götürülmüştü. Hastalık esasen üçüncü devrede olduğu için oraya giden Ali bir-iki ay içinde büsbütün çökmüş, kendisinden artık ümit kesilmişti. İşte bu günlerde Ali'yi sevenlerden Defterdar İskelesi'nin hamallar kahyası ve Defterdar'ın tulumbacı ağası Kahya İsmail, hemen oranın bekçisi Mehmet Çavuş'u yakalamış, avcuna iki gümüş mecidiye sıkıştırarak:
—Haydi, demiş, fırla Bakırköyü'ne! Çiroz Ali fenaymış, evdekiler ağlaya ağlaya başucunda saat bekliyorlarmış. Sen git, bu gece orada bir kahvede gecele ve ölüm haberini alır almaz ya bir beygire ya bir arabaya atla, çabuk bize haber getir.
O gece, sabaha karşı Bekçi Mehmet Çavuş, bir beygirle Defterdar' a gelmiş, Kahya İsmail'e seslenmiş:
—Kâhya, sizlere ömür!
Hemen o anda, koğuştaki kocaman tulumbacı fenerleri yakılıp İstanbul'daki bütün meşhur tulumbacı koğuşlarına bu kara haber ulaştırılmış. Ertesi gün erkenden Defterdar İskelesi'ne biriken bir-iki yüz kişilik cemaat Bakırköyü'nün yolunu tutmuş ve orada da ayrıca bir alay tulumbacının biriktiğini görmüş.
İşin aksiliğine bakın ki tam o aralık Ermeni vakası patlamış. Tabii Bakırköy kaymakamı böyle sabahleyin erkenden oraya biriken bu kadar insanı görünce şaşırmış, bunların içinden elebaşıları çağırıp sormuş:
—Böyle yüzlerce insan buraya ne diye toplandınız?
—Cenazemiz var, onu almaya geldik.
Kaymakam önce tereddüt etmiş, sonra izin vermiş ve o yüzlerce tulumbacı, öğleye bir saat on dakika kala Çiroz Ali'nin tabutunu omuzlayınca tam öğle vakti Eyüp'e ulaştırmışlar. Ulaştırmışlar ama cenaze öyle herkesin cenazesi gibi gelmemiş, cemaati teşkil eden ve içinde birçok da Hıristiyan ve Yahudi bulunan yüzlerce tulumbacı onu, öğleye yetiştirmek için ta Bakırköyü'den Eyüp'e kadar 'açık ayak' denilen bir tulumbacı koşusu ile getirmişler ki, bu kadar uzun yolu o kadar insanın hem de omuzda tabut olduğu halde hep açık ayakla yürümesi tulumbacılık sporunun en güçlerinden biridir. Çiroz Ali'nin cenazesi, çiçekli ve çemenli bir bahar günü Eğrikapı dışarısından geçerken İslam ve Hıristiyan evlerinin pencerelerinden kopan kadın çığlıklarını anlata anlata bitiremiyorlar.
İşte bu Çiroz Ali ki, o eski çalgılı semai kahvelerinin en namlı bülbüllerinden biri idi. Onun okuduğu semailerle maniler arkadaş ve omuzdaşlarından hiçbirininkine benzemezdi. Ne yazık ki gerek Çiroz Ali, Acem İsmail, Zil İzzet zamanından, gerek onlardan bir öncekilerden, gerekse onlardan sonra yetişenlerden birçoklarının mani, semai, koşma, destan, kalenderi gibi birçok eserleri meydanda olduğu halde Çiroz'un kendi içinden gelme, kendi düzdüğü bir tek manisini bile bulamadım.
Eminönü Halkevi'nin çıkardığı Halk Bilgisi Haberleri mecmuasında bu mani, semai, koşma, divan, yıldız ve kalenderilerden pek azını neşretmiş olan ve Çiroz Ali'yi hayal meyal hatırlayan meşhur eski semaicilerden Otakçılarlı Cevat, bana bir kere sahibi pek belli olmayan bir semaiyi Çiroz Ali'nin semaisi olma ihtimali var diye gösterdi ise de aynı semainin Dertli İbrahim'den sonra gelen Tavukpazarı saz şairlerinden birine ait olması ihtimali de vardır.
Başta da söylemiştim ki on dokuzuncu asrın üstat saz şairi Dertli İbrahim'den sonra gelen belli başlı sanatkarlar kimlerdir, pek tanımıyoruz.
Yalnız yine dediğim gibi Otakçılarlı Cevat ile hala sağ olan bazı arkadaşlarından öğreniyoruz: Gedâî, Derunî, Ahmet, Perişan Halil, Giryanî gibi bazı kimseler var ki bunlar Dertli'den sonra gelen Tavukpazarı saz şairleriyle daha sonra onların yerlerine geçen semaiciler, maniciler arasında bir çeşit köprülük etmişlerdir.
Edebiyata ve edebiyat tarihine dair özlü, olgun eserler sahibi olan Sadettin Nüzhet Ergun, her ne kadar bir Gedai'den bahsediyor ve eserlerini neşrediyorsa da bir rivayette Beşiktaşlı, bir rivayette Üsküdarlı olduğu söylenen ve semai kahvelerine devam eden, sonra bunlara birçok semailer, koşmalar, nefesler hazırlayan bir başka Gedâî daha olması gerektir. Çünkü benim bu dediğim Gedâî'yi tanıyanlar ve kendisiyle görüşenlerden hala sağ olan semaiciler vardır. Halbuki Sadettin Nüzhet Ergun'un bahsettiği Gedâî'yi onlar pek tanımıyor, hatırlamıyorlar.
Derunî Ahmet ise hâlâ Balat'ta kahvecilik eden ve bir zamanlar İstanbul'un en meşhur manicisi, koşmacısı, semaicisi olan Çarkçı Ethem'in ustası imiş. Bu adamın:
Düşme davaya
Girme araya
Silah çekmeye
Yıkıp gitmeye
Âhir kavgaya
O bedlerdeniz
Yakıp yıkmaya
Nöbetlerdeniz
diye yıldız usulünde okunan bir manzumesini genç semaiciler pek beğenir, yüksek tutar ve ondan türlü türlü anlaşılmaz manalar umarlarmış.
Yine birçok manici ve semaicilerin kendilerine büyük bir üstat bildiği Perişan Halil ise semai, koşma gibi şeylerde pek o kadar kamil bir üstat değilse de manide tam anlamıyla üstattır. Bilhassa, nerede olursa olsun irticalen mani söylemekte bunun kadar erbap pek yoktur. Mesela, Perişan Halil balıkçılık, celeplik gibi işlerle geçinir fakir bir adammış. Bir gün Topkapı'dan iki yaşında bir dana almış, önüne katmış, Tophane mezbahasına götürüyormuş. Tam Galata Köprüsü'nden geçerken Perişan Halil' in yedeğindeki gürbüz dana oradan anası, ablası ile geçmekte olan sekiz-on yaşlarında bir çocuğun koluna hızlıca boynuz yapıştırmış, çocuk da feryadı salıvermiş. Derken ahali Halil'in başına üşüşmüş. Halil de hemen köprünün parmaklığına yaslanıp elini şakağına dayamış, yanık bir sesle hemen şu maniyi yapıştırmış:
Adam anam ... bu... dana
Vurdu dana sübyana
Boynuzları budana
Çıktı artık gözümden
Sizin olsun bu dana
Ve mani biter bitmez dananın ipini çocuğun anasının eline tutuşturup tabanları kaldırmış, oradan savuşmuş.
Koşmalar, kalenderiler, yıldızlar, maniler, hep olduğu, yazıldığı gibi doğrudan doğruya söylendiği halde ayaklı mani denilen bu maniler hep 'Adam aman' diye başlar, ondan sonra yazılış ve söylenişte bir olan fakat manaca ayrılan bir kelime -ki bu manilerin kafiyesidir- söylenir, arkadan asıl mani olan iki mısra okunurdu.
Perişan Halil'in en dilde destan manilerinden biri de Beylerbeyi Rıhtımı'nda balık tutarken birdenbire başına dikilen devrin en cebbar [kudretli] adamının şedit [sert] bir emriyle söylediği manidir ki, eğer Halil bunu o anda irticalen söylememiş olsaydı, belki beline bir tekme yiyip buz gibi suyun içinde tehlikeli bir kış banyosu yapacakmış. Halil elindeki olta ile balık tutarken yanı başına padişah dikilmiş:
—Manici Perişan Halil sen misin?
—Benim.
Denizin bir-iki karış derinliğinde sağa sola çalkalanan yuvarlak, yassı, yumuşak ve beyazca bir yosuna benzeyen şeyi göstererek:
—Çabuk, demiş, hiç durmadan şunu ayak yap (kafiye yap), bir mani söyle, yoksa denizde alırsın soluğu.
Halil hemen elinden oltayı bırakmış ve saniyesi saniyesine maniyi bastırmış.
Nasıl bastırmış, diyeceksiniz.
Onun yalnız ikinci mısramı söyleyeyim de ötesini sormayın: <poem> Adam aman.. Pek beğendim ortaya çıkan yeni nizamı!.. <poem> 'Ortaya çıkan yeni nizam' sözünden anlaşılıyor ki çalgılı kahvelerin en büyük mani ustası diye tanıdıkları Perişan Halil yeniçeriliğin kaldırılması ve Tanzimat'ın ilanı sıralarında Tavukpazarı saz kahvelerinin henüz çalgılı kahve şekline girmek üzere olduğu zamanın adamıdır.
Maniden bahsederken burada size Perişan Halil'den sonrakilerden ve Derunî Ahmet'in muasırlarından olduğu söylenilen Beşiktaşlı Gedâî'nin bir-iki manisini de yazayım.
Gedâî'nin yazacağım bu manileri gösteriyor ki bir kara cahil olan Perişan Halil irticalen mani söylemekte çok mükemmel bir usta olmakla beraber Gedâî herhalde ondan bilgili, belki de okuryazar takımından ve biraz eski mutasavvıf halk şairlerini okumuş yahut o tarzda şeyleri oldukça anlayanlardan imiş. İşte onun bana bu kokuyu veren iki manisi:Adam aman ...gö...zetle...
Sun'i Hakk'a dikkat et, yapışık mı göz...etle?
Ol göz ile hakikat rahını gel gözetle.
Adam aman ...di...dedir...
Hakiki aşk ehlinin dildarı nadidedir.
Dildar için kanlı yaş akıtan na...didedir
Bu maniler gösteriyor ki bu adam Arapça, Acemce kelimelere oldukça düşkün ve daha ziyade mutasavvıf halk şairlerinin tesiri altında bulunan bir adammış.
Bunun birçok nefes ve koşmaları da varmış; fakat çok bilinen ve birçok eski tasavvufi halk şiirlerinin birer kopyasından pek de farklı olmayan bunları burada uzun uzun yazmaya hacet yoktur.
Hazır sırası gelmişken burada size birkaç tuhaf mani daha göstereyim: Balatlı Çarkçı Ethem'in bir manisi. Kadıköy'deki çalgılı kahvelerden birine Balatlı Çarkçı Ethem ile arkadaşlarını davet etmişler; bunlar da kalkıp oraya gitmişler. Fasıl başlayınca gelen misafirlerin içindeki en usta manici Ethem'e Kadıköylüler rica etmişler, 'Kadıköy' uyağı ile bir mani söyle demişler.
Ethem düşünmüş taşınmış, evirmiş çevirmiş, nihayet süslü gelin askısının altında oturan çalgıya işmar etmiş:
—Çalın!..
Klarnet, çığırtma, çifte nara, darbuka ve zilli maşadan mürekkep olan takım hemen kısa bir mani havası yapmış, Ethem de şu maniyi söylemiş:
Adam aman... dı köye...
Arzuladık ihvanı geldik şu Kadıköy'e...
Müftü haraç keserken ne yapar kadı... köye?
Adam aman.. İ...yi...bin
İşte meydan, işte at, biner isen iyi bin
Dört köşede meşhurdur dilencisi İyib'in!
Şu da o zamanların yarı didaktik, yan aşıkane güzel manilerinden biridir:
Adam aman... ka..rın..ca
Yazdan toplar erzakın kışa saklar karınca
Canan bizi affetti yalvarıp yakarınca
Bunlardan başka vaktiyle çalgılı kahvelerde çoğu irticalen söylenmiş meşhur manilerden bazıları da şunlardır:
Adam aman...dide..de
Bak okuyup yazmadan kalmadı fer didede
İhvanın arzusunu kırmaz Ferdî Dede...
Kendisi bir paşazade olan Beşiktaşlı Kambur Ferdî Dede'nin bir çalgılı kahve sahibi olan Galip Ağa için söylediği şu mani de meşhurdur:
Adam aman.. Ga..liba
Maşrapan tıkırdıyor küpte su yok galiba
Sana asil diyorlar sen piçmişsin Galip Ağa
Adam aman... ne... yedir
Namerdin lokmasını ne kendin ye ne yedir
İhvanın toplanması seneden seneyedir.
Şu aşağıdaki mani de çalgılı kahvelerin meşhur oyuncularından Arap Hamit Reis'in şimşekli, gök gürültülü bir gecede bir destan yahut semai söylemesini rica için başka bir arkadaşı tarafından irticalen ortaya atılmış bir manidir:
Adam aman... se...mâyi
Şimşek çakar gök gürler Hak titretir semayi
Hamit Reis bekleriz senden destan semaî!
Yukarda adı geçenlerden Tersaneli Ahmet Reis ki şimdi iki gözü kör olduğu halde Karagümrük'te oturan yetmişlik ve perişan bir ihtiyardır. Bir zamanlar tersanenin en iyi ustalarından ve zamanın en namlı ve acar tulumbacılarından olan Ahmet Baba, şu yepyeni manisini geçen akşam bana bunlara dair bazı izahat verdikten sonra söyledi.
Etrafına fıldır fıldır baktığı halde karşısındakini hiç görmeyen gözlerini tavana doğru dikerek:
—Evlat! dedi, bu mani de benden sana caba olsun:
Adam adam... cı...nacak
Felek kökten budadı vurdu bir acı nacak
Ellere ben acırken ben oldum acınacak
Ve bunu söylemesi ile birlikte hıçkırarak yanımdan kalktı, sopasına dayanarak uzaklaştı. Bu manilerin söylenip okunması, koşmaya, divana, yıldıza, destana, semaiye, hele kalenderiye nispetle kolaydı ve bu manileri her çalgılı kahveye giden, iyi kötü söyleyebilirdi. Fakat ötekileri söylemek, kaleme almak ve okumak daha güçtü.
Koşmalar da divanlar, yıldızlar, destanlar, maniler gibi hece vezniyle söylenirdi ve bunlarda en çok kullanılan vezinler eski halk şairlerinin kullandıkları gibi ekseriya (altı-beş), (dört-dört-üç) ve bazen de (beş-altı) idi. Bunlardan yalnız divanlar ara sıra aruzla yazılırdı. Semailer ise hep aruzun mefailün / mefailün / mefailün / mefailün vezniyle yazılıp okunurdu.
Bunlardan kalenderilerin vezni de hem hece olurdu hem de aruz.
Fakat bunlarda şart, muhakkak her kıtanın, yani her dört satırın üçüncü mısraı o kıtadan sonraki kıtanın birinci satırında aynen tekrarlanmak olduğu gibi, her kıtanın son mısraları da kafiyece birbirinden başka idi.
İşte bir çalgılı kahve kalenderisi:
Derdü gam, aşku sevda
Eyledi beni şeyda
O güzelin yoluna
Edeydim canım feda
O güzelin yoluna
Saçım başım yoluna
Taramış kakülleri
Atmış sağ ü soluna
Taramış kakülleri
Gerdanda fülfülleri
Sanırsın yanağında
Açmış cennet gülleri
Buraya kadar şekli, manası, kafiyeleri iyi giden kalenderi son kıtaya geldi mi o güzel şekil , o güzel mana ve hoş kafiyeler bozulur, şöyle biter:
Sanırsın yanağında
Küpeler kulağında
Ayda ay yıl, ay yıldız
Mahcemalin mahitap
Bu, neden böyle olurdu ve gerçekten bütün kalenderilerin son kıtaları hep böyle kafiyeleri bozuk, manası anlaşılmaz olarak mı biterdi?
Bu ciheti, henüz sağ olup da bu işleri anlayanlardan kime sordumsa tam istediğim gibi bir karşılık alamadım. Yalnız bu işlerin en iyi anlarlarından ve geçen yıl Halk Bilgisi Haberleri mecmuasında bazı maniler, koşmalar neşretmiş olan Otakçılarlı semaici Cevat diyor ki:
—Bunun neden böyle bittiğini ben de bilmem. Bildiğim bir şey varsa çalgılı kahvelerin kalenderileri böyle yazılır, böyle okunurdu.
Kalenderi denilen bu biçim manzumelerin bir başkalığı da bunların mani, koşma, semai, divan gibi yalnız bir tek kişi tarafından okunmaması, en aşağı üç-beş kişi tarafından bir ağızla okunmasında idi.
Mesela Üsküdarlı Vasıf, Acem İsmail, Zil İzzet, Çiroz Ali, Arnavudun Mehmet bir araya gelip hep bir ağızdan kalenderi okumaya başlayınca bu pek eşsiz, menentsiz bir manzara halini alır ve dinleyenler baştan başa mest olurdu.
Çalgılı kahvelerde önce işe mani ile başlanırdı. Fakat asıl mani, koşma, semai faslı başlamadan önce müzika başlardı. Yukarıda yazdığım gibi bir klarnet, bir çığırtma denilen ince tahta düdük, bir çift nara, bir darbuka, bir zilli maşadan ibaret olan çalgılı kahve müzikası en önce bir marş çalardı ve bu marş ekseriyetle alafranga marşlardan biri idi. Son zamanlarda 'İspanyol Marşı' dedikleri bir marşla 'Maçiç İspanyol' pek moda olmuştu. Bu marştan sonra ya bir polka ya polka ayarında bir-iki şey daha çalınıp nihavent makamından kıvrak ve alafrangaya yakın şarkılara, kantolara geçilir, daha sonra çiftetelli gibi oyun havaları, alaturka bazı halk şarkıları çalınıp söylenir, bunların arkasından da kahve her taraftan gelen misafirlerle tamamıyla yükü alınca mani havası ile manilere başlanırdı. Bazen yarım, bazen bir saat kadar süren mani faslı çok defa alaylar, kahkahalar arasında birtakım atışmalar, birbirlerini bastırmalar, birbirlerini tehzil ve hicvetmeler içinde geçer; sonra sırasıyla koşma, semai, divan, yıldız, destan, kalenderiye geçilirdi.
Koşmalar, semailer, divanlar, yıldızlar, kalenderilerde en çok aşk olmak üzere hemen her mevzudan bahsedilir; fakat destanlarda ekseriyetle kabadayılıklar, hazin, feci ölümler, ara sıra harpler terennüm edilirdi.
Eski külhanbeylik edebiyatının epik kısmına girebilecek ne kadar böyle vakalar varsa hemen hepsinin bu kahvelerde birer destanı yapılmış ve bunlar gâh hiddetler, tehevvürler, küfürler, naralar gâh da ahlı oflu gözyaşları içinde yıllarca okunup dinlenmiştir. Bu destanlar arasında mesela şunlar vardır:
'Çiroz Ali'nin Ölüm Destanı' ki bu bir çeşit mersiyedir. 'Sandıkçı Şükrü Destanı', 'Yorgancı Sadık Destanı', 'Pamukçu İhsan Bey'in Destanı', 'Komiser Hüsamettin'in Destanı', 'Feshanede Makine Arasında Kalıp Parçalanan Atıf'ın Destanı', 'Yemen Destanı' , "Esrarkeşlerin Destanı" ki bu da bir esrarkeşin çok tuhaf, çok gülünç hülyalarını gösteren şathi [eğlenceli] ve mizahi bir destandır. Sonra daha eskilerden meşhur 'Zampara Destanı', bir zamparanın başına gelen rezalet ve maskaralıkları tasvir eder.
Bunların arasında söylenen bir de 'Er-Avret Destanı' vardır ki bu baştan başa evlenme hayatını ve evlenen bir erkeğin yavaş yavaş nasıl kadının hakimiyeti altına girdiğini gösteren didaktik ve zamanına göre kuvvetli bir eserdir.
Bu destanların içinde bir çeşit acıklı mersiyeyi andıranları da vardır ki, 'Komiser Hüsamettin'in Destanı' bunların en hazin ve en düzgünlerinden biri idi. Komiser Hüsamettin, kendi kayınbiraderi Halit ile Erenköylü Mustafa tarafından Göztepe'de kahpece ve pek feci bir surette öldürülmüş idi.
O zamanlar, yani rumi 1307-1308 yıllarında İstanbul'da polis komiseri olan Hüsamettin, nazik, tatlı dilli, güler yüzlü bir gençti. O zamanın bazı polis ve komiserleri gibi öyle vara yoğa herkesin kalbini kırmaz, iyi muameleleri ile kendisini herkese sevdirirdi. Bu arada zamanın tulumbacıları, külhanbeyleri, semaici ve manicileri de kendisini çok severlerdi. Hüsamettin [1]307 [1891] senesinde evlendi, Erenköyü'nde iyi bir ailenin temiz bir kızını alıp onlara içgüveyi girdi. Fakat böyle yapmakla Hüsamettin kendisine orada bir müthiş düşman peydahladı ki, bu da Erenköyü'nde sığırtmaçlık yapan Mustafa isminde biri idi. Çünkü bu Mustafa, Hüsamettin'in aldığı kızı önce ailesinden istemiş ve ret cevabı almıştı. İşin aksiliğine bakın ki Hüsamettin'in kayınbiraderi Halit de nedense bir türlü eniştesine ısınamamış, onu sevememiş, ona içinden gizli gizli diş bilemeye başlamıştı. Hüsamettin oraya içgüveyi girip de bir çocuk babası olduktan sonra, bu Mustafa ile Halit birleşip bir plan kurmuşlar ve o plana göre Hüsamettin'e dost görünüp onu bir akşam Göztepe' deki içkili gazinoya düşürerek biraz içirdikten sonra yolda önce sağ kolunu kırmışlar; sonra da bütün yalvarıp yakarmasına karşı, hiç acımadan vücudunu kamalarla delik deşik etmişler, gözünü oymuşlardı. İşte 'Komiser Hüsamettin'in Destanı' bunun üzerine yazılmış ve uzun yıllar bütün semai kahvelerinde gözyaşları için de okunup çalınmıştı.
Bu destanı naklediyorum:
Guş eden ağlasın zulmü feleği
Hangi ferdin olmaz ciğeri suzan?
Ne hale uğradı dünya meleği
Bıraktı cümlenin kalbine hicran
İşiten ihvane bir ibret olsun
O insafsız cani Allahtan bulsun
Mezarı akreple yılanla dolsun
Ruz-ı şeb durmayıp çeksin el'aınan
Teehhül hevesi düştü gönlüme
Baktırmadıın bir kez aks-i falıma
Girdi tiğ-i felek ah ikbalime
Yıktı hanümanım eyledi viran
Münasip görünce evlendim nagah
Bir pak dameni eyledim nikah
Feleğin fendine olmadım agah
Düğün yapmak için cem oldu ihvan
Merdivenköyü'nde içgüvey girdim
Dedim şu alemde murada erdim
Memuriyetime gidip gelirdim,
Dilimden düşmezdi 'Hamdola Yezdan'
Teehhülüm ancak bir sene oldu
Emr-i Hak dünyaya bir yavrum geldi
Sandım ki bu alem bana verildi
Hane halkı olduk cümleten şâdân
Bir gün karışık bir rüyayla kalktım
Hüzn ile ağlayan masuma baktım
Düşüne düşüne kılıcım taktım
Keder ile oldum yoluma revân
O akşam Göztepe'ye geldim oturdum
İçimden ne garip hülyalar kurdum
Halitle Mustafa oturmuş gördüm
Dediler beraber içelim heman
İkisi o akşam çok rakı içti
Saat bir buçuğu tanı çeyrek geçti
Kayınçenı Halit feneri çekti
Mustafa kolumda ederek seyran
Giderken o hain kolumu büktü
Kırıp kolumu bıçağı çekti
Saplayıp göbeğim üstüne çöktü
Dağladı ciğerim eyledi püryan
Dedim: Kusurum ne söyle bileyim
Ciğer paremi bir gidip göreyim
Yavrumu görüp de öyle öleyim
Yeter vurma artık imansız mervan
Dinlemedi asla katil sözümü
Tekrar bıçakla oydu gözümü
Bir anda düşündüm körpe kuzumu
Yetiş Halit diye eyledim figan
Ah Halit büsbütün beni dağladı
Kamayı vurdukça kanım çağladı
Ah ü feryadıma gökler ağladı
Hasret gidiyorum ağlasın Eftan (çocuğunun adı)
Bin üç yüz sekizde vuku-ı kaza
Kanun-i sani tam yirmi bir keza
Elbet gelecektir o ruz-ı ceza
Görülür mahşerde davamız ayan
Fakat bu destan kimindir, yani bunu kim yazmış yahut hangi okuma yazma bilmeyen bir tulumbacı şairi bunu düzmüştür, bilmiyoruz.
Şimdi iki gözü âmâ olan Bahriyeli Ahmet Baba ile yine sonradan gözleri âmâ olan ve eski semai kahvelerinin en maruf simalarından bulunan Karagümrüklü Koltukçu Akif Ağa bu destanın bedesten bekçilerinden Yaylalı Halim Baba tarafından yapılmış olmak ihtimali olduğunu söylüyorlarsa da [1]310 [1894] yılındaki 'Büyük Hareket-i Arz Destanı'nm sahibi Deli Hakkı'nın da olmak ihtimali varmış. Zaten çok hazin olan 'Komiser Hüsamettin'in Destanı'nı ses, eda, tavır itibari ile en hazin söyleyenler arasında Bahriyeli Yusuf Kenan ile Alaşehirli Mehmet, Beygirci Tosun en ileri gelenlerdendir. Hatta bir gece Keçecilerli Ömer Reis'in kahvesinde Yusuf Kenan bu destanı söylerken ellerinde mendil ağlamayan hiç kimse kalmamıştı.
Bu gibi destanlarda ölen daima kabadayı; fakat ağırbaşlı, namuslu, asil, temiz, iyiliği sever, dostlarına karşı fedakâr bir insandır. Onu öldürenler ise korkak, cebin, iki yüzlü, allak [dönek], kalleş, hain, arkadan vurucu bir kahpedir.
Bu destanlardan Zeytinburunlu Konik Mustafa Çavuş'un 'Yemen Destanı' da en meşhurlarındandır. Konik Mustafa bu küçük destanı, o zamanlar tabur tabur, alay alay Yemen çöllerine gönderilip oraların kızgın kumları arasında çekmedikleri kalmayan zavallı Anadolu ve Rumeli yavrularının ağzından yazmıştır:
Bâb-ı seraskerî'den emr ü irade
Memleketten kalktık geldik piyade
Feryad ü figan pek de ziyade
Kucaklayarak dostu yâranı
Askerle vapuru donattık sardık
Sade gök görünür kara arardık
Tam kırk üç günde Yemen'e vardık
Vapur lenger attı bulduk limanı
Hak din ü devlete vermesin zeval
Yetişti anide bir alay sandal
Hep çıktık iskeleye akran ü emsal
Şehirde tebdilen ettik seyranı
Ne yazık ki ben bu destanın alt tarafını bulamadım. Yalnız destanın en son kıtasının en son satırının şu mısrayla bittiğini bunu bana okuyan âmâ Ahmet Reis'ten öğrendim:
Son nefeste ettim ikrar imanı
Bu mısradan anlaşılıyor ki, zavallı Mehmetçik son nefesini Yemen'in fırın içi gibi yanan çöllerinde vermiştir.
Kalenderi ve destandan sonra çalgılı kahvelerde en hatırı sayılan nazım şekli semailer idi. Aruzun dört mefailün vezni ile yazılan bu semailerin en güzellerini gene Üsküdar'da hâlâ kahvecilik yapan Vasıf ile Çiroz Ali, Bahriyeli Osman Nuri, Amavudun Mehmet, Dolmacı Mihran yapar ve söylerlerdi. Fakat Dolmacı Mihran'ınkilere 'Ermeni ağzı semailer' denilirdi ki, eski halk şairleri zamanındaki 'Ermeni Âşuğları' gibi bunlarda şive ve lehçe biraz değişir, kendine mahsus bir başkalık, bir ahenk gösterirdi.
Hatta Dolmacı Mihran gibi meşhur Ermeni semaicileri sırf Ermeni ağzı semai okumak için birçok çalgılı kahvelere davetle götürülür, kendilerine çok itibar edilirdi. O zamanların Ermeni ağzı semailerinin meşhurlarından biri de şöyle başlardı:
Efendim huuuu nasibim buuu
Tecellim taksirat yahu
Ciğer yandı kebap oldu yetiş ahpar bir içim su
Ne esbabdan beni terk eyleyüp ağyar ilen kaçtı?
Niçin kılmaz bana insaf o taş kalpli gözü ahu
Bu da Üsküdarlı Vasıf'ın meşhur semailerinden biridir:
Efendim yoktur emsalin bulunmaz bir güzelsin sen
Nedir maksudun ey canım beni böyle üzersin sen
Adûyü bed-likalarla niçin daim gezersin sen
Seni ben sevmişim candan velakin bî-habersin sen
Otursam reh-güzarında selam vermez geçersin sen
Görünce bendeni yavrum neden çeşmin süzersin sen
(Nakarat)
Gidip ağyara yar oldu benim halim harap oldu
Seninle gezdiğim gül-zâr kararmış bir tür-âb oldu
Bugünlerde senin tavrın bana gayet merak oldu
Seninle içtiğim meyler niçin nar-ı firak oldu
Şu da bir mizahi semainin başlığıdır ki alt tarafını bulamadım:
Efendim tar nasip artar tecelli taksirat mantar Senin o bildiğin kantar niçin böyle yalan tarlar?
İşte on dokuzuncu yüzyıldaki Dertli ile arkadaşlarının saz şairleri kahvelerinden sonra ortaya çıkan ve bir adına 'semai kahvesi', bir adına 'çalgılı kahve' denilen tulumbacı kahvelerinin son zamanlarda yetiştirdikleri semaiciler, maniciler, koşmacılar, destancılardan en belli ve başlıları ve işte onların bazı eserleri . . . Ben şimdilik bunları ve bu kadarını toplayıp yazabildim. Halk bilgisiyle meşgul, gayretli , dinç gençlere benim bu küçük etüdüm belki bir anahtar olur, onlar da bu anahtarla halk bilgisinin bu kısmına ait birçok kapılan açıp ortaya daha birçok şeyler çıkarabilirler.
Yazımı bitirmeden önce şurada bir-iki şey daha yazacağım ki, bunları ilk kısımlarda unutmuştum. Yukarda adları geçen birkaç darbukacı vardı ki onlar da şunlardır: Sultan Hamamlı Tespihçi Halit, Sarı Hayrı, Sadık, Mithat...
Bunların en ustaları Halit idi ki, hala sağ olan bu çocuk o zamanlar çaldığı darbuka ile mum ve lamba söndürürdü.
Yani darbukanın ağzını bir yanan muma yahut lambaya tutunca parmaklarının deri üstündeki çok hızlı hareketinden hasıl olan rüzgar darbukanın ağzından çıkarken yanan mumu yahut lambayı söndürürdü. Sonra Halit, darbuka denilen ve parmaklarla çalınan o basit dümbelek ile adeta perdeli çalgıların çaldığı havaları tıpkı notasıyla çalıyormuş gibi aynen çalardı ki, bu cidden büyük bir maharet sayılırdı ve böyle usta darbukacılar çalgılı kahvelerde el üstünde tutulurdu. Bu darbukacılarla zilli maşacıların da çoğu tulumbacılardı, bunların içinde de azı iyi maniciler, semaiciler vardı.
Şimdi gelelim son olarak muammalara:
Muammalar bir çeşit bilmeceler idi ki bunların en zorunu on dokuzuncu yüzyılda Mısır seyahatinden İstanbul'a gelen namlı halk şairi Geredeli Dertli İbrahim, Tavukpazarı'ndaki aşıklar kahvesinde hallederek birinciliği almıştı.
Bu muammalar çalgılı kahvelerde de aynen devam etmiş ve yine manicilerin, semaicilerin arasından çıkan meşhur muammacılar bunlarla da hayli uğraşmış ve şöhret almışlardır. Mesela manici, semaici Zil İzzet aynı zamanda o vaktin en usta muammacılarından sayılırdı.
İşte onun 'kayık küreği' manasından gelen bir muamması:
Geçen bir nesne gördüm sallanır bî-ruh durur
Kim ona el vurursa kuyruğuyla sallanır
Bunun canlı oluşu dar dibinden bağlıdır
Bu muamma değil lakin bir ağacın dalıdır
Bu yazı üç yahut dört köşe süslü bir tahtanın üzerine yazılıp kurdeleler, çiçeklerle süslendikten sonra kahvenin tavanına asılır; bunu halledenlere bir lira, beş lira, sırasına göre on lira mükafatlar vaat edilir ve bunu kim hallederse hem mükâfatı alır hem onun adı bütün çalgılı kahvelerde aylarca çalkalanırdı.
Tam bu yazım biterken öğrendim ki bütün bu adamların piri sayılacak kadar eskisi ve en ustası Bedesten bekçilerinden Yaylalı Halim Ağa imiş ve yine şimdi öğrendim ki bunların çok meşhurlarından Deli Hakkı adında biri daha varmış ve bu adam [bin] üç yüz on [1894] yılındaki büyük hareket-i arzda [depremde] yazdığı 'Hareket Destanı' ile İstanbul'daki bütün fecayii [faciayı] çok temiz bir dil ve çok canlı bir görüşle destan şeklinde mükemmelen anlatmış... Ne yazık ki bu destanı da şimdi kolay bulmak imkanını bulamadım. Hatta ben bu 'Hareket Destanı'nı ararken elime Zil İzzet ile Acem İsmail'in iki hoş manisi daha geçti, işte onları da yazarak sözümü kesiyorum:
Zil İzzet, 1320 [1904] yılının hastalık ve düşkünlük zamanlarında, bayrama yakın bir ramazan gecesi, semai kahvelerinin birinde şu maniyle ağlayarak kibar arkadaşlarından eski elbise istemiş:
Adam aman... ki... meski...
İhvanlar ihsan eder bizlere eski meski
Onların eskileri giymekle eskimez ki...
Bu da tam benim yazım biterken zemin ve zamana en uygun düşecek olan Acem İsmail'in manisi:
Adam aman... ka...çalım...
Müsaadeniz olursa artık burdan kaçalım
Lakin bizim kaçmamızdan gelmesin halka çalım